• Sonuç bulunamadı

Anılar defterinden kopuk sayfalar:6:Ağabeyim Cenevre'nin en iyi dansörüydü

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Anılar defterinden kopuk sayfalar:6:Ağabeyim Cenevre'nin en iyi dansörüydü"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

+

d iz i

21 NİSAN 1995 CUMA

A b id in D ino, A ra g o n ile Y a ş a r K em al a rasınd a. P a ris ’te, P e n c e re le r se rg is in in açılışında.

Picasso

ile çamur yoğurdum...

Mutluluğun

resmi

Abidin

Dino

hayatını

anlatıyor

Andre Velter ( France Culture Radyosu / Paris 1991) konuştu, Ferit Edgü yazdı, Güzin Dino özel fotoğraf arşivini açtı

■ Türkiye’den

ayrıldıktan

sonra Komaya

giden Abidin

Dino. daha

__ sonra Paris’e

ünlü dostlarının

arasına dönüyor

ve Picasso’nun

daveti üzerine

Vallauris'te

______ seramik

atölyesinde

çalışmaya

_

_başlıyor.

emek 1951’de Roma’da- sınız?

“Tüm yollar Rom a’ya çıkar, öyle değil mi? Be­ nimki de Roma’ya çıktı. Yine şaşırtıcı bir şey, bi­ rinci haftanın sonunda Roma’daki ünlü herkesi tanıyordum. Artık yavaş yavaş inanıyorum ki ben­ de şeytan tüyü var. Ro- ma’da, gerçekten harika insanlarla tanıştım. On­ lar da beni Odessa, Mos­ kova, Leningrad, Paris’te olduğu gibi hemen be­ nimsediler. Böylece Guttuso’yla, Mora- via’yla, Savigno’yla hemen dost olduk. Eh, ne de olsa hepimiz Akdenizliyiz, öy­ le değil mi?

Roma’da yaşam şahaneydi. Birbirin­ den güzel şeylerle, güzel hanımlarla, gü­ zel resimler ve heykellerle çevrilmiştim. Sizin anlayacağınız gerçekten Ro- ma’daydım.

İtiraf etmem gerek ki pek öyle fazla çalışmıyordum. Ama çok bakıyordum. Bakmak, adına resim denilen olgunun çok önemli bir parçasıdır. Daha doğrusu resim sanatının özüdür bakmak. Biliyor musunuz, tüm hayatım boyunca baktım. Çocukluğumda Daumier’nin reprodük­ siyon kitaplarına baktım. Daha sonra İs­ tanbul’da o güzelim yalın Türk minya­ türlerine baktım. Bizans mozayiklerine, fresklerine baktım. Sonra Leningrad’ta, Erm itaj’da tüm dünya güzelliklerine baktım. Bir kez daha benim görsel yol­ culuğumun durağıydı Roma. Elimden

geldiğince baktım, görmeye çalıştım ve azbuçuk da resim yaptım, ama çok değil. Kendi kendime, ‘Eğer bu böyle devam ederse bir prens gibi Roma’da yaşamı sürdürebilirsin’ dedim.

Cepte beş para yok, arada bir resim sattığım oluyor, ama hepsi bu. Bu arada Venedik Biennali’ne bir çağrı alıyorum. Bir hayli şaşırtıcı bu, çünkü her açıdan bir yabancıyım burada. Sonunda kendi kendime dedim ki, ‘Oğlum Abidin, seni paklaşa paklaşa Paris paklar’. Böylece dokuzuncu aym sonunda, yani bir kadı­ nın bir çocuk yapma süreci sonunda, ar­ tık yeter deyip Paris'in yolunu tuttum.

Eski dostlar

Uzun bir aradan sonra Paris’te eski dostlardan bazılarıyla yeniden buluş­ tum. Bunlardan birincisi Tristan Tza- ra’ydı. Tzara ve Picasso'nun yardımıyla Paris’te bir şeyler başarmaya çalıştım. Hemen belirteyim ki, gerçekten beş pa­ rasızdım Paris’e varırken. Picasso’ya Türkiye’de seramiklerimin başına ge­ lenleri anlatmıştım. O da bana, ‘Hadi, gel başka seramikler yap. Vallauris’de benimle pek o kadar sıkıntın olmaz’ de­ di. Ben de kalkıp Vallauris’e gittim.

Oradaki seramik atölyelerinde çalışı­ yordum ama, ben bir seramikçi değil­ dim. Sanat hayatımda küçük bir ayraçtı bu. Tabii her sabah aynı atölyede aynı masada Picasso ile ve haftada üç gün Chagall’le birlikte olmak, birlikte çalış­ mak olağanüstü bir ayrıcalıktı.

Tabii bu sakatlıkların yanı sıra o son­ suz zenginlikteki yetenekler söz konu­

suydu. Dersimi almıştım. Kısacası, böyle yüzlerce, binlerce ders, anı, olay, ne der­ seniz deyin, yaşadım Vallauris’te. Mut­ luydum Picasso ve Chagall ile çamuru yoğurup ona biçim vermekte. Ama yine de Paris’e dönmek, sevgilime, yani boya­ larıma, tuvallerime, kağıtlarıma kavuş­ mak istiyordum. Burada da, gene her za­ manki gibi şans yüzüme güldü. Lüxem- burg parkının pek uzağında olmayan Scola C antarium ’da bir yer buldum. Scola Cantarium’u çok az kişi bilir. Ya­ nılmıyorsam 16. yüzyıla ait bir yapıdır. Birkaç yıl boyunca İskoçyalı 11. Jacqu- e’in şapelinde kaldım burada. Masalsı bir mekandı. Söylentilere göre periliydi. Bu da doğrusu çok hoşuma gidiyordu. Çünkü her zaman hayaletlerle aram iyiydi. Şaka bir yana Scola Cantarium gerçekten inanılmaz bir yerdi. Babil Ku­ lesi gibi bir şey. Birbirine hiç mi hiç ben­ zemeyen insanlar burada yaşıyorlardı. Bir kaç kaçık Rus, iki Leh ve tabii Türk- ler. Sayısız Türkler. Birkaçımız ressam, birkaçımız, hiçbir zaman ne iş yaptıkları­ nı öğrenemedim. Bu arada doğu folklo­ runun büyük bilgini dostum Profesör Pertev Borotav.

Çok hareketli bir yerdi burası. Yavaş yavaş Fransız dostlarım benden dolayı Scola Cantarium ’un tadına varmaya başladılar. Bunların arasında ressam dostum Lurçat vardı. O da benden yar­ dımını esirgemeyenlerden biriydÇ Sonra İris Claire gibi kişiler vardı, Beaux Arts sokağındaki ünlü galerisinde pek çok genç yeteneğe destek olmuştu. Bunların arasında Yves Klein gibi sonradan ulus­ lararası üne kavuşacak sanatçılar da var­

dı. Bilirsiniz Paris’te her galerinin kendi­ ne özgü bir resim anlayışı vardır. Hiç de­ ğilse bir zamanlar vardı.

Benim o sıralar yaptığım resimler İris C laire’in anlayışına pek uymuyordu. Ama yaptığım resimlerden bazılarını benimsedi. Bunlar büyük yüzeyde hare­ ket eden ya da etmeyen ufacık figürler­ den oluşuyordu. Bu diziye ‘Uzun Yürü­ yüş’ adını vermiştim. Uzaktan bir Çin havası vardı bu resimlerde. Oysa Çin resminden esinlenmiş filan değildim. Hatta aklıma bile gelmemişti bu. Ama Lurçat o sıralar Çin’e gitmişti, dönüşün­ de bana şöyle dedi: ‘Paris’te senden baş­ ka Çinli yok. Senden başka Uzun Yürü- yüş’ü resmeden yok.’ Öyle sanıyorum ki dostum biraz abartıyordu. Ama olsun.

Acının Resimleri

- Fransa’da bu kırk yılı, şu son Türki­ ye ziyaretlerinizi bir kenara koyacak olursak, yurdunuza hiç dönmeden nasıl geçirdiniz?

“Türkiye’ye siyasal ortam izin verdi­ ğinde iki kez gitmiştim. Her gittiğimde tüm dostlarımı (bu arada tanımadığım dostlar dahil) bıraktığım gibi bulmuş­ tum. Türkiye’de her zaman büyük bir kı­ vançla sergiledim resimlerimi. Resimle­ rim bu uzun ayrılığa karşın yalnız kabul görmekle kalmadı, aynı zamanda önem ­ sendi. Size, tüm bu anlattıklarımdan sonra belki garip gelecek ama kendi yur­ dumda ünlü bir rassamım. Fransa’da- kinden daha ünlü demek istiyorum. H a­ yatımın hemen her döneminde sağlık sorunlarım oldu. Bunlardan birinde,

hastalığımı resimledim. Bu diziye ‘Acı­ nın Resimleri’ adını verdim. Çizdikle­ rimden çeyrek yüzyıl sonra, Türkiye’de bu dizinin resimleri kitaplaştı. Bu arada, yani Acının Resimleri’nden sonra, bir tür görsel bir sağlığa kavuşmak istedim. Çiçek resimleri yaptım. Varolmayan ve hiçbir zaman varolmamış ve varolmaya­ cak çiçeklerin resimlerini.

Tüm bunlar 1960-70 yıllarına ait. A ra­ da unuttuklarım var. Örneğin Paris’teki ilk sergim. Fournier’nin yönettiği Gale­ ne Klebert’deki sergimin sunu yazısını Philippe Soupault yazmıştı. Bu sergide yalnız işkence resimlerini sergilemiştim. Türkiye’de o dönemde bir hayli yaygın işkence olayları vardı. Korkunç şeyler duyuyorduk. Ben de bunları resimle­ dim. Dostlarım, ‘Paris’te sergi açmak için bu tür resimler pek iyi bir başlangıç değil’ dediler.

Ama ben o sıralar bu resimleri yapı­ yor ve bunları sergilemek istiyordum. O dönemden desenler hariç, elimde hiçbir resim kalmadı. Desenler de ait oldukla­ rı yere, Türkiye’ye gitti. Bu sözünü etti­ ğim sergi devam ederken ozan Andre V erdet galeriye uğramıştı. Resimleri gördükten sonra, ‘St. Paul de Vence’de bir sergi yapmak ister misin?’ diye sor­ du. St.Paul de Vence’a o güne değin ayak basmamıştım. Verdet, ‘Daha iyi bu vesileyle görürsün’ dedi. Sonra resimle­ ri alıp gitti. Bir-iki ay kendisinden hiçbir haber alamadım. Sonra günün birinde bir telgraf geldi: ‘Tüm resimler satıldı stop yeni resimlerle gel stop’ diyordu Andre.

Eh, böylesine can dayanmaz. Oturup yeni resimler yaptım. St.Paul de Ven­ ce’a doğru yola çıkmadan önce, o sıralar oturduğumuz St. M ichel’deki evimiz­ den çıkmış, yani Nötre Dame kilisesinin karşısındaki La Boucherie lokantasının önünden geçiyordum. Seine kıyısındaki kaldırımdan, birinin bana seslendiğini duydum. Ne göreyim, beni Rusya’ya ça­ ğıran Sergey Yutk^viç, yanında da Yves Montand ve Simone Signoret. Uzun yıl­ lardan sonra Yutkeviç’le Paris’te, Seine kıyısında buluşmak, hele hele bunca yıl­ dan sonra Sergey'in beni Paris’te, so­ kakta görüp tanıması olacak iş değildi. Hep birlikte bir kahveye gidip oturduk. Sergey bizleri tanıştırdı. Onlara, ertesi sabah St.Paul de Vence’a gideceğimi söyledim. M ontand ve Signoret, ‘Ah, öyleyse gidip bizim evde kalın’ dediler.

Ben de, ‘Nasıl yani?’ diye sordum. Yves Montand, ‘Bizim St.Paul’de bir evimiz var ve şu anda boş, niçin gidip otelde kalasanız?’ diye sorup, cebinden çıkardığı bir sigara paketine, Titine için bir iki sözcük yazdı.

‘Anahtarları M.Abidin’e verin. Bizim evde kalacak vb. vb.”

- Peki, bu Titine kimdi?

“Mme. Titine demek, ‘Colombe d’Or’ demekti. Benim tüm bunları bil­ mem gerekiyordu. Paris’te yaşamanın Abece’siydi bu tür bilgiler... Kolumun altında resimler St.Paul de Vence’a var­ dım. Mme. T itine’i buldum. Mon- tand’larm evine yerleştim. Mme. Titine hemen benimsedi beni. Yemekleri onun sahibi olduğu Colombe d’O r’da yiyordum. Her şey olağanüstüydü.

Birinci sergideki resimlerin tümü sa­ tılmıştı. İkinci sergi için Paris’ten getir­ diğim resimler de satıldı. Bunun üzerine ben de St.Paul de Vence’in üstünde kü­ çük bir ev kiraladım. Bir zamanlar bu yöreden bir papazın eviymiş. Çok hoş bir yerdi. Sahibesi de öyle.”

Yarın: Resm im birçok dilden

konuşuyor

VİZYON

DEKORASYON

Bahçe ve balkonlar için alışveriş •

İrem ve Selçuk Erez'in evi •

Haftaso-nu evlerinde mutfaklar • Vivet Ka-

• •

netti ve Öm er Uluç'un Arnavut-

köy'deki atölye-evi

• Akdeniz cam sa ­

natı • Dolmabahçe

Sarayı'ndan antika

cam lar • D o ğa n

Apartmam'mn öykü­

sü • Bedia ve Rasih

Nuri İleri'nin 3500

resimli evi • Belkıs

B a lp ın a r'ın evi •

M u a lla

Eyüboğ-

lu'nun evi • Değişik

tarzlarda sofralar •

Şevki V an lı ile bir

söyleşi • Ankara ve

İstanbul'da farklı eğlence mekanları

• Banyo için ürünler ve aksesuarlar

• Yokolan bir elişçiliği: Yorgancılık •

Osmanlı Sanatı'nda Bahar Sergisi...

Ç I K T I

a

’miar defterinden

kopuk sayfalar / 6

Y A Z A N

A B İ D İ N

Ağabeyim

Cenevre’nin en

iyi dansörüydü

E

v çok kalabalık. Ama evi asıl dol­ duran kardeşlerim.

Ali, yüksek alın­ lı, kıvırcık uzun saçlı, badem gözlü, ince burunlu, sar­ kık sarı bıyıklı, üç­ gen yüzlü çok gü­ zel adem. Alaycı mı alaycı bir genç. İşi gücü şaka ve bu şakaları ustaca çizgiye dök­ mek, yani karikatür çizmek; benzetileri şaşırtıcı (...)

Ali geceleri çıkar çok geç döner, kadınlara düşkün.

Ahmet, çok yakışıklı bir de­ likanlı. Kursad’da nice Arjan­ tinli tango ustasına pes ettir­ miş, nice genç kızı çıldırtmış, aşklarının yankıları eve kadar gelmiştir. Örneğin, İsviçre’de okuyan Betül adında bir ha­ nım kız, Ahmet’e umutsuzca aşık olduğundan iki de bir de intihar eder, fakat her seferin­ de kurtarılırdı son dakikada. Artık alışılmıştı. Briç oyna­ yanlar birbirlerine sorarlardı.

“Betül’den ne haber?... Üç

_ _ _

as pik... Ne yuttu bu sefer?.. Deklare edin efendim, bekli­ yorum... Hangi hastanede?”

Ahmet'in bu konuda hiç ku­ suru yoktu. Betül’den hoşlan­ mıyordu ne yapsm? Hem Be­ tül çok geçmeden yeni ve yine umutsuz bir aşka dalıyordu.

Ahmet hiç kuşkusuz Cenev­ re’nin en iyi dansörüydü. Ma­ dam lardan yana, beğen be­ ğendiğini, Kursad’da ve Dan- sant’larda...

Leyla Abla ise, Cenevre’de anamdan daha annem. (Bir ömür boyu talihim açık ol­ muştur bu konuda: Üç annem oldu birbiri ardından. Başlan­ gıçta Cenevre’de daha çok Leyla Abla, İstanbul’da Kadı anam. 1940’lardan sonra Gü­ zin’in annesi Ferdiye Hanım annelik ettiler bana.)

Leyla abla neşeli, becerikli­ dir. Evi o yürütür. Dükkanlara o gider, pastaları, çiçekleri, İs­ takozları o satın alır, kendi eliyle pastalar yapıp yetiştirir çay saatlerine. Bütün evin mutfağın, çarşının düzenini o idare eder, Etıüsk Kraliçesi

D ino Paris'te, sanatçı dostla rıyla ço k m utlu. Fotoğraf: A ra G üler.

edası ile. Yemek odası onun taht odasıydı. İngiliz yemek mobilyasını o seçmiş, aldır­ mıştı. Gümüş yemek ve şerbet takımlarını o getirmişti İstan­ bul’dan; tabaklar, bardaklar Limoges’du elbet, sofra kur­ maksa bir tılsımlı tören... Bir iyimserlik fırtınası estirir evin içinde. Duygusaldır.

A rif e gelince...

Bunca narin bir anadan, bunca kocaman bir çocuk na­ sıl doğar? Şaşılası şey doğru­ su. 100 kiloyu aşkın, Jüpiter heykelleri kadar görkemli, iri bir delikanlıdır Arif. Kimi gün

Jüpiter’e değil, Buda’ya ben­ zediği de olur. Sanki başka bir gezegenden gelmiş beklenme­ dik bir adam. (...) A rifin ya­ nında insanların çoğu cüce ve yavan. (...) Cenevre’ye gelin­ ceye kadar yaşantısı üstüne çok az şey biliyorum, aramız­ da 20 yaş fark vardı. Öyle de olsa kendisinden ya da aileden duyduğum rivayetlere göre, en ilginç çocukluk günlerini büyükbabası Abidin Paşa’nm yanında yaşamış...

Yarın: Bütün gençler

operet uzmanı

Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

 İlgili grupların kayıtları belli bir süre için (en ez beş yıl süreyle) muhafaza etme yükümlülüğü bulunmamaktadır.  Tüzel kişiler kendi gerçek

Mimariyi plâstik san'at ve inşaat bakımından ziyade içtimaî bir gö- rüşle mütalâa eden bu mimar denilebilir ki, mi- mariye yepyeni imkânlar ve ufuklar açmıştır. Fransada

• Hikaye: 4 yaş erkek hasta, 1 gün önce saçlı deride başlayan, kollara ve vücuda yayılan kaşıntılı döküntü nedeniyle Çocuk Acile başvurdu. • Özgeçmiş:

Etkin Pozitif Basınçlı Ventilasyona rağmen göğüs hareketi olmayan ve kalp tepe atımı artmayan hasta doğum salonunda entübe edildi. Tahmini Doğum Ağırlığı: 880 gr

Sınırın 35 dB olarak alındığı çalışmada, eşiğin 35 dB üzerinde olup, DPOAE saptanan va- kaların (Grup-3) sayısının özellikle 4000 Hz'de art- tığı belirlenmiştir..

Osmanlı Imparatorluğu’nun devrilip cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra yaşanan değişimler pek çok tarikatın ülkeyi terk etmesine ve birçok okulun kapanmasına yol

Din eğitiminin temellendirilmesine yönelik çalışmalar genelde iki amaca yönelik- tir: Bu alanın meşruluğunu ya da nasıl olması gerektiğini açıklamak.

SONUNDA HALİÇ'TEKİ TARİHİ FES­ HANE BİNASININ İSTANBUL BELEDİ­ YESİ MODERN SANAT MÜZESİ OL­ MASINA KARAR