18 NİSAN 1988
;
dîzî
GERÇEKTEN HEYBELİ, İSTANBUL'UN PRENS ADALARININ EN
İÇLİSİ, EN YASLISI, ÖLÜM ÇAĞRIŞIMLARINI EN ÇOK UYANDIRANIDIR...
Heybeline otuz yıl
selim İLERİ
ÜSEYİN Rahmi, o külyut-
maz romancı, küçük yaşta annesini kaybedince, bü- yükkannesiyle teyzesinin Aksaray'daki konağında ye tişecektir. Orada mahalleyi, cemaati, muhafazakârlığın ardındaki ikiyüzlülüğü, ka palı çevre yaşantısının entrikalarını usul usul dağarcığına biriktirir. Yeniyetmeliğinde bir ro man, bir de piyes yazar. Birikiminin yordamı na güvenmiş, cemiyetin sahtekârca tutumu nu yansıtmak istemiştir. Esercikleri yangın da kül olur.
Aksaray yangını korkunçtur. Emirgân’a ki racı çıkılır. Hafta ortası iskeleye yük kayığı yanaşır. Belleri bükük hamallar, dar ve dik merdivenli yokuştan yukarıya, kurtarılabilen eşyayı taşırlar. Eşya denilebilirse: “Çamurlar
içinde, otları, pamukları fırlamış minderler, döşekler, hurdahaş iskemleler, etajerler, eğ rilmiş büğrülmüş karyola parçalan, yalnız çer çevesi kalmış aynalar, kapakları açılmış, diş leri dökülmüş piyano...”
Kitaplardan hiçbiri kurtarılamamış, kâğıt parçasının ne kıymeti olabilir ki düşüncesiyle hepsi yangına terk edilmiştir. Oysa o kitap lar Hüseyin Rahmi’nin her şeyidir.
Evet, romancımız on altısında Mülkiye’- deki tahsilini sağlığı yüzünden yarım bırak mıştır. Yazı hayatına atılmaya isteklidir. Bir züppenin başına gelenleri irdelediği “Şık” ı koltuğunun altına sıkıştırır, Ahmet Mithat
Efendi’ye gider. Efendi, bu kadar toy torlak
bir delikanlının “Şık” gibisinden durmuş otur muş bir eseri yazamayacağı kanısındadır. Hü
seyin Rahmi’yi bir güzel azarlar. Genç yaza
rın gözlerinden yaşlar dökülür. Mithat Efen
di haksızlık ettiğini anlayıp merhamete gelir. “Şık” gazetede tefrika edilecek, Hüseyin Rah mi on beş altın lira telif hakkı alacaktır.
O günden sonra Hüseyin Rahmi için ko nularıyla, dönemleriyle, belirgin tipleriyle gör kemli bir yazı dünyası meydana gelmiştir. Ai le geçimsizlikleri, gelin-kaynana çekişmesi, harplerin cemiyet hayatında açtığı yaralar, Batılılaşmanın bir türlü toplumda yerleşeme- mesi, Batılılaşma özleminin tuhaflığı, batıl inançlar, fuhuş, kişinin bitmez tükenmez cin sel tutkuları alaycı bir dille ve hayli kalabalık bir kadro eşliğinde romana yedirilir. Ortaya, benzerine rastlanılamayacak bir külliyat çık mıştır.
Bu külliyatı satır satır okumak size düşü yor, dedikten sonra yazımızın bütün havası nı değiştiriyor, Heybeliada çamlıklarına doğru yayan ilerliyoruz. Bir ilkyaz günü...
ŞAFAK GAZİNOSU NDA LATERNA
£
İSTANBUL
Hüseyin Rahmi Gürpınar büyük bir töre romancısıydı. Yakın tarihimizin ya
şama biçimi, konuşma dili özellikleri, toplumsal hayatı konusunda, onun sayısı 80 kitaba varan toplu eseri hâlâ canlı bir tutanaktır. Kendi alanında gerçek bir şaheser...
