M U S İ K Î
Yeni Türk
Z M a r i : İ $ 3 J
Musikimizde «çok sesli çığır» mesele-' sini A nkara Halkevinin konserinde bir defa daha düşünmeğe fırsat bulduk. Ö y le sanıyorum ki yeni musiki, çığırının bel- libaşlı bestekârlarına da, dinleyicilerine de pek çok şey düşündürdü ve öğretti. Kendi hesabıma dostlarımın fikir ve ruh mahsulleri karşısında duyduğum zevk kadar, onların individüel tezadların aza misi içinde elele tutuşmuş karakterlerini günlerce ve heyecanla düşündüm. Bu te- zadlar onları meslekî hayatlarında büyük ihtilâflara sevkedecek kadar kuvvetli ol makla beraber, müşterek bir vasfı öylesi ne taşıyorlardı ki, konser sonunda biraz yorulduğumu bile davanın lehine kayde derek ve sevinerek itiraf ederim.
Hepsi de bir yol üzerinde birleşmişler, ayni şeyi yakalamışlardı. Bu sarp yolda bazan başka başka adımlar attıklarını zannederler ve birbirlerine çarparlarsa korkmamalı. Tırmanmanın yakıcı ihtira sına malik oldukları müddetçe, yol gittik çe düzleşecek, tatlilaşacaktır. Hepsini tebrik ederiz. Fakat çok güç vaziyettedir-1 ler. Daha doğrusu bu musiki meselesi, çok güç mesele!.. Niçin?
Şöyle sür’atle düşünelim: Tanzimat-tan sonra edebiyatımızda Avrupalılaşmak gidişi Şinasiden Peyami Safaya kadar tatlı, inhinalı ve normal bir seyir takib etmiştir. T a Etem Paşadan tutun, Recai- zadeleri, Hâmidleri, Edebiyatı Cedideci- leri, Fecri Aticileri, iriliufaklı bütün mü messilleri, mektebleri, priyodları, zâf ve kuvvetlerile ne güzeldir.
Resim san’atına gelince: «Çallı» nm müstehzi ve sonsuz neşesi ve hemen bütün ressamlarımızın malik oldukları tabiî inki şaf muvazenesini, ressam ve heykeltraşm hiçbir an’aneye bağlı olmaması sebebine atfetmek, önce biraz garib görünse de a- caba pek yabana atılacak bir fikir midir? Türk musikişinasının parlak ve azametli bir şark dünyasının ritmini vuran kalbini merhum Namık İsmail, hatırlarsınız, ne j kadar yanlış anlamıştı. Namık, bu ritmi hiç duymadığı, Musa Süreyya merhum ise kendisini korkutacak derecede şiddetle duyduğu için ayni yerde (birleşmişlerdi.
' * ■ yt*1
san’atkârı
Yazan: MES’UD CEMİL
Ressam, birkaç minyatürden başka hiçbir şeye tutunamadığı için zayıf bir toprağa dalamıyan kökü üzerinde bodur bir ne 4
bata, musikişinas ise kökleri çok derinliğe gömüldüğünden dolayı dallarını uzatamı- yan ağaca benziyor.
Edebiyatta, Tanzimâttan sonraki ted ricî tekâmül zincirinin halkalarını teşkil eden san’atkârlar ve bunların, tenkidi ol dukça muvaffakiyetle yapılmış mekteble ri var. Musikide ise bu, aydınlıktan tama men değilse bile haylice mahrum bulunu - yoruz.
İtalyan mızıkasının sarayla ahbablık tesisinden sonra, İsmail Dede, Şakir A- ğa, Emin A ğa ve diğerleri bu yeni arka daşla iyi komşuluktan çekinmediler. O zamanki İtalyan hocalarının saraya getir dikleri musiki de zaten en hafif armoni refakatinde Adriyatik sahillerinin melodi leri olduğu için armoni tarafını bir (bid’ati frengâne) sayarak hatta ona dikkat bile etmiyerek yalnız melodik çeşnisile kendi sengin ve yürük semailerini hatırlatan hafif ve eğlenceli üçlü ritmin dinamizmi ne tebessüm ve ona müsameha ettiler. Bi? çocuk safiyetile onunla oynadılar, işte (K ârı nev), (Gene bir gülnihal), (A - cem aşiran peşrevi ve semaisi), (H oş ya ratmış bari ezel) şarkısı ve ilâh... Bu eğ-ınceli başlangıç imparatorluğun son pa rıltıları arasında H acı A rif ve Şevki Bey lerde bir nevi (Anakreontizm) oldu ve Tanburî Cemilde bir türlü boşalacak yer bulamıyan bir ıstırab ve ihtiras haline geldiği için kendi kendisinin romantizmini yaptı. Bu hareketin eser halinde şuura çıkışı, evvelki hazırlığı da hesaba katmak sartiie, Cumhuriyet devrine tesadüf edi - yor ve işte asıl davanın kendisile ancak şimdi karşı karşıya bulunuyoruz. Çok de rin bir tahlil ve tetebbüe lâyık olan ve maalesef geniş ölçüde şimdiye kadar ya pılmamış bulunan bu enteresan hareketi bu makalede daha fazla kurcalamağa im kân yok. Günün vak’asma bakalım.
i^lül
aanyanın her yerinde ayni kanunların hükmünde olamıyacağı gibi ne metodu, ne de poligonu mücerred mefhum olarak birbirinden üstün değildir. Tahmin edile
bilir ki an’aneden tevarüs ettiğimiz sesi san’atımiz oktavı yirmi dört gayrimüsavi kısma ayıran lâhnî sistemi ve mevlûdî o- lan makamlarla ve hususî ikalarla meto - dik üslûbda da kalsaydı gene bir suretle tekâmüle devam edecekti. O halde ara dığımız nedir? Bu doğurmak sancıları?
Zannederim ki biz, çok sesli üslûbu sa dece onun zenginliğine inandığımız için r1eğil, ayni zamanda, belki daha ziyade, form ve dinamizmi ile beraber (modern) olduğu için istiyoruz. Bütün münevverler ^unda aklen birleşmiştir. Fakat ekseriya istedikleri şey eser halinde karşılarında bulunduğu zaman anlamazlar. Umumî musiki kültürü, başka kollardan san’at- kârlar da dahil olduğu halde, güzide mü nevverlerimizde o kadar azdır ki musiki eserleri karşısında adeta sekiz yaşında ço cuk gibidirler. Fakat bundan dolayı hiç kimseyi kabahatli bulmağa hakkımız yoktur. Hepsi mesleklennde kıymetli in - sanlar olduğu halde çocukluk ve ilk genç likten itibaren aldıkları umumî edekasyo- nun güzel san’atlar bakımından pek fakir olması dolayısile bu husustaki telâkkileri pek geride kalmıştır. Öyle münevverleri mize rasladım ki tango ve fokstrotlara türkçe güfte tatbik ederek halkı ve genç liği bu vasıta ile garb mızıkasına alış - tırmak fikrini büyük bir iman halinde ta şıyorlardı. Tango havasından Bethofen’e vâsıl olmağa kalkışmanın çıkmaz sokağa girmekten, helvacıkabağı dikip Diyarba kır karpuzu yetiştirmeğe çalışmaktan farklı olmadığını bu yaşlı başlı kıymetli ve muhterem zevata nasıl anlatmalı?
— Canım biz bundan hoşlanıyoruz. Fazlasından zevk duymuyoruz. Yavaş yavaş! diyorlar.
Şu (yavaş yavaş) da şuursuz bir haki kat gizlidir. Bunu biraz sonraya bıraka lım.
Fakat ah bu (hoşlanmak!) Mukaddes san’atm dumanlı bir kafa ile derimizin sathında kalan ürperişlerle sadece (hoş lanmak) tan uzak birşey olduğunu duy malı ve anlamalıyız.
Oenclığm buyuk bir kısmı da böyledır. I Kalbleri yalnız iki tango, üç fokstrot ve bir (Lambeth W alk) havasile üstüste dans ettikleri zaman çarpıyor.
Kütleye gelince: Habersiz ve alâka - sızdır. Ankara Halkevinin sayın Başve kilin nutkundan sonra takdim etitği güzel ve manalı konser programını dinlemek için içeride yer bulamıyan yüzlerce va - tandaş merdivenlerde ve Evin etrafında bekliyordu. Bu kalabalığın yarısından fazlasının programın birinci numarası olan Cemal Reşidin (Karagöz süiti) ni, (K a ragöz oyunu) zannettiklerini yakinen bi liyorum. H atta kapıda çocuklarını bu güneşli pazar günü Halkevinde oynana cak mükemmel bir Karagöze getiren bir baba ile kapıda bulunanlar arasında bu anlaşmamazlığm münakaşası yapıldığını bile işttim. Cemalin Karagöz süiti ile baş layıp Adnanm (Sihir raksı) ile biten programdan sonra dinleyiciler yerlerinden kımıldamadılar. Ellerindeki programın sarahatine rağmen herkes hâlâ Karagözün ışkırlağını bekliyordu.
Nekadar canlı ve düşündürücü bir h al! Sanıyorum ki kıymetli bestekârlarımız bir asırlık gerilemeden sonra ansızın fazla ile ri gitmişler, birçok sebeblerle henüz ken dileri kadar ön saflara ileriliyemiyen bir püblik için, hatta elit Avrupa püblikleri için bile fazla cesur bir kalemle yazmağa başlamışlardır. Fakat düşünmelidirler ki onların an’anevî Karagöz gibi ebediyen cazib olmalarındaki sihir, belki tedricî tekâmül kaidesile coşkun hamlelerini, bil gi dolu kafalarını Karagözün popülarite sini aramak ve bulmak için sarfedecekleri himmet ve fedakârlıkta gizlenmiştir.
Söylemek kolay, yapmak güçtür. Ge ne itiraf edelim, fakat gene söyliyelim:
Bir taraftan öğretici vasıtalarımızla, e- saslı kültürle, mürekkeb ve yeni her esere karşı fizikteki atalet kanununa benziyen, hatta red ve isyana kadar giden reaksi- yoncu, inadcı ve tembel haleti ruhiyeyi ilerici, mütecessis ve cevval sıfatlarile va sıflandırmak lâzım. Bir taraftan da bu gayreti kolaylaştırmak için bestekârların daha kolay eserler vermeleri gerek.
Kolay eser ne demek? Yanlış anlaşıl-1 masın! Onlara (Rum ba) yazsınlar de miyorum. Ancak, (form) da daha kü - çük, icra imkânlarında daha iddiasız ve sade eserlerden bahsetmek istiyorum. Fakat (kolay) m bu tarzda tarifile sevgi li arkadaşlardan istediğim şey, beni de korkutuyor: Sehli m üm ini!
Mes’ud Cemil
NOT:
Sempatik bir musiki amatörü (Ulus) ta (Adnan Saygın) ın (Sihir raksı) için (ato nal) demiş. Söylediği şeyin manasını daha iyi anlıyacak kadar musiki meşguliyetine devam ederse günün birinde, ayni eserin karşısında bu bayın (atonal) yerine «Aaaü tonal?!» suretinde fikrini değiştirmesi icab edecektir.
-4____________________