A
N K AR A Y A 1925 de gi dip iki yıl fasılasız kal dım, 1929 sonbaharında da tekrar dönerek yerleştim ve kısa bir iki fasıla müstesna, al tı yıl evveline'kadar orada ya sadım. Vakıa bu yaşamaktan nice akran ve emsalim gibi lû- tuflara ve ikballere mazhar ol- mıyarak neticede yine iki elim böğrümde döndüm ama, bu günkü mevzuum bu hüsranın hikâyesi değil, fakat 1929 da Ankarava gelip tasnif memuru %ıfatıyle çırağ edildiğim Dil Heyetnfe ait bazı hâtıraların ■hikayesidir.Şimdi Dil Kıırumunun büyük pederi ve hiç değilse babası olan dil heyeti, o zaman henüz pek az binası mevcut bulunan Y e- nişehirde, Lozan meydanında, hâlâ yerinde duran ve galiba postahane olarak kullanılan se vimsiz, uydurmamsı, iki buçuk katlı bir bina işgal etmekte idi. (İki buçuk kat deyişim üçün cü katın bir kısmının balkon oluşundandu-.) Üst katta bir memurla daimî âzadan bir iki sinin icabında beytutetlerine mahsus olmak üzere iki oda bulunuyor, bodrum katı da
V
Kırşehir vilâyetinin Mucur ka zası ahalisinden olup mebzul mikdarda odacı yetiştiren işbu Mucu rkazasmdan gelme hade me ve odacıların da, en şıma rık, küstah ve asabilerinden bi rzatın hususî dairesini teşkil ediyordu. Birkaç basamak çı-< kılıp ve bir taşlık geçilip va rılan orta kat ise binanın en mühim ve resmî kısmını teşkil ederek biri büyük ve diğeri u- farak iki odayı ihtiva etmekte idi. Büyük oda içtimalara mah sus olup ufarak oda da büro it tihaz edilmişti ve bendenizin tayinimde içinde bir erkek me murla bir daktilo bayan bulu nuyordu. Yukarıki odaların bi rinde beytutet hakkına da sa- hiç edilmiş olan erkek memur, benim tayinimi memnuniyetle karşılayıp masasını ikram ey ledi, masası olmadan oturması da mümkün olamıyacağmdan heyetle alâkasını aybaşlarında herkesin aylığını, tahsisatını almağa ve getirip dağıtmağa münhasır bırakarak sabahları çıkıp gider olacaktı. Kaldı ki, içtirnalar yarım gün sürdüğü ve bazan öğleden evvel ve ba- zan öğleden sonra yapıldığı için
26
* 41
«
«* bendenizin dahi halimden bir şikâyetim yoktu ve fartı mesa iden helâk olma raddelerine geldiğim söylenemezdi. Bu me sai bahsine girmeden müesse- senin zarfına ait kısmı ikmal etmek üzere ilâve edeyim ki, bina şehrin o sırada galiba ye gâne kitapçısı olan eski bir muallimin, Edip bey merhu mun mülkü olup kira ile tutul muştu ve gûya kârgir, gûya da beyaza boyalıydı. Bunları kay dettikten sonra artık heyeti terkip eden zatları sıralamağa başlıyor ve bunları hatâ etme den sayacağımı umuyorum. Kaldı ki, hatâ etsem *de (V a tan) piyesindeki Abdullah Ça vuşun dediği gibi nihayet kıya met kopacağım sanmıyorum.
Azanm bir kısmı 300 lira ma aşlı ve muvazzaf memur mahi yetinde kimselerdi. Bunlar
(Çalı Kuşu) muharriri Reşat Nuri Güntekin üstadımızla bi- iâhara Profesör şeklinde İstan- buldaki Edebiyat fakültesine intikal edecek olan Ragıp Hu- lûsi bey merhum ve hâlâ dil iş leriyle meşgul olmakta ve Dil Cemiyetine müntesip bulun makta devam eden Giritli Ce- vat bey ve halen Edebiyat fa kültesi ordinaryüs profesörü İs mail Hikmet Taylan’dı. Bir de galiba Rober Kolejde hoca o- lup lügat kitabı mütehassısı
ol-f
duğu söylenne Baha bey ismin de bir zat vardı.
Cevat ve Baha beyler İstan- bulda oturmakta olup orada evvelkisi bir gramer ve diğeri bir lügat kitabı hazırlamakla meşgul olurlarmış. Arada bir, koltuklarında şişkin bir evrak çantasiyle gelerek müzakerele re hareket ve heyecan katar lar, otelde oda tutmaktan da haz etmediklerinden üst katta ki odaya misafir inerlerdi.
Bu muvazzaf ve memur âza- dan gayrisi her içtima başına 10 lira huzur hakkı alırdı ve bunlar da iki sınıf olup birinci kısım edib ve şair ve âlim me buslardan mürekkep bulunur, diğer kısmı da Maarif V e k â l^ "1 ® ' tinin lisan işlerinde salâhiyet sahibi mensupları teşkil eder- i
di. Edib, şair, âlim mebusların sayısı hayli kabarıktı; Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Ruşen Eş ref, İbrahim Alâaddin, Celâl Sahir, Veled Çelebi, Fazıl A h met, İshak Rafet ve Besim A - talay bey ve efendileri ihtiva ederdi. (İstitrat açıp söyliye- yim ki, Falih Rıfkı bey devam etmezdi. Heyetin çalışmaalrını beğenmiyormuş. Gelmediği için de, o zamana göre hiç de fena bir meblâğ olmamasına rağ men huzur hakkı almıyordu. Mebus olmamakla beraber âlim sıfatiyle âza olan İbrahim N ec- mi bey ise İstanbulda galiba
»
bir tütün şirketinde iyi bir va zifeye sahip bulunduğu için gelmezdi de sonra galiba o şir ket dağılınca muvazzaf memur şeklinde geldiydi.) Maarif V e kâletinin lisa nişlerinde salâhi yet sahibi oldukları için âza seçilmiş mensuplarına gelince, bunlar başta Müsteşar Mehmet Emin (Erişirgil) olmak üzere Müzeler müdürü Hamit Ziber, Kütüphaneler müdürü Haşan Fehmi Turgal merhum ve mü
zelerde mütehassıs olarak vazi fe gören Mösyö Mesaroş ismin de bir Macardı. Bu Mösyö M e- saroş’un Birinci Cihan harbin den sonra muzaffer Fransada intikam almak üzere kalp para basmak suçundan dolayı hu dut harici edilmiş, yani politi kacı bir âlim olduğu söylenir di. Türkçeyi bozukça bir şive ile fakat muntazam konuşur ve iskemlesinde birinci sınıf bir lokantanın metrdoteli
28
t
sinde dik, ciddi ve vakur otu rup reyine müracaat edildikte pek ehemmiyetli bir eda ala rak konuşurdu.
Maarif Vekâleti mensubu â- zanın başından bir ara büyük ve 'tehlikeli bir rüzgâr geçmiş, yani Divanı Muhasebat bunla rın bütün zamanlarını zaten Devlete tahsis ettiklerine göre mesai saatlerini şurada değil burada geçirdiklerinde ndolayı ayrıca para almamaları icap ettiğine hükmetmişti. Gerçi bir yolu bulunup Mesaroş cenap larının parası sekteye uğratıl mamış ve müşarünileyhin Sul tan Hami t devrinde Fransanın bir tebasımn alacağı için filo yollayıp Midilli adasını işgal etmesi tarzında Macaristaıım Ankaradaki Bent deresine zırh lı göndermesine lüzum kalma mıştı ama. haremi pek müsrif ve kendisi Tekel’in esaslı hâ- milerinden bulunan Haşan Fehmi bey merhum haftalarca üzülüp sinirlenmiş, âdeta acık lı gibi birşev olmuştu.
Heyeti terkip eden âzalara son zamanda iki zatın daha in zimam ettiğini de kaydetmeli yim. Bunlar şair ve edib olmak sızın âlim sıfatını haizdiler. Biri lâtince ve daha başka dil ler mütehassısı olup Türkçeyi Cevat bey üstadımız gibi biraz çetrefilce konuşan ve ismi ha tırıma gelmiven uzun boylu
bir Giritliydi. Diğeri ise zira- atçi mebuslardan Yaşar beydi ki onun da ismini unutmaklığı ma imkân yoktur. Zira onun yüzünden, kendisi bilmez ama, bir kere günlerce gözüm ağrı- dıydı, bir kere de az kalsın çıl- dırayazdım. Gözlerimin ağrısı nı başka bir gün ve sefer an latmak üzere şimdi beni çıldırt masına neden ramak kalmış öl düğünü söyleyivereyim: Efen dim bendenizin masamın arka sında dairenin tek telefonu bu lunur ve bazı âza lüzumuna bi naen, bazısı da belki bedava te lefonu evlerindeki telefondan daha kullanışlı bularak, odama gelir, ve bana sudan bi riltifa- tı müteakip, şura ile bura ila-s konuşurlardı. Aza olarak ayak attığı ilk günden itibaren bu telefonu pek kullanışlı ' bulan R. Bey akşamı îstanbula gide ceği bir gün — hem de bir yaz 2 ünü. kendisi caketini çıkarmış olarak— tepemde durup tam üç çeyrek saat dünyanın dört köşesine telefon etmiş, konuş muş, dertleşmiş, bazan gülmüş, baza nsinirlenip hiddetlenmiş, hattâ — bilmem neden— İstas yondaki bir memura da pek çı kışmış, bende de şikâyete «A - man yeter!» demeğe bile takat bırakmadan çıkıp gitmişti. Fa kat dil heyetine ait hâtıralarım sadece böyle kâbusumsu haller değildir. İçlerinde pek hoş,
ib-29
ret verici, düşündürücü veya hayret verici nice şeyler de vardır. Öyle ya, memleketin kalbur üstü ülema, i'ıdeba ve siyasiyonunu inşa naylarca ya kından görür, tetkik eder de hafızasında onlara ait ve zikre lâyık şeyler kalma« olur mu? İşte bunlar meyanmdan iki ta nesini şimdi buraya yazmak ve bu yazıyı bu iki hâtıra ile bi
tirmek istiyorum. Hâtıralardan biri, o zamanki kaydıhayat me buslar arasında ne garip bir a- ristokrasi vücude gelmiş olup bunların mebus olmıyanları — velev ki mebus oldukları gün kendilerini bağırlarına basacak bile olsalar— halkı nasıl hor gördüklerini belirtmek bakı mından dikkate lâyıktır, şöyle ki: Mebus veya lisaniyatçı
şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ şa-♦ *
— Bir evet veya bir hayır’la iş oiuyorsa koskoca bir ömür size şaka gibi geliyor öyleyse...
t
30
irler arasında bulunan ve ha zan pek parasızsa da bazan pek cömertliği tutan merhum î. Tl. bilmem ne münasebetle ve ne şerefine evined bir ziyafet ve rerek bütün mebus âzayı çağır mış ve bu şerefi reisliğinden dolayı ancak Emin 'ErişirgiF- den esirgememiş, fakat Maarif Vekilliği hizmetinden gelmiş bulunmasına rağmen ötekileri davete lâyık bulmamış, kendi siyle pek dost olmasına rağmen
(Çalı Kuşu) muharririm bile çağırmamıştı. Öteki hâtıra ile aynı zamanda içtima salonunun umumî manzarası hakkında da bir fikir vermiş olacağımı söy lerken bu içtimalara maalesef ancak birkaç kere alınmış bu lunduğumu, her nedense söze fazlaca karışmağa kalktığım için hakkımda fevkalâde lûtuf- kâr davranmasına rağmen Ce lâl Sahir beyin beni odamda bırakmağı tercih ettiğini de ilâ ve edeceğim.
İçtima salonu, az evvel dedi ğim gibi ilk katta, mustatil bi çimde, etrafında camlı kütüp haneler ve ortasında klâsik ye şil örtülü bir masa bulunan bir salondu. Bu masanın bir ucun da başkan ve bir ucunda Besim Atalay otururlardı. (Yine bir istitrat açıp söyliyeyi mki, ilk zamanlar sıkça gelen Emin Eri- şirgil sonraları gelmez olmuş ve reislik mevkiine gayri res
mî şekilde Celâl Sahir bey geç mişti.) Öbür uçta oturan ve â- zanın doğrusu en mukaddemi olan, yani erken gelip dağılın caya kadar kalan Besim A ta- lay’ın elinden küçü kLarousse da düşmezdi. Güç halle anladı ğıma göre heyet ilk iş olarak küçük Larouss’u örnek tutup bir lügat vücuda getirecekti ve kelimeleri gür sesiyle ve pek zarif telaffuziyle okuyarak bil dirmek işini B. A. üzerine al mış bulunuyor, yani demek ki Fransız lügatini elinde tutmak suretiyle zebanı franseviyi de galiba içine sindirmek ümidini besliyordu. Bu bir sabah içti mai olduğu ve saat henüz on buçuk kaiar olduğu için, bütün edib ve şair mebusların gelmiş oldukları elbette yine umula- mazdı. Fakat bunların en m ü himlerinden biri, pür dikkat ve ciddiyet, Maarif Vekâletine ter cüme ettiği bir eski klâsik ese ri nbaskısına ait provaları tas hihle meşgul bulunuyor, diğe- biri ise yeni gelmiş olup hâtı- jrasmı ebediyen unutamıyaca- ğım o zarif ve latif İbrahim A - lâaddin Gövsa’nm yanındaki boş iskemleye gürültü ile yer leşiyordu. Halbuki Haşan F eh mi Turga lçoktan gelmiş, söy lenen sözlerden üzerine çoktan rehavet gelip gözlerini kapa mış, hattâ dalgınlıktan habide- liğe intikal edivermişti.
Mesa-31
roş, iskemlesinde dimdik ve . dikkatli, şark rehavet ve beta- atine karşı garbın ciddiyet ve azimkârlığını temsil ettiğinden emin, Ragıp Hulûsi bey mer humun gayet çabuk ve kelime leri yarı yarıya yenmiş lisaniy- le giriştiği küçük nutku takip ediyordu. Bir köşede de üstat V. Ç. bilmem kaç yıldır hazır lamakla meşgul olduğu — ik maline birkaç beşer ömrünün vefa etmiyeceği muhakkak— lügatinin sahifelerini yaymış ve içlerine dalmıştı: kendisi mebus olmak haysiyetiyle hu zur hakkı alan âzadan olup iç timalara muntazaman gelir, fa kat müzakerelerle alâkalanmı- yarak lügatiyle meşgul olurdu.
Ragıp Hulûsi’nin (birkaç sö zü) uzun bir söylev veya de meç haline inkılâb etmek teh likesini bir kere daha arzedin- ce, Celâl Sahir bey kısa kes mek üzere:
— Efendim, bu kelimeyi ma- jeskiille mi yoksa minüskülle mi yazalım? diye sordu. V e o zaman, birden âdeta asabi bir
eda ile başını kaldırarak, sayın V. Ç.nin müdahale ettiği görül müş:
— Hayır, majeskül istemez! dediği duyulmuştu.
Zaten fevkalâde nazik ve e- dib bir zat olan Celâl Sahir bey muhatabının sinni gibi asaleti ne de hürmetten artmış bir ne zaket ve hürmetle: «Şu halde miniskülle yazalım, ufak harf le iktifa edelim, öyle mi?» d£- di.
O zaman efendi hazretleri daha asabi keşi patmıştı:
— Yok, minüskül de istemez! Yani, sizin anlıyacağmız, Mo-liere’in her sözü nmutlaka ya nazım ya nesir olduğunu bil meyen sonradan görmesi gibi, hazret her kelimenin majüs- külden, minüskülden vazgeç tim büyük ve küçük harflerden mürekkep olduğunu bilmiyor ve çünkü yeni harfleri henüz sökem emiş bulunuyordu! — es ki dil heyetinin istihalesi olan kurumda hâlâ mütehassıs veya uzman sıfatiyle çalıştığına gö re belki artık sökmüştür...
M
E R H U M Dü Heyetine ait hâtıralarımı naklederken kendi nefsime de faal bir memur sıfatını tevcih e - demediğimi söylemiştim. K aldı ki, benden bir iş istenmediği için faal bir m em ur olmağa kat’iyyen azme dince de buna muvaffak olabilece ğim şüpheliydi. Yeni âza Yaşar be yin yeni kelimelere çevirdiği neba tat isimlerine ait listenin basılacak olan cetvelini tanzim etmek husu sundaki bir haftalık pek ciddi em e ğim müstesna, bu heyette geçen«hizmet» aylarımda ya masa başın da sohbet ettiğimi, yahut da şurada burada çıkan yazılarımı kaleme al makla meşgul olduğumu hatırla rım. Odamın yanındaki salonda ü - lema ve üdeba elbette ki daha faal idiler ama, heyetin lâğvı sırasında mesai namına halefleri heyete ne devrettiler, onu da pek bilemiyo rum. Dediğim gibi, galiba küçük Larouse lügatinin fakat lisan kıs mının eşini vücude getireceklerdi ve bu işin — elbette ki böyle kala balık heyetlere değil nihayet üç ki şiye muhtaç bulunan— bu işin bit mem kaç aylık bir mahsulü olan b r kalın tomarlık kâğıt heyetin çalış
tığı odadaki dolapların bir müna sebetsizine kazaen sokulup bir tür lü bulunmamış ve aynı şeyler i l e rinde yeni bir çalışmaya girişilerek birhayli müddet çalışılmış, sonra eski emeklerin mahsulü birden bi re meydana çıkmıştı. İlâve edeyim ki, heyeti terkip eden zevatm o sı ralarda böyle şeyleri reddetmeğe halleri de pek kalmış değildi. Zira ki, yıllık tahsisat devamlı içtim ala- rın huzur haklariyle m alî senenin bitmesine hayli zaman varken eri meğe yüz tutmuştu v e artık haf tanın altı günü toplanılamaz olmuş, huzur hakkının 10 liradan 5 e i n mesi kabul edilmiyerek haftada üç içtima şekli münasip görülmüştü. Diğer taraftan, kiraya ayrılacak para da kalmadığı veyhut mevcut paranın huzur haklarına tahsisi daha uygun görüldüğü için — Y e - nişehirdeki binanın kira müddeti bitince mukavelesi yenilenmiyerek Eskişehirdeki vekâlet binasının bir köşesine sığınılacaktı.
Zaten saltanat zamanı, yani A n kara geri bil' vilâyet merkezi iken sanayi mektebi olmak üzere yapıl m ış mütevazı bir bina olan Maarif Vekâletinin yanma sonradan ilâve
edilen tek katlı, yarı teneke ve ya rı mukavvadan bir kısım bize lâ yık ve kâfi görülmüştü. Bir büyük oda, bir küçük oda ve bu iki odaya mahsus birer koridor. Vekâletin a. - ka tarafındaki bahçeden geçip ve odacılara mahsus helalar önünden ilerleyip varılıyor. Küçük odada bendenizle bir daktilo bayan. Önü müzde altı dükkân olan küçücük ve üzerini vahşi otlar bürümüş bahçecik. B u bahçeciğe pencereden atlayıp çıksak, büyük cadde ve (I I - lus) meydanını seyretmek mümkün olacak. Heyetin içtimalanna mahsus büyük odanın pencereleri ise o za man üstü açık bir kahve olup Tat lan diye anılan bir arsaya nazır. Öyle ki, içtimalar esnasında pence reler kapanmasa ve oda kahveye nisbetle biraz daha yüksek olmasa, Taflan müşterilerinin müzakerata iştirak edip rey beyan etmeleri mümkün.
Heyetin hele bu nakilden son raki melâlli ve metruk halinden re islik vazifelerini ifada hakkiaten dikkatli olan Celâl Sahir bey m er hum pek müteessir olup neler ya yıldığı ve neler sağlandığı takdir de ne gibi mahsuller alınabileceği hakkında bir lâyiha vücude getir miş ve heyet Maarif Vekâletine bağlı bulunduğuna göre bu lâyiha nın Maarif Vekilini muhatap tut ması münasipken nedense zamanın Başvekilini, yani İsmet İnönüyü
muhatap olarak alan uzun yazısı nın tertibi ve makine ile yazılm*.« •. da hayli uzun sürmüştü. İçinde gü zel fikirler yok değildi ama, her halde heyetten ümit kesilmiş ola caktı ki istenen şeylerden hiç bi rinin dikkate alınacağına dair lıır emare zuhur etmedi ve bir müdde: sonra, bütçe müzakereleri sırasın da, heyetin tahsisatı sembolik şe kilde kuruş veya liraya indirilerek ilga faciası zuhur ediverdi. A llah tan ki, bendeniz bundan evvel M a arif Vekâletindeki talim ve terbi- e heyeti fransızca mütencimliği gibi diğer bir vazifei mühimmeye nak ledilmiş bulunduğumdan, keyfiyet ten şahsan bir zarar görmedim. Sa de ilgayı öğrenince, bundaki mesu liyet hissemin büyüklüğünü düşü nüp doğrusu bir takım zevatı rriuh- teremeyi pek rahatça aldıkları hu zur haklarından mahrum ettiğim için mutedil bir vicdan azabı duy dum.
Evet, yanlış okumadınız, (hey’etin ilgasındaki büyük mesuliyet his sem ) dedim, zira, âciz ve ufak memur olmaklığıma rağmen, bu il gada rolüm, hem de mühim bir ro lüm olmuştu. Nasıl olduğunu an latayım:
Yenişehirde, Lozan meydanına nazır binadan henüz taşınmamış* c Fakat bir taraftan müzayaka ve di ğer taraftan tenkitler ve «bu heyet hiç bir iş yapamıyor!» cü m le si'/e
hulâsası kabil hücumlar hüzünlü ’ ; huzursuz bir havahalk etmiş bulu nuyor ve Maarif Vekâletinin bir kü fesine sığınmağa da hazırlanılıyor» huzursuz bir hava halk etmiş b u lu - duğu bir gün, öğleden evvel — evet, hem de öğleden evvel!— odamna yalnızdım, başımı pencereye çevi • receğim tuttu. Çevirince ne gör •
5'im, Gazi hazretleri meydanda, oto mobilinden inmiş, yandaki manav dükkânının önünde manavla konu şuyor.
Hatırıma hemen gelen şey, bu konuşması son bulur bulmaz bir.m binaya şeref vereceği düşüncesi ol
du. İçeri girilince karşısına çık; ■ cak ilk kapı benim odamn kapısı. Y a içeri girerse, ya meydandan pak de gizlemediğini eski harfli yazı larımdan birini bulursa, ya bulma dan beni imtihana çeker de bu im tihanda sıfır alırsam! Vakıa «yan. odadaki ülema, üdeba ve mebusan en aşağı bir düzine iken senin gibi ufak bir memurla ve naçiz bir muharrirle neden alâkadar olsun?» diyeceksiniz ve bunda haklısın z ama, Atatürk bu, kendi çapında ve kendi tarzında kaprisleri ve ger çekten demokratça hareketleri ol m bir zat, nitekim iki adım ötede ete işte manavla sohbette! Bir saniye den kısa bir an içimde başka ses
«Dur, kaçma, biçare Nahit Sırrı bey, belki de imtihandan yüz aklı- ğiyle çıkar ve iltifatına mazhar - lursun!» dedi ise de hareketlerime b u ses hükmedemedi ve ayni an içinde «Şimdi yüz akiyle çıksan a bunun ertesi günü yine bin ihtimal vardır!» diyen bir savtı derunî ga lebe çaldığından hemen odadan
çık-tim, karşı tarafta bulunan ve ara da bir girilen yere, o mahut yere iltica ettim, kapıyı da kilitledim
Oranın küçük penceresinden da hi meydan görülürdü: Bakmakta devam ettim.
Hayır, bize gelmiyecekmiş. M a navla konuşmasma nihayet verince arabasına bindi, uzaklaştı.
Bunun üzerine, vicdanım müste rih, kilitlendiğim yerden çıktım, içtima salonuna girerek:
— Şimdi Gazi meydanda idi, ya nımızdaki manavla görüştü, diye haber verdim.
A zayı kiramın yüzlerindeki heye can görülecek bir şeydi. Bilhassa uzun boylu, güçlü kuvvetli bir e - dib âza iskemlesinden yay gibi fır lamış, yürümüştü.
Ben aynı müsterih vicdanla: — Meydanda idi ama artık giril, arabasına binip ayrıldı, diye bu h e yecanları teskin etmeği borç bil dim.
O zaman umumî bir feryat oldu. «Niçin daha evvel haber vermedi niz? İnsan bunu daha evvel koş-'n söylemez m i?» şeklinde itaplar b r- denbire ayyuka çıktı. Ö yle m üte- hevvir ve âsi feryatlar ki. azayı ramı esef ve hiddetleriyle başbrs ■ bırakıp yavaşça kapıyı üzerlerine kapamağı, odama dönmeği ter üı ettim.
Kaldı ki, toyluğumdan dolayı bu hiddetin haklılığını da, genişliğini ve büyüklüğünü de lâyıkiyle tak dir edememiştim. İşlediğim hata nın, âdeta cinayetin ehemmiyetin: ancak aradan bir zaman geçerek heyet merhum olduktan sonra t a k dir edebildim.
Evet, ben Gazinin meydanda, ka pımızın iki adım ötesinde bulundu ğunu koşup haber verseydim, bü tün heyet âzası dışarıya koşacak, en yaşlılar: olan Çelebi efendi haz retleri de bir nevcivan çevikliğiyle merdivenlerden atlamak şartiyle etrafında elpençe divan duracak lardı; eline eteğine sarılıp «dil h e yetiniz burada çalışmakta, bu m ü him inkılâp işini başarmağa gece sini gündüzünü vakfetmiş bulun maktadır. Lütfen bir saniye gelip odamızın havasını tenfefüs buyu run da beyinlerimize küşayiş gel sin, bir tek sözünüzden ebedî il hamlar alalım!» tarzında sözler sö v - liyeceklerdi; velhasıl kendisi içeri ye sokulup masa başına velev ki bir dakika için geçirilecekti.
Heyetin yaptığı şeyler hakkın a uzun boylu izahata girişilecek olsa ortada henüz müsbet hiç bir şey bulunmadığını o nafiz zekâ şüp hesiz ki derhal farkederdi ama işi umumî sahada bırakmak ve sade ce yüksek direktif vadisinde kal mak elbette ki kabildi. Eh, Gazi de bazan pek celalli olsa bile pek de nazik bir zattır, böyle sabah sabah yaptığı bir ziyaret esnasında kalp kıracak değil ya, elbette ki bu na zik ve hüsnüniyet sahibi zatlaıa hiç değilse su lan iltifat edecek, ve lev ki: «Memnun oldum, çalışma larınızdan müsbet neticeler
bekli-yorum !» derecesini aşmasın, yine bir şeyler söyiîyecekti.
Bunun üzerine de kendisi teşyi edilip otomobilinin önünde reve rans yapıldıktan sonra hemen o za manki adiyle («Hâkimiyeti M illiye» gazetesine ve ajansına dayanıln, Reisieümhurun, Gazinin ziyaret ve iltifatları dünyanın dört köşesine ulaştırılırdı.
Bu yapıldıktan sonra da pek ta biidir ki bir takım menfi propa ganda çarkları dönmezdi v e yem yıl bütçesinin müzakerelerinde dil heyetinin tahsisatı tek kuruşa veya tek liraya inerek şüphesiz ki bu te şekkülün ömrü nihayet bulmaz ve binaenaleyh o zaman için kıymet ve ehemmiyeti çok daha yüksek olan 10 lira huzur haklı toplantılar hiç değilse daha bir yıl sürüp giderdi...
İşte ben anlattığım hareketle, bu korkakça ve ahmakça hareketle ilk dil heyetinin hayatına velev ki bu p istemiyerek kasdeylemiştim.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi