11 TEMMUZ 1993 PAZAR_________________________________________________________________ CUMHURİYET 2_______________________ 7 7 . 5 ^ »
KÜLTÜR
GÜNDEM DEKİ SANATÇI
KUDSIERGUNER
ONAT KUTLAR
Dinle Neyden
“Bağışlayan, yargılayan tanrınınadıyla başlarım.
Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor Nasıl anlatıyor ayrılıkları!...”
Durgun ve akşam güneşiyle kan rengine dönüşmüş anılar gölünden bir yapayalnız kamış, yakın ölümlere giderek tenhalaşan dost bahçesinde ayrılıklardan şikayet ediyor. Ben Asım'a yakın bir nesildenim ve bugün sabah Nesimi’nin ateşle yandığını öğ rendim.
Umutsuz bir avunma isteğiyle ta çocukluk, ilk gençlik yıllarına dön düm.
Kayacık tepesinin, yüksek duvarlı Ermeni evleri arasından çıkarak Ko lej meydanına ulaştım. Köşeleri bir sarı keymıh bir tuğla, almaşıklı örül müş iki büyük bitıadan oluşan Ame rikan misyon merkezinin önüne gel dim. Binalardan biri eski Amerikan Koleji idi. Şimdi içinde Mr.Isely ve karısı oturuyorlardı. Öbürü ise çalıştırılmakta olan Amerikan Has tanesi. Meydanda sınıf arkadaşım,
tışıyor muyuz? Hayır.
Belki birbirimizi doğramaktan, böyle şeylere vakit bulamıyoruz.
İCudsi Erguner'in Bruno Caillat ile birlikte gerçekleştirdikleri İstanbul Festivali kapsamındaki “Doğaçlama lar” konserine bu duygular içinde git tim. Çoğunluğunu gençlerin oluştur duğu tıklım tıklım dolu bir salonda, bir buçuk saat süren nefis bir müzik şölenine konuk oldum. Bir buçuk saat süreyle o içi boş ve yapayalnız kamıştan bir ateş rüzgarının çıkardığı harikulade sesleri; kudüm’ü, tefi Do- ğu’nun aksak ve derin ritmleriyle bir yürek atışı gibi derinden duyurarak çalan bir yaratıcının şaşmaz vuruş larını dinledim.
Bir umut ışığıyla çıktım konserden. “Hep bunu düşündüm Kudsi Bey” diyorum, karşımda oturan mütevazi tavırlı, orta boylu, sakallı genç sa natçıya, “Siz bu düşü
gerçekleştiren-"Ben çok şanslı bir dönemde gittim Paris’e. Mimarlık eğitimi görmek için. 68 olayları yeni yatışmıştı. En azından gençlik, Avrupa’nın artık dünyanın merkezi olmadığını biliyor du. Yabancı kültürleri aşağılamış olan eski kuşaklarla anlaşamıyordu. Başka ülkelerde, uzak uygarlıklarda önemli değerler ve hareketler olduğu biliniyordu artık. Ben de İstanbul gibi bir kültürel merkezde, çok eski bir ge leneğe sahip Mevlevi müziği çevresin
de büyümüş, ney gibi çok zengin tını lara sahip bir enstrümanı çalan bir müzisyendim. Yani ortam her bakım dan hazırdı.
Ama benim, Paris’teki müzik dün yasına girişim çok tuhaf bir rast lantıyla oldu. Benim için biraz umut suz ve karanlık bir dönemde...”
Kudsi Erguner’in yüzü bir an çelişik duygularla gölgelendi.
“Babamı o sırada kaybetmiştik. Ailemin mali durumu epeyce
sarsıntı-Kabul ettim.
Mme Salzman’ın evi, büyük bir vil laydı. Hepsinin seçkin insanlar olduk larını sezdiğim kalabalık bir davetli topluluğu için o akşam ney çaldım. Çok beğenildi. Benim de moralim bi raz düzeldi. Ama gecenin en önemli armağanı bu alkışlar değil, ayrılırken Mme Salzman’ın şık bir zarf içinde bana sunduğu 500 franktı. O geceki sevincimi unutamam.”
Peter Brook’un ünlü “The Man
Who Knows Too Much” filminin kahramanı. Gunciyefin karısının, Kudsi Ergüner’in yaşamında oyna dığı rol, bununla bitmedi. O akşam konuklar arasında bulunan ORTF’in France Musique yayınının yöneticisi ve bir plak şirketinin yöneticisi Er- güner’e hemen önerilerde bulundular.
Sonrası bir çorap söküğü gibi geldi. “ Beylik bir sorudur ama” diyo rum...
‘Evet!” diyor gene sempatik bir gü
a
_ riçi boş ve
yapayalnız kamıştan bir
ateş rüzgannın çıkardığı
harikulade sesleri;
kudüm’ü, tefi Doğu’nun
aksak ve derin ritmleriyle
bir yürek atışı gibi
derinden duyarak çalan
bir yaratıcının şaşmaz
vuruşlannı dinledim.
akrabam Ergin Taşçıoğlu ile buluş tum. Karşıda bir sokağa girdik. Gene yüksek duvarlı, büyük konaklardan birinin kapısını çaldık.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde İstanbul’da, Dr.Suphi Ezgi ve Münir
Nureddin’in arkadaşı ve Eyüp Mevle
vi Tekkesi postnişinlerinden birinin müridi iken savaşa katılan, çölde îngilizlere esir düşüp sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde tıp öğrenimi görerek Antep’e dönen neyzen ve bes teci Dr.Emin Kılıç’ın eviydi bu. Kafası usturayla kazınmış, yaz kış frenk gömleğiyle dolaşan, güreşçi yapılı bu
ilginç adam , benim d e E rgin’in de ba-
balanmızm arkadaşıydı. Konser vatuar- Dergah karışımı evinde, mev- levi müziği dersleri veriyordu ve her kes gibi biz de bu çok ilğlnç ortamı merak ediyorduk. *
Her biri, şehrin ileri gelenlerinden olan çoğu orta yaşlı adartılann ney, keman, kemençe, kudüm ile Ham- parsum notalarından eski ayinler 'meşkettikleri, Tevrat,* İncil, Kuran şerhedip Mesnevi okudukları bu tu haf ortamda altı ay süreyle uzun bir kamıştan ses çıkarmaya çalıştım. Bunu pek başardığım söylenemez ama Hanaparsum notasını öğrendim,
linair usul ve makama aşinalık edindim.
Aynı yıllarda lisede müşik öğretme nim Ferit Bey, klasik Batı müziğinin pionnier’lerinden biri olarak, bizi,
Bach'm. Beethoven’in, Chopin’in dün
yasına alıştırmaya çalışıyordu. Ben, bazı «arkadaşlarım gibi bir iç çelişki yaşamaksızın, Meraga’h ve Abdülka- dir’i ve Bach’ı aynı zamanda sevmeye çaba gösterdim. Büyük sanatçıların evreni tektir.
Sonraki yıllarda bir sö rf hep ka famı kurcaladı durdu. Theodorakis,
Neruda’nın Canto General’inden ve-
rel renklerle bir müzik destini yaratıı'- ken, Sitar.ustası Hintli Ravi Shankar
McLüglen’le nefis parçalar yaparken
Amerikalı zenci caz ustaları Latin müziğiyle yepyeni bileşimler oluştu rurken bizde neden olmuyordu bu?
Bütün uygar ülkelerde olduğu gibi bu topraklarda da üç eş fanatik kun dakçı hayvanın ilkelliğime indijgeye- meyeccğimiz zengin bir kültür geçmişi yaşandı. Niçin evrenselleşpmiyoruz?
Zülfii’den Necdet Yaşar’a, Niyazi
Sayın’dan Uğurtan Aksel’e, Saygun’- dan Idil Biret’e, konuşmak olanağı
bulduğum bir çok değerli müzisyene yeri geldikçe bu soruyu soldum. Kuş kusuz her «birinin ayrı ayrı değerli yanıtlanVar. Ama bunu yeterince
tar-(Fotoğraf: FİLİZ KUTLAR)
ması’nda Mevlana’yı anma konserine solist olarak katıldım. Sonra konser ler devam etti.”
Kudsi Ergüner, 1973-80 arasında Paris’te ve dünyanın çeşitli merkezle rinde yüzlerce konser verdi. Ama onu en çok heyecanlandıran davet, bu yıl İstanbullu müzikseverlere nefis bir zi yafet veren, modem müzik düıî- yasının büyük ustalarından Pierre Boulez’den geldi... Boulez’in, klarnet, çello ve ney için düzenlediği ünlü ‘Di- alogue’unda ney çaldı Kudsi Ergü ner.
Geçen yirmi yıl içinde, Kudsi Ergu ner’in müzik çalışmalarını özetlemek bile bu yazının sınırlarım aşar. 40’a yakın CD, sayısız konser, George
Aperhis’le ortak çalışma, Peter Bro
ok’un Mahabharata’sından Ferreri,
Scorcese gibi ünlü yönetmenlerin
filmlerine kadar yarım düzine film müziği, caz dünyasının tanınmış isim leri Peter Gabriel, Didier Lockwood,
Jean-Marc Padovani ile ortak çalışma
lerden birisiniz. Mahabharata’ya yaptığınız müziği, bazı CD’lerinizi hayranlıkla dinledim. Bu noktaya nasıl geldiniz? Bu düşünceye?”
Çok doğal karşılıyor soruyu. Sanki çok bilinen bir şeymiş gibi. “Zaten öyle olması gerekmez miydi?" diyor, “Büyük bir müzik geçmişimiz var. Ben o geleneğin içinde büyüdüm. Ba bam Ulvi Erguner hep söylerdi bunu. Onun düşünceleri. Hep anlatırdı: Trakya bölgesindeki Türk halkı Yu nan radyosu dinliyor. Demek ki, çok derin noktalar var. Bosna-Hersek’- teki müzikle Osmanlı müziği arası ndaki ilişkileri düşünün. Ya da Tu nus’ta hala tamburi Cemil Bcy’in plaklarının dinlendiğini. Evrensel müzik ortamına bütün bu birikimle katılmamamız için hiç bir neden yok...”
Gene de bir noktadan başlanmış ol malı, diye düşünüyorum.
Aklımdan geçenleri anlamış gibi bir kahkaha atıyor:
daydı. Benim de param yoktu. Ce bimde 180 frankla, karanlık düşün celer içinde evden dışarı çıkmadan oturuyordum. Tam o sırada annem den bir mektup aldım. Durumumu tam kestiremeyen annem, benden. İstanbul’da bulamadığı bir düdüklü tencere istiyordu. .
Bir mağazadan fiyatını sordum: 150 frank. Bana sadece otuz frank kalıyordu. Annem üzülmesin diye pa ram var diyordum. Bu yüzden tence reyi aldım, akşam eve geldim. Kara kara düşünürken telefon çaldı. Ma dam Salzman adında bir hanımdı arayan. Ünlü KafkasyalI düşünür ve bilge Gurcuyefin kansı olduğunu söyledi. Sovyet devriminden sonra, ko casıyla birlikte İstanbul’da bir süre kaldıklarını, o kısa sürede Galata Mevlevihanesi’nde bir ayine katılıp çok etkilendiklerini anlattı. Benim neyzen olduğumu bir dostundan duy muştu ve evinde vereceği özel bir kon ser için beni davet ettiğini bildirdi.
vs. vs...
Ama önemli gerçek şu ki Kudsi Er güner, olağanüstü icrası, derin müzik bilgisi ve kültürel birikimi ile hem kendi düşlerini, hem de bizim düşleri mizi gerçekleştirdi. Doğu’nun sufi ge leneğinin derinlikleri, Mevlana gele neğinin zenginliği, evrenselliği, her biri birer müzik mimarisi başyapıtı olan ayinlerin mükemmelliği, neyin sonsuz ses imkanlan ile dünyayı bu luşturdu.
Buluşturmaya da devam ediyor. Bir çok görüşme, randevu vs. arası nda onunla konuşabildiğimiz kısa süre içinde anlatabildiği projelerin kapsamı bile baş döndürücü. En yakın etkinlik 9-10 temmuzda Fransız Senfoni Orkestrası eşliğinde
Yvon Cassar tarafından kendisi için
bestelenen “Ney Konçertosu”nda so listlik.
Sonra 20-30 temmuz tarihleri arası nda Uluslararası Barselona Müzik Festivali (GREC)’inde üç etkinlik:
R
rogu nun
sufi geleneğinin
derinlikleri, Mevlana
geleneğinin zenginliği,
evrenselliği, ayinlerin
mükemmeliği,
neyin sonsuz ses
imkanlan ile dünyayı
buluşturdu.
lüşle, “Müziğe nasıl başladım... Pek olağanüstülük yok. Dedem Süleyman
Ergüner de babam Ulvi Ergüner de
Mevlevi ve neyzen idiler. Çocuklu ğum Eyüp’te, Üsküdar Ozbekler Tekkesi’nde, Ömer Nasuhi Bey ve Ke
nan Rufai Bey’in dergahlarında ve
evde ney dinleyerek geçti. Kısa sürede ney üflemeyi öğrendim. Hiç unut mam, 1961 yılıydı, Radyo’da Çocuk Saati Yöneticisi Nadide Ercan baba ma, benim çocuk programında ney çalmamı önermiş. Çok sevindim. Ba bam bana, dedemin ünlü bestesi olan ‘Ömrün şu biten neş’esi tam olsun erenler’ şarkısını iyice öğretti. Radyo- evinde tam girip çalacağım sırada bir adam gelip beni stüdyodan dışarı çıkardı. Tarikat müziğinin yasak ol duğunu söylemiş. Bu olay benim için ilk konser heyecanı ve ilk hayal kırıklığı oldu. Sonra, ertesi yıl Kon ya’ya ‘Beyati Ayin’de ney üflemek üzere çağrıldım. 11 yaşındaydım. Oraya gidemedim ama, Şan
Sine-Ayin-i Cem, Bosna’da Osmanlı Müziği ve Boşnakça Mevlüt. Ekimde danışmanı olduğu Lille Festivali’nde Orient-Express konseri. Sonra Mont- pellier’de “ Les Femmes DTstanbul- Musique de Harem” konserinin do kuz kadından oluşan korosunu yö netmek.
Böylece gidiyor.
Taksim alanındaki Cafe’nin kol tuklarında, İtalyan kahvelerimizi yu dumlayarak bir an sustuk. Alan gü rültülüydü, etraf kalabalık, ikimiz de aynı anda, içinde yuvarlanıp gittiği miz kan ve ateşle dolu günlerin acıla rına garkolmuş gibiydik.
Ve o anda çok uzaktan, derin bir rüzgarın bir kamışın içinden geçerken çıkardığı sesi duyduk. Şikayeti, bilge bir ses:
“Ahmaklıktan yakınsızlık doğar” diyordu, “ Bu çeşit adam yelle dolu doğarcıya benzer.
Her an ön saftan geri kalır. Saf ola rak neyi varsa köpü gibi tortulanır.
Eziyeti her an artar, daha beter bir hale gelir. Her zaman biraz daha çir kin, biraz daha kötü bir hal alır.
O kapıdan sürülen kişi, cehenneme doğru gider.
İşişin bu raddeye varmadan, gaflet, sana perde ve bağ olmadan Halil gibi aslına var, yıldızdan ve illetli gökyü zünden vazgeç.
Can suyunu can denizine dök de uçsuz bucaksız bir deniz kesil...”
Böylece, Mcsnevi’nin son beyitle riyle sohbetin ve günün kitabını ka pattık.
Bilmem ki kim okur, kim dinler?
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi