teker
M İ L L İ Y E T Ç İ F İ K İ R V E E D E B İ Y A T D E R G İ S İARALIK 1976 5 0 0 KURUŞ
hanetirmck bıâuvnaktan kıvanç duyar
Mobil Gaz
SİZİN HİZMETİNİZDE
SATIŞLA BİTMEYEN DOSTLUK
Yazan:
İstiklâ! Marşımızın Büyük Şâiri
Mehmet Akif
Kabaklı
Ahmet
HAYATI
Şahsında çalışkan, bilgili ve bil hassa inandıklarını yaşayan bir insan örneği vermiş ve Türk şii rinde millî-ahlâki-dinî yeni bir çığır açmış olduğunu göreceğimiz Mehmet Âkif, 1873 yılında İstan bul’da, Fâtih’e yakın Sarıgüzel hailesinde doğdu. (Sonradan bü yük bir yangında harab olan bu semtin ortasından bugün Vatan Caddesi geçmektedir.)
Türk - Müslüman orta halli ve yoksul halkımızın Fetih’ten beri kalabalık bulunduğu bu çevrede doğup yetişmiş olan Mehmet Akif, muhitinin gerek ruhaniyetinden, gerek perişanlık, bakımsızlık, yok sulluk durumlarından gerekse ge leneklerinden çok şeyler edinmiş tir. Denebilir ki Sarıgüzel mahal lesinin sefaleti, dedikoduları ah lâkî geriliği, manzarası, mabedi, iç ve dış yaşayışları, biçare ihti yarları bakımsız çocukları, bazı kaygısız zenginleri, İslâm Türk ru hunu hazmetmemiş sarhoşları, ipsizleri vs. başlıca bir kaynak ola rak Mehmet Akif’in isyancı, mil liyetçi, İslâm ve sosyal bütünlük halindeki şiir sanat gücünün mü şahede alanı olmuştur. Sonraları bütün Türklük ve İslâmlık âlemi ni kuşatıp genişleyen Safahatı nın alt yapısını teşkil etmiştir.
Mehmet Akif’in babası «Fatih müderris ve mücizlerinden (ica zet, izin veren) İpek’li «Temiz» Tahir Hocadır.
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak Vücudu zinde fakat saç sakal
ziyadece ak. diye tasvir ettiği babası ile, sekiz yaşından itibaren Fatih camiine devama başlamıştı.
Annesi ise, Buharalı Mehmed efendinin kızı, Tokat’ta doğmuş H. Emine Şerife hanımdır. Rüşti- ye’de kendisine çok tesir eden Türkçe Hocası Kadri Efendi’yi «O çapta bir adam, tek nasihati ile insanın hayat istikâmetini değiş tirebilir» diye öğmektedir.
Mehmet Akif’in çocukluk ve mek tep günlerine ve bazı memuriyet lerine, zevklerine, tutkunluklarına dair özlü ve kısa biçimde verdiği bu bilgiye ek olarak, her safhası hizmetlerle dolu bazı yaşama yıl ları içindeki eser ve gayretlerini, biraz tafsilâtlı olarak biz anlata cağız:
Asıl şiirlerini 1908 den sonra yayımlamaya başladı. Aynı yıl İ t tihat ve Terakki Cemiyeti’ne gir di. Darülfünun’da edebiyat mü derrisliği yaparken Sırat-ı Müsta kim dergisinin başyazarlığını da aynı yıllarda kabul etti. 1911 de Safahât’m ilk bölümünü çıkardı.
1912 yılı sonlarında iki aylık Mı sır seyahatini Medine’ye kadar uzattı. Dönüşünde, müdürünün haksız yere işten atılmasına kıza rak Baytar Dairesi müdür yardım cılığından istifa etti.
I. Dünya Harbi sırasında, itti hat ve Terakki’ye bağlı Teşkilât-ı Mahsûsâ’mn aracılığı ile Alman lar tarafından Berline davet edil di. Almanların bu davetten mak satları Ingilizlerden esir alman müslümanlara «iyi muamele ya pıldığını» Mehmet Âkif gibi şair ve gazetecilere göstererek Islâm
dünyasının sevgisini kazanmaktı. Bu seyahat, edebiyatımıza 5. Sa- fahât’taki Berlin Hâtıralan’nı ka zandırdı. Almanya dönüşü yine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Ne- cit’e gönderilen Âkif, Medine’ye de uğrayıp Hz. Peygamber’in rav- zâ’smı ziyaret etti. Çok istediği halde, Mekke’yi göremedi. Dönü şünde, dinî heyecan ve ürperişle rin ifâdesi olan Necit Çöllerinden Medine’ye şiirini yazdı. Daha yol dayken müjdesini aldığı Çanakka le zaferinin sevinciyle, Şehitler’e seslenen muhteşem şiirini meyda na getirdi.
Mütareke devrinde ve hele İz mir’in işgalinden sonra büyük üzüntülere düştü. Fakat Sebilür- reşad (eski Sırat-ı Müstakim) dergisini Türk kurtuluş şuurunun alevli bir organı haline getirerek «25 asırdan beri hiçbir vakit is- tiklâlsiz yaşamamış olan milleti mizin» esir olamayacağına dair imânını cesaretle haykırdı. Nite kim Anadolu’nun Yunan’a karşı ilk direnişleri de Çanakkale zafe ri kadar büyük ümitler vermeğe başlamıştı.
Yurtsever şair, ilkönce Balıke sir’e gitti. Cami kürsülerindeki vaazlarıyle halkın gayretini art tırdı ve maneviyatını yükseltti. Balıkesir, onun, İstiklâl Mücadele sine, fiil halinde ilk katılması olu yordu. Bu hâl Damat Ferit hükü metinin hoşuna gitmedi. Nitekim onu Dârül - Hikmet il - Islâmi- ye’deki memurluğundan azletti ler. O ise Balıkesir müslüman hal-
(Lütfen sayfayı çeviriniz) TOKER — 5
kının yiğitçe direnişinden duydu ğu sevinci dergisinde sıra yazılar halinde neşretti. Hindli müslü- manlardan Hüseyin Kıdvay’m Anadolu mücadelesini öven ve İn- gilizleri yerlere geçiren eserini (damadı Ömer Rıza Doğrul’a) giz lice çevirtip bastırarak Anadolu’ ya dağıttırmak suretiyle fikir hiz metlerinden birini daha başardı. Nihayet bir gün Sebilürreşat sahibi genç ülkü yoldaşı Eşref Edip Beyi yanma çağırarak Ana dolu mücahitlerine katılacağını şöyle haber verdi:
«— Artık burada duracak za man değildir, gidip çalışmak lâ zım. Bizim tarafımızdan halkı tenvire ihtiyaç varmış. Çağırıyor lar. Mutlaka gitmeliyiz. Ben ya rın Ankaraya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle top la Sebilürreşad kılişesini al, ar kamdan gel. Meşihat’takiler ile de temas etme. Harekât-ı milliye aleyhinde bir halt etmesinler.»
Mehmet Akif’in Anadolu’ya ge çişi müjdesini Kastamonu Açık göz gazetesi çok önemseyen ve se vinç ifade eden şu satırlarla bil diriyordu:
«Sebilürreşad başmuharriri bü yük İslâm şâiri Mehmet Akif Beyefendi’nin Ankara’ya vasıl ol duğu Ankara gazetelerinden okun muştur. Zulme, hakarete taham mül edemiyerek ailesini, refahını İstanbul’da terk ile Anadolu’ya firar eden bu vicdanlı şairin Ana- dolumuzun ahvalini şiirleriyle te rennüm etmesini temenni ederiz.» Ankara’ya 9 Mayıs 1920 de var mıştı. O sırada Konya’da tahrik edilen bir isyan haberi üzerine, halka nasihat vermek ve Millî Mücadelenin lüzumuna inandır mak için oraya gönderildi. Konya şehri, Türk - İslâm şairi Mehmet Akif’i coşkunca karşıladı. Cami kür sülerindeki ihtişamlı vaazları ile bazı yanılmışları uyarttı. Oradan Kastamonu’ya geçip Nasrullah Ca mimdeki ünlü ve uzun hitabesini yaptı ve bunu birçok imân dolu hitabeleri takibetti.
Bu sırada Birinci Büyük Mîllet Meclisi’ne Burdur mebusu seçilerek Ocak 1921 de Ankara’ya döndü. An kara Tacettin Şeyhi’nin, kendisine
büyük saygısı dolayısıyle tahsis et tiği Tacettin Dergâh’mda, bütün mebusluk dönemini geçirdi. Akif bilhassa bu zaman içinde, Anadolu- nun düşmanlarca çiğnenişinden duyulan hüzünleri; müstevlilere karşı yönelen büyük imânla kuv vetlenmiş azimleri dile getirdi. Ye nilme hâlinde bile istiklâle doğru lan ümitleri ve büyük zafer sevinç lerini, halkın manevi nabızların dan alarak gelecek yüzyıllara nak leden vatan şairimiz oldu. Edebi yatımızdan Akif’in şiirlerini çıka rırsanız, Çanakkale şehitlerinin «hayasız akmlara» karşı o eşsiz da yanışından ve bir ülkeyi milli-dînî iman birliği ile kurtaran istiklâl se_ ver milletin şahlanışmdan elde yalnız birkaç inilti ve söylenti ka lacaktır. Mehmet Akif I. Dünya Harbi ve Kurtuluş Çağı Türklüğü nü hüzün, umut ve sevinçleriyle edebiyatımızda tek başına temsil ve terennüm eden benzersiz şair dir.
Akif’in Çanakkale zaferini anıt laştıran şiiri Şehitler için yazdığı
destan ise; Anadolu kurtuluşunu en kara günlerde imanlı bir ümit sezgisiyle ve irade gücüyle teren nüm eden şiiri de İstiklâl Marşı’- dır. İstiklâl Marşı’nm yazılışı ve kabul edilişini, Mehmet Akif’i iyi anlayan hayran dostu şair Mithat Cemal’den okuyalım:
«İstanbul’da (bazı) gazeteler (ve siyasîler) manda isterken Akif’in göğsü, bir gün Ankara’da yazacağı İstiklâl Marşı ile doluydu. Yalnız, marşın sesini Ankara’da buldu.
Bu henüz sesi bulunmayan marş için Maarif Vekâleti müsabaka aç tı. Fakat 724 şâirin girdiği yarışı, kazanacak olan şair, tuhaf bir se beple henüz girmiyordu. Çünkü ka zanana para vereceklerdi. Akif na sıl girerdi? Memleketin kurtulaca ğını para ile mi söyleyecekti?
Maarif Vekili Hamdullah Suphi’ ye göre, Marşı’ Akif yazardı. Yal nız ikramiyeli bir işe Akif’in gir meyeceğini biliyordu. Ve onun bu ikramiyeyi almamasını, şu mektu bu yazarak temin etti:
«Pek aziz ve muhterem efendim, İstiklâl marşı için açılan müsa bakaya iştirâk buyurmamalarında- ki sebebin izalesi için pek çok ted bir vardır.
Zâtı üstadânelerinin mat lup şiiri vücude getirmeleri, mak sadın husulü için son çare kalmış tır. Asil endişenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıta sından mahrum bırakmamanızı ri ca ve bu vesile ile derin hürmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim efendim.»
(2 Şubat 1337, Umuru Maarif Ve kili Hamdullah Suphi)
Bu mektup üzerine şiir artık iş değildi ve Akif, müsabakaya girdi.
Uzun yıllar sonra hastalığında ona,
— Bu şiiri niçin Safahât’a koy madın? dedim.
— O benim değil, memleketimin dir! dedi.
1923 Mayıs’mda Ankara’dan İs tanbul’a dönerek Sırat’ı Müstakim (Sebilürreşad)ı çıkarmaya devam etmek istedi, fakat şiddetli sansür, yazılması gerekenleri önlüyordu. Bunun üzerine dostu ve hürmetkâ- rı Abbas Halim Paşanın davetini kabul ederek Mısır’a gitmekten başka çare bulamadı. Bundan son ra ilk iki yazını İstanbul’da geçir di ise de 1925’ten sonra devamlı olarakr Mısır’da yaşamak gereğini duydu. Belki de buna mecbur ol duğunu sezdi. Şapka giymemek için yurdundan ayrıldığı söylentisi bir uydurmadan ibarettir.
İSTANBUL’A DÖNÜŞÜ VE ÖLÜMÜ
Bedbinlikleri ve ümitsizlikleri Şair’i ıstıraplı hastalığa sürükledi. 1935 te siroz teşhisi koydular. Te daviler ve hava değişimleri bir işe yaramadı. Gittikçe ağırlaştığını hisseden Akif, gurbetelde ölmek kuşkusuna tutuldu. 1936 Haziranın da bayrağı, dili, manzarayı ve top rağı özleyiş ve vatanına gömülmek iştiyakiyle vapura binip geldi. Dö nüşü, o zamanın Türk basınında karakter sahibi kalemler tarafın dan büyük heyecanla ve sansüre rağmen sevinçli övgülerle karşılan dı. Birkaç onursuz ve iftiracı yazı da, tabiî o sırada neşredilmiş bu lundu.
Yakınları onu bir süre hastaha- neye yatırdılar, sonra Alemdağı’n- daki köşke götürdüler. Her ne ka dar itina edildiyse de o zamanm tıbbî imkânları, hastalığı iyileştire.
cek gibi değildi. 27 Aralık 1936 da büyük İstiklâl şairimiz, milletinin kendisini ne kadar çok sevdiğini dahi bilemeden ve edebiyatımızda en büyük yerlerden birini aldığın dan habersiz olarak gözlerini ka padı. Son nefesini verirken, hiz met ettiği, öz vatanında ölmenin huzûru içindeydi.
Bu milletin İstiklâl, hürriyet, kül tür ve îman üslûbuna hasım olan lar, Mehmet Akif’in cenazesine kar şı bile kötü işler işlemekten geri durmadılar. Ettiklerini uzun uza
dıya anlatmanın faydası yoktur. Türk - İslâm şairi Akif’in cenaze sinden bile korkanlar, kendi bâtıl ve bölücü gayeleri bakımından hak_ lı sayılabilirler. Çünkü Akif, millî şuur ve duygunun alınmaz bir ka lesi olduğunu ölümünden yarım asır sonra dahi bütün bir milletin sözcüsü durumuna gelmek suretiy le göstermiştir. Çünkü onlar iste se de istemese de, vatanın burçla rına çekilen bu istiklâl bayrağı Türkün ordusunca, büyüklerince, gençleri ve çocuklarınca selâmlan- maktadır. Onu hiyle veya fesat ile İndirmek İsteyen eller olacak ama o eller, bu cinayeti başaramayacak tır.
Bir «fukara ölüsü» gibi onu (ki Akif bununla öğünürdü) sessiz ve gizlice gömmek istediler. O zama nın gençliği bir çığ gibi koptu, ih tişamlı bir namaz’dan sonra tabu tu dalgalar üstünde zafer gemisi gibi galeyanlı omuzlar üzerinde gö türülüp Edirnekapı Şehitliği’nde sevdiği arkadaşı Ahmet Naim Bey’- in yanma gömüldü. Gençler me zar başında ve büyük ürpermeler içinde birkaç kere İstiklâl Marşı’nı söylediler.
Hem fâtiha, hem millî destan, hem kurtuluş hem diriliş hem de duygusu olanlara karşı öldürücü sitemler ifade eden o Marş, yaza nına çok yakıştı. Zira, cesedi çü rürken «ruh-ı mücerrit gibi fışkı ran» varlığı milletine Hak yolunu göstermeğe devam edecekti.
Dostu, astronom Tahir Gökmen’- in, ayni zamanda vefatına tarih düşüren şu eşsiz kıtası ile Akif’in biyografisine son veriyoruz!
Mum gibi yandı ciğer çünkü vatan türküsünü Hep geçen kapkara günlerde
terennüm etti. Çıktı kırklar, bir ağızdan dediler
tarihin İçimizden vatanın şairi Akif gitti. (1355)
Akifie İslâmlık ülküsü
Mehmed Akif’in, İslâmlık Ül- küsü’ne getirdiği yenilik ve hare keti görmeden önce Türk cemiye tinde eskiden beri fiil halinde var olup da Tanzimattan sonra fikir plânına çıkmış olan İSLAMCILIK akımını kısaca tanımamız gerek mektedir.
Meşrutiyetken sonra Gökalp, nasıl hayali bir Turancılığı yıkı lan imparatorluğumuzun yerine koymak istemişse, Mehmet Akif ve Sıratı Müstakım’da yazanlar da İslâm birliği’nin bizi tekrar büyük devlet yapabileceği fikrine gönül vermişlerdir. Meşrutiyetin bu her iki ideal görüşünde, Os manlI İmparatorluğunun yıkılı şından sonra «küçük devlet» olup kalmaya razı olmayan münevver lerin tekrar büyümek hasreti bu lunmaktadır.
Tarih içinde İslâmcılık, Osman lI devletinin temeldeki bir hedefi dir. Bu imparatorluk ırklar-dinler ve mezhepleri kaynaştırmaya ça
TOKER'İN 100 BÜYÜK EDİP-ŞAİR DİZİSİNDEN
MEHMET ÂKlF
Yazan: Ahmet KABAKLI
• 4. Baskı • 15 Lira DAĞITIM: ANDA ve M illî Eğitim Bakanlığı Yayınevleri
lışırken İslâmlığı bütün dünya ya yayma hedefini de sebatla yü rütmektedir. Savaşlar «Allah a- dım yükseltmek, Hz. Muhammed’- in ezanını ve İslâm nûrunu» dün yaya yaymak için yapılan «cihât» Iardır. Hele Yavuz Sultan Selim’- in Hilâfeti benimseyip OsmanlI hanedanına getirmesinden sonra Türkler, İslâm ümmetinin öncü sü, akıncısı ve koruyucusu duru muna geçmişlerdir. Kanunî Sul tan Süleyman Avrupa krallarına yolladığı fermanlarda bütün İs lâm âlemi adına konuşmaktadır. Hıristiyan dünyası da Türk İm paratorluğuna İslâm’ın temsilcisi ve büyük kudretli devleti gözüyle' bakmaktadır. Hattâ İslâm ve Türk kavramları zihinlerde birbirine karışmıştır.
İmparatorluğun iç düzeni de İslâmî bakışa ayarlanmıştır. Bir kere Osmanlı uyruklarının büyük kısmı (Mısır, Arabistan, Anadolu, Güney Afrika ve bir kısım Balkan halkları) müslümandır. Bu müs- lümanlar; bütün hak ve yüküm lerinde Türklere eşit tutulurlar. Ümmet kavramı Millet’in yerini tutmuş yâni; din ile milliyete ay nı gözle bakılmıştır.
Bildiğimiz gibi, bu hal 1839’a kadar sürer. Gülhane Fermanı ile Hıristiyan tebaya yeni haklar ve rilir. «Soy, din ve mezhep farkı gözetilmeksizin» bütün OsmanlIla rın, kanun ve nizamlar karşısında eşit olduğu ilân edilir.
Bu fermanla resmen bir «Os
manlI milleti» kurulmak istenmiş tir. Fakat ayrı soy ve dinlerin yüz yıllardan beri sürüp giden gizli düşmanlığı ve Avrupa devletleri nin Hıristiyanlar lehine yaptıkla rı müdahaleler onları şımartarak bu birliği lâfta bırakmıştır. Milli yet fikriyle alevlenen, kültür ve servetçe büyük imkânlara sahip bulunan gayri müslimler teker te ker, bağımsızlıklarına sahip olmak için fitneler konarmava başlamış lardır. O sırada AvruDa’da beliren İslavcılık (Pan Slavizm), Germen- cilik (Pan Germanizm), Lâtincilık
(Pan Lâtinizm) ve buna benzer
sömürgeci - ırkçı hareketler Os manlI devletindeki hıristiyanları
(Lütfen sayfayı çeviriniz) TOKER — 7
kışkırtmak ve devletimizi parça lamak için elden geleni yapmış lardır.
Devletimiz, son yüzyılda ne ya zık! Bunlarla açıktan açığa müca dele edecek güçte değildir. Bu un surların bize yâr olmayacağı anla şılmıştır. Avrupa Haçlı kafası ve sömürücü niyetle karşımıza dikil miştir, bizdekiler de, o zihniyetin maşası ve ileri karakolu durumun dadır. Böyle giderse İmparatorluk yıkılacak, Türk milleti yalnız ve dayanaksız kalacaktır.
İşte bu yüzden devlet, görünüş te Osmanh siyaseti gütmek ve Av rupa’nın çalımlarına katlanmak la birlikte el altından -İslâm Bir liği mefkûresine bu sefer şuurlu olarak yeniden sarılmıştır. Böyle- ce birleşen ve bizi yutmaya alı şan Hıristiyan dünyası karşısında kuvvetli bir İslâm dengesi kurul ması istenmektedir.
İslâm Birliği siyaseti en fazla Sultan Aziz devrinde benimsenir. Hilâfetin manevî gücünden fay dalanılarak Asya’nm uzak ülkele rindeki din kardeşi ülkelerin in sanları kazanılmaya doğru adım lar atılır. Bazı İslâm devletleri ile siyasi ilişkiler arttırılırken Çin ve Japon diyarlarına Afrika İs lâmları arasına din yayıcı (mis yoner) nitelikte din heyetleri bi le yollanır. Padişahın Halifelik nü fuzunu kullanmaya çalışması İn giltere gibi müstemlekeci bir dev letin karşı tedbirler almasına yol açar. Bu devlet bizzat hilâfeti yok etmeğe çalışır. Nitekim daha son ra 31 Mart hâdisesini İngilizler, sırf hilâfeti ve kuvvetli, şuurlu bir halife ve Türk padişahı olan Sul tan Hâmid’i yoketmek için tertip etmişlerdir.
Sultan Aziz’den sonra Sultan Hâmid de Pan İslâmizm siyaseti ni devam ettirdi. Siyasetinin en kuvvetli tarz ve çeşitlerinden bir tanesi Türk olmayan Müslüman ların bey ve ağalarına yüksek rü t beler dağıtmış, çocuklarını İstan bul’da özel bir terbiye ile yetişti rerek devlete bağlamaya ve Baş kente yakın tutmaya çalışmış ol masıdır. İstanbul - Hicaz demir yolunu bile en çok İslâm Birliği ni sağlamak, imparatorlukla Pey
gamber diyarı arasında yakınlık kurmak amaciyle döşetmiştir.
Tanzimattan sonra îslâmcılığın fikrî tarafı da oldukça gelişmiştir. Nitekim başta Namık Kemal ol mak üzere, bütün Tanzimat ön cüleri Osmanlılık siyasetini tutar görünmeseler bile İslâmcılık fik rine gönüllüdürler. Namık Kemal: «İttihad-ı İslâm, şimdi maksad-ı umumî haline gelmiştir. Hilâfeti elinde tutan ve Avrupa ile temas ettikleri için gözleri açılan Osman lIlar, İslâm âleminin ve belki de bütün Asya’nın meşalesi olmalı dır. İşte o vakit, marifet nurlan Asya ve Afrika taraflarına dahi yayılır. Avrupa dengesine karşı bir de Şark dengesi hasıl olur bu sa yede insanlık âleminde ölçü ve itidal vücude gelir. Zaten İslâmi yet, birliğe gelmeyi emretmekte dir. Şimdiye kadar bu birliği kılıç la yapmak isteyenler olmuştur. Fa kat kılıç,ı insanları ’birleştirecek yerde ayırır Birleştirmek ancak maarif sayesinde olacaktır. Bunu vâiz önlerinde ve kitap sahifele- rinde gerçekle ştirebiliriz» diyor du.
19. yüzyılın ikinci yarısında, bu harın sanayie uygulanması, Avru pa devletlerini fazlasiyle güçlen dirdi. Bunlar sömürge siyasetine hız vererek, o güne dek bağımsız yaşayan veya OsmanlI devletine bağlı olan İslâm ülkelerinde ham madde, ucuz emek ve pazar avına çıktılar. Bir kısım OsmanlI top raklarını bile kendi aralarında maddeten ve mânen bölüşmeye kalktılar. Asya ve Afrika’yı müs temleke yapmak için her çareyi denediler. Bazı yerleri hiyle ile bazılarını silâh zoruyla aldılar. İslâm ülkelerinde korkunç zulüm ve haksızlık yaptılar. Sonraları Mehmet Akif’in «Tek dişi kalmış canavarsa benzettiği bu ruhsuz ve zâlim «medeniyetsin tecavüzü ne karşı, bilhassa Türkiye dışın daki İslâm milletlerinde fikrî ve fiilî direnişler bundan ileri geldi. Vicdanlı ve ileri görüşlü İslâm â- lim ve mütefekkirleri, İslâm Bir liğini (Pan İslâmizm) sağlamak suretiyle sömürücü, ırkçı ve hıris- tiyan saldırganlığını önlemeyi dü şündüler.
Sömürgeci, ırkçı ve mütecaviz
«Medeniyetin» İslâm ülkeleri üze rindeki niyetlerini, Akif, Berlin Hâtıralarında bir İngiliz’in ağzın
dan şöyle anlatmaktadır: Üzülmeyin, yaşamaktan kesin
ümidinizi! Hakikat ortada, ma’nâsı var mı
evhâmın? Bilirsiniz ki Mısır kâinat-ı
islâmm O sıska gövdesi üstünde âdeta KAFASI Diyar-ı Hind ise: Göğsünde
KALB İ HASSASI; Sizinkiler de kımıldanmak
isteyen KOLUDUR. Ki boş bırakmaya gelmez, ne
olsa korkuludur. Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik; O beyne pençeyi taktık, o göğse
yerleştik. O halde, bir kolu kalmış ki bize
çullanacak, Yolundadır işimiz bağladık mı
kıskıvrak. Hıristiyan sömürgeciliğine karşı ilim ve fikirle direnenlerin öncü sü ve büyüğü olarak Pan-îslâmizm fikrini kuran filozof: Efganistanlı Şeyh Cemaleddin (Ölümü: 1897, İstanbul) dir. Öbür İslâm ülkele rinde fikirlerini yaydıktan sonra Sultan Hâmid’in davetiyle İstan bul’a gelip yerleşen Cemaleddin Efganî, İslâmî kültür ve hür dü şünceye bağlı bir fikir adamıdır. Mısır ve Hindistan’da İngilizlere karşı millî ve İslâmî direnişler ha zırlamıştır. Ona göre:
İslâm Birliğinin gerçekleşmesi için İslâm milletlerinin gerilikten kurtularak, Batı ilim ve tekniğini benimsemeleri şarttır. Bunun için İslâm milletleri önce milliyet fik ri etrafında teker teker uyanma lıdırlar. Bizi geri bırakan dinimiz değildir. Tam tersine, Müslüman- lar, İslâmiyeti kaybetmiş ve din namına hurafelerin esiri olmuş lardır. Şu halde milliyetlerle bir likte saf ve öz İslâmlığa (Kur’an İslâmlığına) da dönmek lâzımdır. İslâmlar bugün, ahlâkça ve din ce çökmüşlerdir. Cehaleti defet mek için ilim, fen ve sanayi, ne rede olursa olsun, kimlerin elinde bulunursa bulunsun, alınmalıdır.
İslâm nuru, ancak bu sayede or taya çıkar. İslâm medeniyetinin parlak ve şaşaalı zamanları zaten taze fen ve ilimlerle donatılmamış mıydı? Avrupa bu ilim ve fenle- rin başlangıcını ve nice keşiflerle icatları bizden almıştı. Şimdi Av rupa’ya ilim ve fen için müracaat etmek, kendi malımızı istemek gi bidir.
Cemaleddin Efganî’nin ünlü ve değerli talebesi Mısırlı bilgin ve mütefekkir Şeyh Abdu ise İslâm âleminin kurtuluşunu şu progra ma bağlamıştır:
1 — İslâm dininde, köklere ve e- saslara gitmek şartiyle bir reform yapmak,
2 — Sömürgecilere karşı direniş cepheleri ve hükümetlere karşı demokratik bir nizam kurmak,
3 — Batı müstemlekecilerine di reniş için İslâm ülkelerini uyar- tıp birleştirmek.
İçerde ve dışarda bu İslâm Bir liği fikirleri gelişedursun, 1908 Meşrutiyeti ilân edildi. Bildiğimiz gibi, gayrimüslim azınlıklar biz den ayrılınca, Osmanlıcılık fikri çöktü. Yıkılmakta olan imparator luğun yerine yeni bir kuvvet koy mak isteyen iki fikir belirmeye başladı. Bunların biri Türkçülük, öteki İslâmcılıktı.
İslâmcılık akımının başlıca fi kir organı Sırat-ı Müstakim (son radan Sebil ür Reşad) dergisi ün lü şâiri de Mehmet Akif’ti. Ayrıca M. Şemsettin, (Günaltay), Sait Halim, Eşref Edip gibi yazarlar, İslâmlık fikrinin yayıcıları idi.
Sırat-ı Müstakim’i Akif’le birlik te çıkarmış olan Eşref Edib bey, şunları anlatmaktadır:
Hürriyetin Hâniyle biz de haf talık bir gazete çıkarmaya karar verdik. Adım Sırat-ı Müstakim koyduk. Üstad (M. Akif), gazete nin başmuharriri, Ahmet Naim, Manastırlı İsmail Hakkı, Mûsa Kâzım, Bereket zade, Mardinli Ta- hirûl Mevlevi, Halim Sabit gibi kıymetli âlimler de muharrirleri- mizdendi. Her hafta Üstadın (Âkif) kıymetli bir şiiri çıkıyor du. 10 bin 20 bin basıyor, gazete yetiştiremiyorduk.»
Mehmet Âkif, ilme ve terakkiye dayalı bir İslâmcılık fikrini tutar ken, ilhamım Kur’an’dan ve
dü-şünee sistemini Şeyh Cemaleddin, Şeyh Abdu gibi filozoflardan alı yordu. Ne var ki Mehmet Âkif, gerçekleşmesi imkânsız bir İslâm Birliği (Pan İslâmizm: bütün İs lâmları tek bir devlet yapmak) peşinde koşmaktan çok impara torluğa bağlı İslâmlarm birleşme si ve kaynaşması tasavvuru için deydi. Türkçülük ve Turancılık gö rüşlerine işte bu hayalini yıkma ları ihtimali olduğu için karşı çık makta idi. «Kavmiyet (ırkçılık) fikrini Peygamber’in tel’in ettiği ni» söylüyordu. Biz, Türkçülük yapsak, Arapların ve Arnavutların da kendi ırklarına sarılacaklarını ve devletimizin az zamanda dağı lıp gideceğini belirtiyordu. Zaten yeryüzündeki bütün müslümanla- rı kalkmdırabilsek, dünyadaki bü tün Türkleri de kurtarmış olma yacak mıydık? Türklerin yüzde
doksan dokuzu müslüman değil miydi? Türklerin İslâm dünyası na himmeti ise, ancak onları kül tür yönünden güçlendirerek İslâm bilginleri ve sanatçıları arasında bağlantılar kurmak, böylece onla rı sömürge medeniyeti! karşısında parçalanmaktan kurtarmak sure tiyle olabilirdi.
Başta Mehmet Âkif olmak üze re, Meşrutiyet islâmcıları işte bu fikirleri savundular. Siyasete gir- meyip fikir alanında kaldılar. İ t tihat ve Terakki liderlerinden En ver ve Cemal Paşalar (Türkçülük gibi aynı zamanda) İslâmcılık fik rine de bağlı idiler. Onun için İ t tihatçıların mürşidi olan Ziya Gö- kalp, 1. Dünya Harbi yıllarında yazdığı Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde, ta r tışılmakta olan üç ideolojiyi uz laştırmaya çalıştı. Vardığı sonucu da:
«Türk milletindenim, İslâm üm- metindenim; Avrupa medeniyetin - denim» düsturu (sloganı) ile or taya koydu. Gökalp «Türkçülüğün ümmet mefkûresi»ni sağlamak i- çin, İslâm kavimleri arasında, or tak ilim terimleri yapmak, eğitim kongreleri düzenlemek, İslâm dev letlerinin müftü teşkilâtlarını bir birine yaklaştırarak tek bir usul le idare etmek; ve İslâm ümme tinin timsali olan Hilâl’in şanını
muhafaza etmek... gibi teklifler de ileri sürüyordu.
İslâmcılarm bu fikirleri, İm paratorluktaki müslüman ırkların,
bizden kopması, Arnavut isyanı ve Arapların Büyük Harpte bize karşı İngilizler tarafından kışkır tılmaları sonunda kendiliğinden tavsadı. Bu akımın ülkücüsü olan Mehmet Âkif, «son müstakil İs lâm vatanı» Anadolu’nun da düş manlar tarafından işgali üzerine, çılgın ve yaralı bir şâir olarak, Kurtuluş Savaşımızın en güzel şehnamesini yazdı. İstiklâl Mar şımızı meydana getirirken o za mana kadar hoşlanmadığı «Irkım» kelimesini de seve seve kullandı.
MAHMUT YESARİ’NİN ROMANLARI
Toker Yayınları tarafından basıl mış olan Mahmut Yesari’nin ro manları, M.E.B.’nca tavsiyelidir. Öğ retmenlerin, roman özeti çıkarmak üzere aşağıdaki eserleri öğrencile rine tavsiye etmelerini rica ede riz:
TİPİ DİNDİ 15 Lira
SU SİNEKLERİ 20 Lira
BAHÇEMDE BİR GÜL
AÇTI 20 Lira
NOT: Su Sinekleri halen radyo da geniş bir ilgi ile temsil edil mektedir.
DAĞITIM: ANDA ve M illî Eğitim Bakanlığı Yayınevleri
O
BU KİTAPLARI OKUMAK İHTİYAÇTIR
Casson'dan Ömer Rıza Doğrul’- un tercüme ettiği şu kitaplar, To ker Yayınların/n «İhtiyaç Kitaplar» dizisinde yayınlanmış ve M illî Eği tim Bakanlığınca tavsiye edilmiş tir:
İnsanları İdare Etme Sanatı İlerle ve İlerlet
Para Kazanma ve Kullanma Sa natı
Evlilikte Mutluluğun Yolları Parlak Bir İstikbal Nasıl Kaza nılır.
Her kitap 10 liradır.
DAĞITIM: Anda ve M illî Eğitim Baklnlığı Yayınevleri
Akif’in
Topluma
Bakışı
Tahir Kutsi MAKAL
Gencimiz, yaşlımız, radyomuz, televizyonumuz bütün dünyaya bağımsızlığımızı ve hürriyeti onun mısralarıyla haykırıyor:
«Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen aisancak»
diye başlıyor. «İstiklâl Marşı»mızın yazarı Mehmet A kif'i ölüm yıldönümünde bir kere daha anıyoruz...
Hayatını ve şiirini İslâm-Türk'ün yücelmesine adamış olan Mehmet Akif, sosyal sorunları en iyi işleyen şairlerimizin başında gelir. Yoksullara acı mak, vatan sevgisi, m illî aşk, kötülük karşısında is yan, dinî vecd, umud, iyimserlik gibi toplumla ilgili konular A kif'in ele aldığı başlıca «tema»lar olmuş tur. Belirli kalıpların elinden çekip çıkardığı, «aruz»
ölçüsünü Mehmet Akif, Türkçe ile, Türk’ün derdi nin, davasının duygu ve düşüncesinin emrinde yo
ğurmuştur.
Mehmet Akif, ölmezlik kaynağını «dil»de bulmuş tur. Türkçe’yi «Divan» ağzından argosuna kadar bü tün ayrıntılarıyla en başarılı biçimde kullanmıştır. Mithat Cemal’in dediği gibi Mehmet A kif Divan di li tekke, medrese dili, Tanzimat, Servetifünûn ve sokak diline varıncaya dek, dilimizin inceliklerini değerlendirmiştir.
A k if’i yerenler, şiirine ve düşüncesine karşı çı kanlar İstanbul’daki «fildişi kule»de «sanat» yapma
çabasındayken o «sanat toplum içindir» demiş, Ana
dolu’ya, Anadolu insanının, köylünün derdine eğil miştir. Şöyle demiştir:
«Köylünün bîrşeyi yok, sıhhati ahlâkı bitik Bak o sırtındaki mintan bile tiftik, tiftik Bir kemik, bir deridir ölmedi kaldıysa diri Nerde evvelki refahın acaba onda biri? Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi icra ister Bir kalem borca bedel faizi defter defter Hiç bakım görmediğinden mi nedendir toprak Verilen tohumu da inkâr edecek, böyle çorak Bire dört aldığı yıl köylü, emin ol kudurur
Har vurur bitmeyecekmiş gibi harman savurur Uğramaz gün kavuşur, çiftine yahut evine Sabah iskambil atar kahvede, akşam domine.»
Yetmiş yıl öncesinin deyişi bu... Bu gün de ğişmiş m idir şartlar? Köylü yirm idört yıl önce çı kardığı çarığı yeniden giyer duruma getirilmemiş midir? Arsası rehin, damı çökük değil m idir şimdi? ü duruma getirilmemiş midir? Ve kahvehaneler,
«tembel yuvası» olarak hâlâ bir büyük sorun değil midir?...
Mehmet A k if’in en çok yakındığı, «yüz karası»
dediği kahvehanelerdir. «Mahalle Kahvesi» şöyledir Mehmet A kif'in:
«Mahalle kahvesi, hâlâ niçin kapanmadı Kapansın, elverir artık.. Bu perde çok kanlı Hayır bu perde, bu Şark’ın bakılmayan yarası Şu çehresindeki pislikle yurda yüz karası.»
Mehmet Akif, imparatorluğun çöküşünü görmüş, çöküşün yüzkarasını da acıyla, ibretle seyretmiştir.
«Safahat», bu acının haykırışı ile doludur. Çalışma yı, Türk’ün m illi ruh köküne bağlı kalarak silkinme sini öğütlemiştir. Kurtuluş Savaşı’nda «vaaz»ları, kon feransları, ş iirle ri ve yazılarıyla gönüllerde bağım sızlık ateşini yakmıştır:
•
«Sahipsiz olan memleketin batması haktır.. Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır »
Türklüğün, kendi sorunlarına, kendi vatanına sa hip çıkması gerektiğini belirtm iş, aydınıyla, İşçi ve köylüsü ile İslâm-Türk’ü silkinmeye, uyanmaya çağır mıştır:
«Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır. Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.»
A k if’in bu beyti bugün için de geçerlidir. Başka ülkeler Ay'ın fethi ile, evrenin fethi ile uğraşırken, Türkiye’nin kısır çekişmelerle vakit geçirmekte ol duğu günümüzde A k if’in ruhu muhakkak ki, acı duy maktadır. 40 yıl önce 27 Aralık 1936 da ölen Meh met A kif «bekle gör»den şiddetle nefret etm iştir.
Süleyman Nazif'in «Ruhum benim oldukça bu iman
la beraber/Üçyüz sene, dörtyüz sene, beşyüz sene bekler» dizelerine şu karşılığı verm iştir:
«Beşyüz sene bekler mi? Nasıl bekleyeceksin Ruhun da asırlarca bu hüsrânı mı çeksin.»
Ayrılıkların, birbirine düşmenin ayaklar altına karpuz kabuğu koyup da düşmekler beklemenin en rezil biçiminin yaşandığı günümüzde yeniden Meh met A k if’e kulak verilm elidir.
Akif’in
Nesirlerinden
• •
Örnekler
TERBİYE
Bizim adam olabilmemiz için çocuklarımızı okut maktan, icab-ı asra göre terbiye etmekten başka çare olmıyacağını anlamıyan ya hiç yoktur, ya pek azdır. Kendimiz ister okumuş, ister okumamış, is ter iyi bir terbiye görmüş, ister görmemiş olalım ar tık maziye karışmış sayılacağımız için, bugün dü şüneceğimiz bir şey varsa o da istikbaldir, evlâtları nı izdir.
Çocuklarımıza kendi terbiyemizi vermeye kalkı şırsak cinayet işlemiş oluruz. Hikmeti doğrudan doğ ruya peygamber’den alan cenab-ı Â li diyor ki: «ciğer parelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye ça lışmayınız.. İyice hatırınızda olsun ki onlar sizin ya şamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.»
(Haziran, 1910) MESULİYET
Bizde pek garip, bununla beraber pek fena bir tabiat var. Mesuliyeti hepimize ait olması lâzım ge len yolsuzlukları, hatâları, ağız dolusu, sahife dolu su muaheze etmekle vazifemizi yapmış oluruz; şu heyet-i içtimaiyeyi teşkil eden fertlerden biri bu lunmak itibariyle meydandaki fenalıklardan kendi mizin de mesul olduğumuzu hatırlamıyoruz. Memle ketimize bir şeref teveccüh ederse her birimiz en büyük hisseyi nefsine ayırmak istiyor; m illetin şa nını, herkes bölüşüyor. İçtimaî maskarılıkların töh metini ise hiçbirimiz, yanına yaklaştırmıyor.
Bir de bakıyorum, vazifeperverliği, fedakârlığı daima başkalarından bekliyoruz «Dostlar şehit, biz gazi» yağması dört el ile sarıldığımız bir düstur.
(Eylül, 1910) TEDAVİ
Okumakla üflemekle hastalık tedavisine kalkış mak zannedildiği gibi dindarâne bir usul değildir. Bizim dinimize asla böyle birşey sığmaz.
Kur'an-ı Kerîm hastalara, ölülere okunmak için nâzil olmamıştır. Kur’an'dak! şifâ cahillerin anlattığı gibi değildir. Fıkra meşhur ya:
I
>0000000000
Z am anla
Gök bahçesinde yıldızlar Azala azala güler sabaha Bulut denizine uzanan eller Beyaz beyaz seslenir Allaha
Hâtıranın renkli yapısından Teker teker düşer taşlar Kaderin keskin çarkları Ne durur ne yavaşlar
Aşklar bile kopar zamanla Sular çekilir kıyılarımızdan j-v Sıcak iklimlere uçuşan kuşlar X Bir içli şarkıdır eski yazlardan
X Zamanın daralan sokaklarında
X Sevinçler azalır keder çoğalır Q Bir hazin rüzgârla düşer yapraklar O Yeşiller tükenir solgun sarılar kalır
cooooooooooooc
İlhan GEÇERA ’rabînin biri, uyuza tutulmuş develeri için Hz. Ali'den dua istemiş. Ali ise: «Uyuza karşı en tesirli duaların katran kadar te sirli olamayacağını» söy- miş.
(Kasım, 1910)
Müslüman cemaatına içtimâiyât lâzım, içtimâ- iyât Şarkta, garbde, şimalde, cenupda ne kadar müs- lüman varsa bunların karanlık içinde, sefalet içinde, esaret içinde yaşadığını; sefîl bir m illet elinde ka lan dinin kabil değil yükseltilemeyeceğini bilmeyen, anlamayan vâizi kürsüye yanaştırmamalı. Vâiz m il letin mazisini bilmeli, cemaati istikbale hazırlamalı.
(Ocak, 1910)
Şarkta Garbda yetişmiş meşhurların şaheser leri tetkik edilince görülüyor ki herbiri, her yazdığı eserde muhakkak bir gaye takip etm iştir. Mâdem ki «Sanat sanat içindir» düsturunun varlığına rağ men hiçbir şair, hiçbir edib bir maksat gözetmek ten kendini kurtaramıyor, o halde bu düstur, artık iflâs etmiş demektir. Kezalik madem ki sanat mu- kayyed (bağlı, kayıtlı) kalıyor, öyleyse sanatı bir takım hasis emellere, sefil ve kirli maksatlara âlet etmektense; yüce, pâk, asîl, necib duygulara dü şüncelere vasıta kılmak elbette daha makul bir ha
reket olur. (Âkifname. s, 54)
Göçüşünün
40. yılında
Akif
H. Cengiz ALPAY
«Büyük insanlar ölmezler, onlar kaybolurlar.» Mehmet Akif, sağlam seciyesi ve tertemiz vic daniyle «TAKVA»mn ışığında, inandığı gibi yaşayan ender şairlerimizden birisidir.
O birçokları gibi zevk ve eğlence yerlerinde is rafa dalıp, san'atı için de olsa şahsiyetini sıfıra in diren bir «SEFÂHET» şairi olmamış, hayatının bü tün safhalarını, devirlerini m illi ve islâmi bir yolda
sarfeden «SAFAHAT» şairi olmuştur.
Her gerektiğinde sarsılmaz bir İmânla hizmete koşan şairimiz, İstiklâl savaşımızın henüz neticeye ulaşamadığı, hatta hükümet merkezinin Kayseri’ye naklinin bile düşünüldüğü günlerde Maarif Vekâ leti tarafından açılan paralı müsabakaya 721 şair iştirak ettiği hâlde Mehmet A k if iştirak etmemiş «Memleketin ve m illetin kurtulacağını söylemek pa ra ile olmaz.» demişti.
Bunun üzerine, o devrin Maarif Vekili Hamdul lah Suphi tarafından 2 Şubat 1921 tarihinde yazılan bir mektupla; bu hususta nasıl isterse öyle hareket edileceği garantisi verildikten ve müsabakaya işti rak etmesi rica edildikten sonradır ki şairimiz, he pimizin ezberinde bulunan o yüce şiirin i yazmıştır. T.B.M. Meclisinde bulunanların dört defa ayak ta dinledikleri, sonraları da «SAFAHÂT»ına alma dığı, «O benim değil memleketimindir, m illetim in dir.» dediği ve «sahibine ne kadar da, ne güzel de yakıştı.» denilen bu ş iir çok haklı olarak İstiklâl Marşımız olmuştur.
A kif'in eseri mecliste okunurken bu muhteşem manzara karşısında yalnız bir kişi ayağa kalkma mış, oturduğu sırada geniş bir dünya görüşü ve Kur'an-ı Kerim’in aydınlığı ile dolu başını iki elinin
arasına alınış, sanki hiç bir hizmet yapmamış mah cup bir insan gibi düşünüyordu. Bu büyük insan, bu büyük tevazu sahibi, bu büyük şair işte o eserin yazarıydı.
Daha sonra da söyleyeceği gibi belki de bu düşünüşün sebebi «Allah bu m illete başka bir İs tiklâl Marşı daha yazdırmasın.» temennisiydi.
Rahmetli Mehmet A kif'in hizmetleri M illî Mü cadelemizin başlangıcından zaferle bitişine kadar geçen zaman içinde kendisini daha çok gösterir.
Mânen silâhlandırılmamış bir m illetin en üstün silâhları bile tam zamanında kullanamayacağını bi len Akif, İstanbul’dan sonra Kastamonu’dan Balı kesir’e kadar her uğradığı yerde çok değerli ve te sirli vaazları ile her yaştaki insanı coşturmasını, kimini vazife başına, kimini de cepheye koşturma sını bilm iştir. Vaazları sadece çıkarmakta olduğu «Sebil-ür-Reşad» mecmuası vasıtasıyla değil aynı za manda teksir edilerek bütün ordu birliklerine de dağıtılıyordu.
Yabancı ülkelerin birçoğunu da gezmiş olan A kif yalnız din, m illet, vatan sevgisine bağlı değil, çok geniş bir umumî kültüre ve dünya görüşüne de sa hipti.
Diyor ki:
«... Biz ise asırlardan beri âlemi islâmın ba şında olarak ehli saliple çarpışıyoruz. Maazallah Türk m illetinin devrilmesi bütün cihan-ı islâmın ima nını sarsacaktır.»
«Ey cemaat-ı müslimîn! İşe bakın ki «Kudüs» velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephe nin bozulması yüzünden muharebe bizim hesabımıza kaybolsun, tek müslümanların elinde, Türklerin elin de kalmasın da, haşinimiz da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin diyerek M üttefikim iz Viya- nalılar şehr-âyin yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı menedip yakılan elektrikli fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı.»
Bunlara benzer daha binlerce gerçek ve hik met dolu hitâbelerinin arasından 56 yıl geçmiş ol masına rağmen, dost görünseler bile «Haçlı» zihni yetinde hiç bir değişiklik olmadığını gördükçe, bu günün hastalıklarına bile ta o zamandan teşhis koy muş olduğunu anladıkça; A k if’i yalnız bir şair ola rak değil, büyük bir velî olarak da dünyamızdan gö çüşünün 40 inci yıldönümünde hürmetle, rahmetle anıyoruz.
Akiflen
V EC İZELER
• İslâm çalışma dinidir, amel dinidir, müca- hede dinidir.
• Allah’tan utanmak ilim ile olur. © insan iki şey bilm elidir: Biri haddini, diğeri
de hesabını.
• İyilerin tembelliği, kötülerin faaliyetidir. • Allahın en çok sevdiği emek, zâlime doğ
ruyu söylemektir.
® İnsan için ne bu dünyada ,ne öteki dünya da kendi çalışmalarının veriminden, kendi kazancından başka bir şey yoktur.
• Gaye uğrunda çalışmak, didinmek, nihayet ölmek ne güzel meşgaledir.
H.
Cengiz Alpay’dan;
İMANLI ŞAİRİMİZ
Kur’an-ın gösterdiği yoldan şaşmamış şair; İlham şairi olmuş, fakat taşmamış şair. Sağlam seciyesiyle, sarsılmaz ¡maniyle «Allah»dan «Peygamber»den uzaklaşmamış şair.
BÜYÜK ŞAİR
Ahlâk kitabı satan her türlü çarşı senin, Şairlik fezası’mn en yüksek arşı senin, İnsanı vatanına, milletine bağlayan Ebediyete kadar İstiklâl Marş* senin. Her nefesde Rabbini zikredip anmış şair.
ŞAİR AKİF
Aydınlık vermek için mum gibi yanmış şair; Hayatı ve kendisi tertemiz ayna gibi,
İmân çeşmesi olmuş, büyük inanmış şair. AKİF’İ ANARKEN
Yalnız inancın değil, ün'ün büyük şairi Gönüllerde yaşayan dün’ün büyük şairi Her mısra'da sesini duyar gibi oluruz, Dünya durdukça yeni; günün büyük şairi.
’ Sahipsiz olan memleketin batması haktır; Sen sahib olursan bu vatan batmayacaktır.
*
Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri, .Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri!.
* **
SpNerde Ertuğrul'u koynunda büyütmüş obalar,
Hani Osman gibi, Orhan gibi gürbüz babalar? p H a n i bir şanlı Süleyman Paşa, bir kanlı Selim?,
^jpAh, bir Yıldırım olsun göremezsin, ne elîm!.. <
* **
5? Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım; Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!..
* ** ^
-^ A t î y i karanlık görerek azmi bırakmak..
O» Bilmem ki ölüm var mıdır ondan daha alçak!..,
* **
J j) İlâhî, emrinin âvâre bir mahkûmudur âlem; Meşiyyet sende, her şey sende., hiç bir şey
OL değil âdem...
* * *
)Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: ) Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek...
* **
Mnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkiyle bilin, *Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.
* **
jB ir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;
5Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.
* * *
^Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle Fikr-i hürriyet ölür.. Hey gidi şaşkın hazeie.. Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak; t Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!..
Mehmet
Akif ve
Türk Şiiri
A. Rahim BALCIOĞLU
Bizi fazlasıyla ilgilendiren durum, son bir asırki ve günümüzdeki Türk şiiridir. Bu gün, politik sebepler yüzünden şiir bazı sözümona kalemler tarafından öz cevherinden uzaklaştı rılmaya çalışılmaktadır.
Bunu yapanlar, kendi millî ve öz kültürle rinden kopmuş, materyalizm dünyasının mille timizin dinine, ruhuna, kültürüne, asla uyma yan ve uymayacak olan görüşlerini, büyük bir zaaf ve zillet içinde kabul etmiş olanlardır.
Yazdıkları ve maalesef büyük imkânlarla yayınlamak imkânını buldukları şiirler, şiirin en bayağı tarifine bile sığmaz olmuş, bir mide ve husye ifrazatı hâline gelmiştir. Çünkü on lar, midenin ve hayvani şehvetin şeytani şiir lerini yazmaktadırlar.
Eğer şiir, rûha, ruhî hasletlere heyecan ve ren, can veren bir şeyse bunu, şiirin şekil ve muhtevasına lâyık olan eserlerde aramak zo rundayız. Ne yazık ki, edebiyatımızda tanzimat- tan bu yana -bir-iki istîsnâ hariç- bu çapta eser
ler göremiyoruz. Çünkü şiir, kendinden başka her şeyi gaye edinmiştir.
«Şiir, bir ideolojiyi konuşmaz» demiyoruz. KONUŞUR. Şiirin, belki de en aslî ödevi bu- dur. Demek istediğimiz, şiirin kendi dışında başka şeylere alet edilip edilememesi hususu dur.
Nitekim Mehmed AKİF, bu ödevi, edebi yatımızda kendinden önce bir örneği olmama
sına rağmen, hakkıyla yerine getirmiştir. AKİF’- in (İstiklâl Marşı,) (Çanakkale Şehidlerine,) ve (Bülbül) gibi şiirleri rûhlara ürperti vermekte devam etmektedir ve edecektir. Zira o, şiiri idealine alet etmemiştir. Akif, şiirlerini ideali nin içinde bulmuş, onu terennüm etmiş, onun için de şiir dediğimiz büyük, esrarlı eseri or taya koymuştur.
Gerçek şâirlik Allah’a karşı bir ibâdettir. İşte bu düşünceyi POETİKASINA temel it tihaz eden büyük şâir Necip Fazıl Kısakürek, bu yüzden Cumhuriyet sonrası devrinin en önemli şâiri olmuştur. Ayakta kalan ve yarına da kalacak olan odur. Onu da kendi neslinin d^ğer şâirlerinden ayıran nokta, şiirini, hiç bir zaman ülküsüne alet etmemiş olmasıdır
Gerçekte şiir, şu veya buna alet edilecek şey değil, başlıbaşma bir hâdisedir. Şiir, an cak kendi cevherini yakaladığı zaman şiirdir.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti bir ideolojiler savaşının açık alanıdır. Şiirini, ideolojisine alet edenler değil, fakat şiiri ideolosinde bulabilen ler mutlaka kazanacaktır.
Bir millet, kendi ideal çizgisini, millet ol ma haysiyetini, ancak, kendi öz kültür ve me deniyetinde, yahut onun sahici uzantılarında bu labilir. Şâirin ödevi bunu yakalamaktır. Ancak o zaman kendi halkı ile ruhî bir irtibat kurabi lir.
Şâir, bunu yapmadığı veya yapamadığı tak dirde, yapacağı şey; dış bir şeyi içeriye almak olacaktır. Bu, bir çeşit kültür hamallığı, yani beyhude bir gayret olur.
Bazı çevrelerin moda halinde kullandıkla rı bir terimle «KOMPRADORLUK» yani başka milletlerin menfaatına ve onların namına ajan lık yapmak olur. Kim, böyle bir zilletin nere sinde «şiir» arayabilir?
Demek ki şiir cevherini de kendi rûhumuz- da, medeniyetimizde aramak zorundayız. Ya bancı unsur girince ortaya çıkan eser, şiir ol manın dışında kalır.
Bize teselli veren, kendi ruh ve medeni yetimizin derinliklerine inmek ve oradan fış kırmak cehdini gösteren yeni bir neslin mev cudiyetidir. Örneğin:
Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Yavuz Bü- lend Bakîler, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Erdem Bayezıt, Abdullah öztemiz ve daha ni celeri bu yeni nesilden sadece birkaçıdır.
Aralık ayı
Edebiyat takvimi
1 Aralık 1888 Namık Kemal öldü I Aralık 1884 Yahya Kemal doğdu. 4 Aralık 1967 Fazıl Ahmet Aykaç öldü. 7 Aralık 1874 Hüseyin Cahit Yalçın öldü. 7 Aralık 1956 Reşat Nuri Güntekin öldü. I I Aralık 1975 H. Nihal Atsız öldü. 16 Aralık 1956 Ercüment Ekrem Talû öldü. 17 Aralık 1273 Mevlâna öldü.18 Aralık 1967 I.Hikmet Ertaylan öldü. 21 Aralık 1840 Namık Kemal doğdu. 23 Aralık 1931 Mehmet Rauf öldü. 24 Aralık 1867 Tevfik Fikret doğdu. 26 Aralık 1530 Babürşah öldü.
27 Aralık 1936 Mehmet Akif Ersoy öldü. 28 Aralık 1912 Ahmet Mithat öldü.
31 Aralık 1949 Rıza Tevfik Bölükbaşı öldü. f.Tipj
Atsız’ı anıyoruz
Aralık sayımızı Mehmet Akif özel sayısı yaptık. Fakat O’nunla birlikte Türk edebiyatına hizmeti geçen yukarıda sayılan değerlerimizin aziz hatıralarını da saygı ile yâd ediyoruz. En sıcak acımız şüphesiz Nihal Atsız’ın ölümüdür.12 Aralık 1905 tarihinde İstanbul’da doğan Nihal Atsız’ın aziz hatırasını kendine ait şu söz leri ile analım:
«Ufak meselelerle büyük davalar engelle nemez. Türkçülük yürüyecek ve Türk ırkı muzaffer olacaktır. Tanrı Türkü Korusun.» * **
«Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan şe nindir.»
*
* sjç
SONA DOĞRU Bilsin ki cihan ben bu cihanın
nesindeyim: Bîr ülkünün mehâbetinin ziıvesindeyim.
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen: Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim. Herkes bir özleyişle yaşar.. Ben de öylece Altay’lann ve Tanrıdağ’ın çevresindeyim. Meröâneükle şöyle bakıp ayrılıklara Son menzilin hüzün dolu kâşanesindeyim. Artık vedâ zamanına pek fazla kalmadı:
Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim. ATSIZ
KUŞLARIM
Yoksulluğu bilirim ben Peynir ekmekle geçen günleri Sırça saraylara giren aydınlık Fakir fukaranın alnının teri.
Yorgun suların sesidir bu
Kör vadilerin ölüm sessizliğince uzar Toprak, insan, hayvan ve ağaç Yorgun suların düşmanıdırlar.
Perişan yüzlerdir konuştuklarım Yaşamak onlarca karanlık bir evren Mutlu duygularla günlerim hey Kimdir içinize aydınlık veren?
Analar var bağrı yanık gözü yaşlı Kız büyütür oğlan büyütür Analar ki ölüm döşeğinde Gene ağır yükü kendi götürür.
Kanadı kırık kuşlarım
Uçmayın o dağlara sizin değil Özgür sabahların umutlarına Geceler kısaldı uzun değil.
Yoksulluğu bilirim ben Peynir ekmekle geçen günleri Toprak buğusunca kısmetim yüce Bir mevsim soğumaz sırtımın teri.
Osman Selim KOCAHANOĞLU
Öğretmen
Niçin
Milliyetçi
Olmalı
9 SÂKİN ÖNERMilletlerin manevî çehresinin mimarları, öğretmenlerdir. Bir milletin her yönden güçlü ve uzun ömürlü olması, öğretmen câmiasının millî muhtevaya sahip otmasına bağlıdır, ö ğ retmen camiası, mensup olduğu milletin maddi ve manevi değerlerine ne kadar bağlı ve milli ilkelerini ne kadar benimsemişse, milletine sağ layacağı yarar da o kadar büyük olur
Türk ve Islâm dünyasında bilginin ve öğ retmenin özet ve önemli bir yeri vardır. Türk tarihinin en eski yazılı belgelerinde bilginin, bil gili kişilerin ve bilgili işlerin takdir edildiği, övül düğü görülür. Orhun Abideleri, Kutadgu-Bilig gibi kültür tarihimizin dikkate değer eserleri in- celendiğ’nde, bu husus açıkça göze çarpar. Büyük Türk hakanlarının, devrinin ilerigelen öğ retmenlerini himaye etmeleri, onlara en ya kınlarında ve en önemli mevkilerde yer verme leri; Fatih ve Yavuz’un destanlaşan öğretmen sevgileri de atalarımızın bilgili ve öğrenime ver dikleri önemi ortaya koyar.
Türk milleti, öğretmenlik mesleğini, pey gamberlik mesleği olarak kabul eder. Bilenler le bilmeyenleri bir tutmayan ve ilk emri «Oku» olan İslâm dininin yüce peygamberi, bilginin dünyanın neresinde olursa olsun aranıp bulun masını ve ondan istifade edilmesini öğütler. Is lâm dininin ulularından Hz. Ali, kendisine bir harf öğreten!n kulu, kölesi olacağını ilân eder. Âlimlerin mürekkebini şehitlerin kanından üs tün tutan Islâm düşüncesi ve hoca hakkını Tan
rı hakkına eş tutan Türk örfü öğretmeni top lumda en yüce değer olarak kabul eder
Türk töresi ve Islâm ahlâkı, öğretmeni sev meyi ve saymayı emreder. Öğretmene yapılan her türlü saygısızlık, toplumumuzda katiyyen il tifat görmez ve hoş karşılanmaz. Atalarımız ço cuklarına küçük yaştan itibaren «hocanın vur duğu yerde gül biteceği» düşüncesini telkin ve çocukları okula başladığı zaman, onu öğret mene «Eti senin, kemiği benim» diyerek tes lim ederler. Milletimizin öğretmene olan bu bü yük güveni sonucudur ki, öğretmen son yılla ra kadar toplumumuzda mümtaz bir mevkie sa hip olmuş, sevgi ve saygı görmüştür.
Millet, aralarında ırk, din, dil, kültür, va tan, tarih ve ülkü birliği olan insanların meyda na getirdiği sosyal bir bütündür. Görüldüğü gi bi millet, bir insan topluluğudur. Fakat bu top luluk, rastgele, tesadüf sonucu meydana gelmiş b'r topluluk değildir. Bu topluluk, uzun bir tarihi dönem içinde, vatan adını verdiğimiz belli bir coğrafya üzerinde yaşayan, belirli bir soya mensup insanların, bazı müşterekler etrafında buluştuğu kutsal bir topluluktur. Bir insan top luluğunun bir millet haline gelebilmesi ancak uzun, sistemli ve köklü bir eğitim ve öğretimle mümkündür
Nesillerden nesillere aktarılarak sürdürü- rülen millet hayatında eğitim ve öğretim faali yetlerini yürüten, öğretmendir. Eline toplumun henüz tohum, filiz veya fidan halindeki körpe nesilleri teslim edilen öğretmen, sahip olduğu bilgi ve değerlerle mensup olduğu topluma is tediği biçimi ve rengi verir. Bu ressam, bir hey- ksltraş veya bir müzisyen gibi, bir milletler aile si olan dünyamızda, mensup olduğu milletine kendi kafa ve ruh dünyasının renk, biçim ve sesini kazandırır. Bir milletin, diğer milletler arasında elde edeceği seviye, o milletin öğ retmen câmiasının sahip olduğu bilgi, kültür, ahlâk ve ideal seviyesiyle doğru orantılıdır. Bu seviye yükselirse, o millet de medeniyet basa maklarında hızla yükselir; düşerse millet de çö küş ve yok oluşun karanlık uçurumlarına doğ ru yuvarlanır.
Atatürk: «Muallimler; yeni nesil sizin ese riniz olacaktır» derken öğretmenin yeni yetişen nesiller ve dolayısıyla millet hayatındaki büyük önemini, inkâr edilemez bir gerçek olarak or taya koymuştur. Millet hayatında bu kadar
bü-yük bir fonksiyon ve önemi haiz olan öğretme nin, mensup olduğu milleti yaşatan maddi ve manevi değerler sistemini çok iyi kavraması ve benimsemesi şarttır. Sadece kavramak ve be nimsemek de yetmez. Sahip olduğu milli ruhu, kültürü ve duyguyu yeni yetişen nesillere de benimsetmesi ve onların da milli benliklerinin zevkine varmasını sağlaması gerekir. Çünkü öğ retmen, toplumun projektörüdür. Toplumu olum lu veya olumsuz yönde ne derece aydınlatabi lirse, o toplumun istikbaldeki mevkii o derece yüce veya aşağı bir seviyede olur.
Milliyetçi öğretmen; kendi milletini bütün milletlerden üstün tutan ve fazla seven, İlim ve teknikte en ileri gitmeyi ülkü edinen, dilini, dinini ve töresini bilen ve ona göre hareket eden milliyetçi, ülkücü, bilgili ve ahlâklı bir ne sil yetiştirmekle görevlidir. Milliyetçi öğretme nin yetiştireceği genç, Allah’ı inkâr etmez, di niyle alay etmez, kültürünü yabancılaştırmaz, dilini yozlaştırmaz, ordu ve emniyet kuvvetle rine kurşun sıkmaz, banka soymaz ve milleti nin maddi varlığına zarar vermez. Milliyetçi öğ retmenin yetiştireceği genç; yapıcı, birleştirici ve toplayıcıdır, içi insan sevgisiyle doludur. Çün kü insanı sevmeyen milliyetçi olamaz. Milliyet çiliğin hareket noktası insan sevgisidir. Fakat her şeyden önce sevilmesi gereken, insanın kendi milletidir. Kendi milletini sevmeyen kişi, insanlık âlemini de sevmiyor demektir.
Bir milleti ileriye veya geriye götürmeye muktedir bir güç olan öğretmeni yetiştirirken, bütün çıkarcı düşüncelerden ve parti hesapla rından uzak bir yol takip etmek gerekir. Eğer kısır çekişmeler ve basit siyasî hesaplarla öğ retmen camiası üzerinde kumar oynanır ve ona gerekli önem verilmezse, milletin hayatıyla da kumar oynanmış olur, öğretmen milliyetçi, top lumcu ve ülkücü bir çizgide yetiştirilmez, ya bancı ideolojilerin veya bencil ihtirasların tut sağı yapılırsa, o milletin sonu mutlaka hüsran dır.
Milletlerin kader çizgisini tayin eden, ön ce yüce Tanrı, sonra o milletin öğretmen ca miasıdır. öğretmenin milliyetçi ve ülkücü ol ması, o millet için bir hayat ve güven sigorta sıdır. Milliyetçi öğretmen, milletinin geleceği nin tek teminatıdır. 21. Yüzyılın 100 MİLYON LUK MİLLİYETÇİ BÜYÜK TÜRKİYESİ, Milliyet çi ve Ülkücü Türk öğretmenin eseri olacaktır.
® ® ® ® ® ® ® ® ® ® ® ® ® ® © © © © ©
^ ©
_ MÜBAREK ©
®
®
' Tan azizdir anam, vatan mübarek! ® Şereftir, şandır uğruna ölmek. ® Sal, sağ memenden emzirdiğin erleri, ®
Cenk türküleri söylesin dilleri; S ' Tekbirlerle Allah! Allah!, diyerek.
' ®
' ®
Şehit gözleri ki açık toprağı, taşı; ® _ Zafer gülleri açar anaların gözyaşı. ® ® Topla döğemezler, tüfekle biçemezler; ® 'A l içemezler alnımızdan, al içemezler; ® 1 Erzurum’u aşamazlar, Sivas'tan geçemezler. X
ı ®
I ®
I Dualarında yeşil, seccadende renk; © 1 Emzir yiğitleri anam, vatan diyerek. ®
Zehirdir ekmeği, acıdır yağı; ®
Tehditii ülkemin taşı, toprağı. ®
’ ®
®
Bilki anam, genzimi yakan; ©
Kin, barut, ateş, kan! ®
Duy barış yurdu anam, askıyla yan. ®
®
. _ H _ ®
Acı anacığım, bin yoğun acı; ©
© Sararsa yurdumu bin haksız sancı! © © K u rb a n olam anam, doğur ilâcı... ©
®
®
O tehdit varya anacığım, o kanlı tehdit © Müzmin ağrılarıdır yurdun, yüreğin; © O yüzde acıdır balın, böreğin... ©®
®
Okut şehit künyesini babamın; ^
(ğj Duysun dost, düşman bilsin yeniden!. © Ve bir fatiha daha geç Çanakkale’den! ® Şensin beni anam, sensin var eden!... ®
®
®
Yurt sevdası gelir anam, ekmekten, aştan; © Dilersem tarihi yazarım bastan!. ® Vatan doğar savaştan, barış doğar s a v a ş ta n ...^®
A. Rahim BALCIOĞLU ^
Doğu
Batı
K a vg a sı
•
•
Ü zerine
Ahmet B. KARABACAK«Yazarın yakında basılacak
ADSIZLAR
romanından»
— Doğu Doğu'dur, Batı da Batı, dedi Akif. Bunu değiştirmenin im kânı yoktur. Doğu m illetleri, din leri, dilleri, töreleri ne kadar de ğişik olursa olsun, müşterek özel liklere sahiptirler; batı m illetleri de öyle. Fakat Doğulu ile Batılı nın müşterek tarafları yok dene cek kadar azdır. Meselâ ikisi de insandır.. İşte hemen hemen bu kadar..
Batılı mı olalım? Olalım demek le olmuyor ki. Batıyı alalım ilkin ele. Madem ki batılı olmak isti- yenler var yüz elli yıldır bizde. İlk önce bu adamların düşünce ve şu uraltı yapılarını inceliyelim. Üze rindeki yaldızı bir kaldıralım ilkin. Acaba bize kendilerini takdim et tikleri gibi midirler, yoksa yaldızın altında başka bir insan mı var?
Ben gittim Avrupa’ya- Bu yaldı zı sıyırmağa çalıştım. Yapılan öv gülerin asılsızlığını gözlerimle gör düm.
Medeni deniyor AvrupalI için. Bir bakalım buna. Medeni bir adam, mensubu olduğu insan soyu için iyi şeyler düşünür. Öyle mi yap mışlar? Göklere çıkarılan Roma medeniyetini düşünün. Neîer yap
mışlardır Hristiyanlara? Arenalar da vahşi hayvanlarla veya birbir- leriyie adam döğüştürmek hangi doğulu m illetin tarihinde yazılıdır? Neron kadar vahşî ve halkına düş man bir doğulu var mı? Denecek ki o çok eskidenmlş... Peki, hristi- yanlık dönemine gelelim: Papazla rın hatta papanın hasta insanları, şeytan tutmuş diye öldürmesi, es ki Roma hükümdarlarından daha az vahşice bir davranış mı? Peki o engizisyon mahkemeleri nedir? Ya İspanya’da yaptıkları? Hangi doğu lu millet, dini değişik diye yurdun dan toplu olarak koğmuştur başka kavimleri? Yok.. Böyle bir şeyi ta rih kaydetmiyor. Hâlâ, gidin bakın, Yunanlıya ölüm-kalım savaşı yap mamıza rağmen her kasabada bir rum mahallesi vardır. Batılının şu son yüz elli yılda yaptıkları onun medeniyet anlayışını çok iyi gös terir. işte Afrika. Biz de g ittik A f rika’ya. Ne yaptık onlara? Medre se, cami, su, yiyecek. Verdikleri miz bunlar bizim. AvrupalI ne yap tı? Önce hepsinin gözlerini kor kutmak için liderlerini öldürdü. Zencileri gemilere doldurarak Ame rika'ya, tarlalarda köle olarak çalış tırmak üzere gönderdi. Sattı. Ne namus bıraktı ,ne ahlâk... Başka yerler; Hindistan, Hlndî Çinî, Java, Avusturalya, Kanada.. Ne işi var
medenî AvrupalInın bu yabancı
yerlerde? Bize saldırma sebepleri ne? Doğu'nun Batı'ya kafa tutan tek ülkesi değil miydi? OsmanlIlar, Türkler? O sesi kesip, asırlarca sürecek sessiz bir esir dünva için uğraşmıyor mu Avrupa? Ingilizi, Fransızı bize medeniyet getirmek için yüklenmemişti her halde Ça nakkale’ye. Yunan ordusunun İz m ir’e, Ege’ye medeniyet getirdiği ni de kimse savunamaz herhalde!.. Şöyle diyelim: Avrupa bu yayıl masını, kendi m illetlerinin büyü mesi, güçlenmesi için yapıyor!..
Öyle mİ? Acaba öyle mi? AvrupalI acaba başka m illetlere karşı ha ince davranıyor da, kendi milletine karşı iyi mi? Eskiden öyle olma dığını söyledim. Vahşiliğini, en il kel Afrika kabilesinden ileri götü ren AvrupalI bugün nasıl? Zaten önemli olan bu galiba. Ve belki savaşlar sırasında meselâ Balkan’ da, Yemen'de, Tunus’da, Cezayir’ de bize karşı; Avrupa’da, Avustur ya - Macaristan imparatorluğuna karşı yaptıkları bazılarınca savaş gereği olarak kabul edilebilir.
Son yüzyılda nasıldır Avrupa? Evet, tiyatrolar, konserler. Zaten doğu insanını avlayan, gözlerini boyayan bunlar değil mi? Biz, me selâ Paris’in konser salonlarına gi rip, oradaki insanları görünce bü tün Paris’i onların açısından de ğerlendiririz. Meselâ Hugo’nun Se- fille r ’ini okuruz da, oradaki tiple rin Paris'te yaşadığını düşünme yiz.. Bizim için Paris, konser salonu ve müzelerdir.
Fakat öyle değildir. Her konser binlerce fakiri biraz daha fakirleş tiren, biraz daha soyan bir burju va eğlencesidir aslında. Fransa sa dece başka m illetlerin değil, ken di m illetinin insanlarını da soyan
insanların yönetimindedir. Bütün
Avrupa böyledir. Daha iyi soyabi- len idareci olur, soymayı becere meyen sokaklarda sürünür. Batı, çok zenginle çok fakirin birbirleri nin hayatını bilmeden yaşadığı ko ca bir ülkeler topluluğudur. Bir ta rafta on-oniki yaşlarında kız çocuk ları karınlarını doyurmak için so kaklarda kendilerini kiralayacak bi rini ararken, burjuva, işte o salon larda eğlenir. Ha, şunu da söyli- yeyim, o burjuvanın, bazan gene kendileri gibi burjuvaların yazdığı edebî kitaplardan sefaleti öğren dikleri, hattâ ağladıkları olur. Ama o ağlayan, o okuduklarının Paris’te olduğunu bilmez, zaten olup