BİR YALNIZLIKTIR
1
^
Hüseyin Rahmi misafirden, hele davetsizinden hiç
hoşlanmazdı... İnsanları iyi tanımıştı... Nice özgür
lük vaatleri dinlemiş, ileri yaşında "açık saçık” roman
yazdığı iddiasıyla mahkemeye düşmüştü... Evi, şimdi
müze... Bir sokağın, bir okulun da adı Hüseyin Rah
mi... Hepsi bu!
ta Heybeli’ye bu nedenler dolayısıyla yerleş miştir. Heybeli eşsiz havasıyla ünlüdür.
Zaten Aksaray’daki konakta yaşanmış yıl lar, bazı yazlar Heybeli’ye, kira evine taşına rak geçirilmiştir. Ada’nın sessizliğine tutkun
Hüseyin Rahmi bütün bütüne oraya yerleş
meye karar verir. Eserlerinden kazandığı pa rayla Heybeli’nin Burgaz’a bakan tepesinde bir köşk yaptırır. Köşk çamlıkla çevrilidir. Bu rası Ada’nın en yüksek tepesi, kuş uçmaz ker van geçmez bir mevkiidir. Köşkün etrafı çe peçevre balkonlarla donatılır.
POLKA VE MAZURKA
Çamların, servilerin koyu gölgeleri, loşluk ları arasında zaman zaman manastır, ayazma benzeri yapılar, hüzün veren yıprak bahçeler beliriyor ve kayboluyor. Kimileyin de mermer mezarlar derin bir sessizlik içinde bize bu dünyanın faniliğini, hırsların anlamsızlığım acı acı söylüyor. Lâkin ahret evleriyle oyala nacak vaktimiz yok.
Şafak Gazinosu’nun bahçesinde bizi hoş bir manzara bekliyor. Manivelayı kolu ile dön dürmeye gücü pek yetmeyen bir kız çocuğu sundurmanın altında laterna çalmaktadır. Biri erkek diğeri yine kız, iki çocuk birbirlerine sa rılmışlar, temposu gereğinden çok ağır, ke sintili perdelerden çıkan bir vals havasıyla oy namaya çalışıyorlar.
Şimdi arkamızda kaldılar. Hüseyin Rahmi
Bey, tatlı tatlı gülümsedi. Zira acımasız bir
alaycılıkla ele aldığı roman kişileri bir yana, bütün eserinde çocuklara, yaşlılara, kimse siz genç kadınlara, himayesiz insanlara dai ma derin bir merhamet duymuş, onları savun maktan geri durmamıştır.
Yolumuzu bezeyen bu yeşil ve sık, kop koyu çamlardan aşağısı birden deniz, çivit mavisi bir deniz. Bir ara gözümüze, doğal gö rünümüyle, odundan bir haç çarpıyor. Bu haç, Manastır'ın girişine nişandır. Muazzam mer merler; demir parmaklıklar altında kıyamet gününü bekleyen birkaç ölü...
Gerçekten de Heybeli, İstanbul’un Prens Adaları'nın en içlisi, en yaslısı, ölüm çağrı şımlarını en çok uyandıranıdır.
Kılavuzumuz Hüseyin Rahmi Gürpınar sağ taraftaki badanalı, taştan, ufak kiliseyi gösteriyor. Penceresinden içeriye bakıyoruz: Hazreti Meryem, kucağında oğlu, sağda sol da kandiller, kandillerin ölgün ışıklarla aydın lattığı aziz resimleri. Rüzgâr esiyor. Hüseyin
Rahmi Bey bu azizlerin, rüzgârın çamlardan
kopardığı iniltili sesle nice zamanlardan be ri sanki uyukladıklarını söylüyor.
Heybeliada üzerine duyarlı bir monogra fi kaleme alan Nejat Gülen, geçmişin o gi zemli beyazperdesinde Hüseyin Rahmi'yi de şöyle bir görür. Yazarımız, Nejat Gülen in ifa desiyle, ufak tefek, çelimsiz, sağlıksızdır. Hat
Fakat itiraf edelim ki Hüseyin Rahmi mi safirden, hele davetsizinden hiç hoşlanmaz. İnsanları tanımıştır, nice devirler geçirmiş, ni ce özgürlük vaatleri dinlemiş, hayli ileri ya şında açık saçık roman yazdığı iddiasıyla mahkemeye düşmekten kurtulamamış, köşe sinde çalışmayı her şeyin üstünde tutar ol muştur. Bizi kırmayacağını umalım...
Köşkün bahçesi çok güzeldir. Romancı mız toprakla uğraşmaktan, çiçekler, bitkiler yetiştirmekten haz duyar. Bir başka meşga lesi de tığ işi yapmaktır. Dantel örtüleri nice becerili hanımı kıskandıracak inceliktedir.
Salon, Avrupai tarzda döşenmiştir. Bura sı aynı zamanda yemek odası olduğundan ge niş bir büfe göze çarpar. Büfede değerli mar ka porselenler durmaktadır.
Çalışma odası tam üstümüzde. Avrupai yazıhane, kitaplıklar, divan, sedef kakmalı sehpalar, yastıkların işlemeli yüzleri yine Hü
seyin Rahmi’nin el eseri, duvarlardaki yağlı
boya tablolar da. Yazarımız piyano da çalar. Gençlik senelerinden kalma polka ve mazur
kaları terennüm etmekte ustadır. Şu fotoğrafı, üstadın çok sevdiği Emile Zola’nın.
Bize bu bilgileri veren Refik Ahmet Seven-
gil, “Hüseyin Rahmi geceleri on birde, on iki de yatar” diye devam ediyor, “Sabahları er ken kalkar, yıkanır, her gün muhtazam İsveç usulü jimnastik yapar, kahvaltı eder, sonra sa at dokuzdan itibaren öğleye kadar yazı yazar, öğle yemeğinden sonra ya hava iyi ise bir tur yapar, yahut da evinde oturup Fransız neşri yatını okur.”
Hüseyin Rahmi, Heybeliada’daki köşkün
de tam otuz bir yıl yaşayacak ve bu zaman di liminde hepi dopu bir gece İstanbul’da kala çaktır. “Kadın Erkekleşince” adlı piyesi Şe hir Tiyatrosu'nda oynanmakta, ilk temsilden sonra vapur yokluğu nedeniyle yazarımız Be şiktaş’taki aile dostu yaşlı bir hanımefendi ye misafir oldu. Yoksa, geceleri daima evin de kalmayı, kendi yatağında yatmayı tercih etmiştir.
Hüseyin Rahmi şehre indiği ender gün
lerde yayıncısı Hilmi Çığıraçan’ın Cağaloğ- lu’ndaki yazıhanesinden Ankara Caddesi’ne kırk, kırk beş dakikâ bakar, bu sûrede inanıl maz gözlemler biriktirir. Eserlerini küçük sa yılabilecek bir çevreden çıkarır. Müsvedde kâ ğıtları hep bir boydadır, senelerden beri. Si yah mürekkeple yazar, ileriki yıllarda bile dak tilo kullanmaz.
YARIM ASIRLIK ARKADAŞ
Köşkte dul yenge Aliye Hanım’la kızı Ba yan Safter, üstadın yarım asırlık arkadaşı mü tekait miralay Hulusi Bey, bir de hizmetçi ya şamaktadırlar. Aliye Hanım, Türkçe söyleşi yi enikonu cerbezeli bir hanım. Her ne kadar yabancılara başörtüyle çıkma geleneğini
ko-Heybeliada’nın
yüksek bir
tepesindeki Hüseyin
Rahmi evi bugün
kimseciklerce
ziyaret
edilmemektedir.
Sanatçısına karşı
saygı duymayı bir
borç saymayan
toplumumuzda bu
durumu doğal
saymak gerekecek
herhalde. Dört bir
yan ıssız...
ruyorsa da, çabuk kaynaşıp bembeyaz saç larını örtmekten cayıveriyor. Aliye Hanım, Heybeli’de olup bitenleri bir dedektif titizli ğiyle izliyor ve pek tatlı dedikodu yapıyor.
Zaman zaman sinir oynatıcı tartışmalar la uğraşmak durumunda kalan romancımızın frenleyicisi, biricik arkadaşı Miralay Hulusi’ dir. Necip Fazıl’a okkalı bir yanıt... Refik Ah
met, meselenin büyümesinden çekiniyor. Hu lusi Bey şöyle diyecektir:
“Bendeniz Rahmi Bey’in verdiği cevabı hiç münasip görmüyorum. Onun içindir ki ak şam gazinoda müsveddeyi size verdirmemek istedim. Mesele alevlenecek, imzalarını ga zetede görmek isteyenlerden birçokları mü nakaşaya kalkışacaklar. Müsveddeyi müret tiphaneye vermemenizi rica ederim. Rahmi Bey’e söz anlatmak cihetini bendenize bıra kınız. O, çok güzel bir roman yazmakla meş guldür. Bu meşguliyeti sektedar etmeyelim.”
Gerçekten çok güzel romanlar yazan Hü
seyin Rahmi’miz çalışırken tam ve kesin bir
sessizliği gereksinirmiş. Heybeli'nin bu yük sek köşesinde insan sesi pek işitilmiyor ama, arsız kediler kıyametleri koparmakta. Horoz ötüşleri de cabası. Hüseyin Rahmi, yengesi
Aliye Hanım’a sesleniyor:
“Aliye Hanım, Aliye Hanım rica ederim şu kediler deminden beri kavga ediyor, susturu- verin!”
Daima eldiven giyen, ayakkabılarının üs tüne daima tozluk takan büyük yazarımız ola ğanüstü kibar bir beydir. Refik Ahmet’in yo rumu: “Çocukluğu eski İstanbul hanımları
arasında geçmiş, aradaki yarım asırdan hay li fazla olan zamana rağmen o hayatın tesir lerini jestlerinde kuvvetle muhafaza ediyor, gün görmüş, ananeye sadık, kibar bir İstan bul hanımefendisi gibi ekseriya ellerini ya diz lerinin üstünde, ya göğsünün üstünde kavuş turarak oturur, gülerken parmakları birbirine bitişip güzel bir siper haline gelen bir eli ile ağzını örter, kahkahaları küçük, sessiz ve ki bardır, dudaklarında sönen gülmesi bir müd det de gözlerinde devam eder.”
Ne var ki, gün gelecek, gülümseyişler ebediyen sönecektir. Hulusi Bey de Aliye Ha
nım da Hüseyin Rahmi’yi yalnız bırakırlar. On
lar şimdi Heybeliada’nın Abbaspaşa Mezar lığında, serviler altında Büyükada'ya ve Mar mara’ya karşı sonsuz uykularına dalmışlardır. Yarım asırlık arkadaşın mezar taşına Hüse
yin Rahmi’nin içli sözü yazılır: “Burada uyu yor / Mütekait Miralay Hulusi Bey / 1860- 1933”. Hüseyin Rahmi, “Bizi doyuran toprak nihayet bizimle doyuyor, çok hasis alacaklı”
demekten kendini alamaz. “Gönüllere mezar
lara gömülü ne kadar sağ insan var.”
Otuz bir yıl Heybeli’sinde yaşayan üstat buralarda artık duramaz. Yağmurun boyuna yıkadığı çamlar çıldırtıcıdır. Gökten sanki damla damla kasvet yağmaktadır. Kalabalığı içinde tek başına kaldığı yurdundan bir süre için ayrılır, leyleklerin göçtüğü, kırlangıçların uçtuğu ehramlara gider. Gözyaşlarını biraz da çölün kızgın kumları üstüne serpmek iste mektedir. Dönüşte bütün zamanlarını anıla rına, Miralay Hulusi’yle Aliye Hanım’ın me zarlarını ziyarete adar. 1944’te arkadaşının ya nındaki mezara gömeceklerdir Hüseyin Rah- mi’mizi. Mermerden yapılmış yedi kitabın be zediği taş ilgisizlikten kırılmış, iki kitap kay bolmuştur. “Tesadüf, Şıpsevdi, Mürebbiye, İf
fet, Şık” şimdilik yerli yerinde. Parkta bir büst.
Ev, müze olmuştur, geleni gideni, arayıp araş tıranı yok gibi. Bir sokağın, bir okulun adı Hü
seyin Rahmi. Hepsi bu.
YARIN:
SICAK YAZDA PLAJLAR
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi