SİY A SE T 8 5
11
BUGÜNÜN
GÖZÜYLE
İLBER ORTAYLI
Beyoğlu-Galata 19. yüzyılda Avrupa ya şam biçiminin Doğu Akdeniz’deki salaş bir modeli gibiydi. Kârgir binalarıyla, karşı daki ahşap İstanbul’a tepeden bakan, so kaklarında farklı giyimde insanların gezin diği, değişik yemeklerin yendiği, farklı bi çimde eğlenilen, özgün şivelerle yabancılenmesi için ilk faal belediye idaresi de bu semtte kuruldu. Ama Beyoğlu’nu toptan refah ve servet semti saymayalım. Bir dizi gösterişli konağın, elçilik sarayının, kilise lerin çevresi, sefalet apartmanlarıyla doluy du. Refah ve sefalet her yerde olduğu gibi burada da yanyanaydı. Tabii refahın ya rattığı eğlence ile sefalete uyum sağlayan eğlence de yanyanaydı. İstanbul’a uğrayan veya yerleşen yabancı, yaşamım bugünkü Karaköy-Tophane-Galatasaray içindeki bu bölgede geçirirdi. Ama yabana deyince ço ğunluğu diplomat ve tüccar olarak düşün meyelim. Maceraperest, gemici, işçi, işsiz AvrupalIlar çoğunluktaydı ve Beyoğlu Be yoğlu olalı herkese kucak açan bir yerdi. Beyoğlu’nun argosu, bütün Akdeniz- Balkan dillerinin bir karışımıdır ve Beyoğ lu’nun sakinleri de İstanbul’un gerçekten kozmopolit halkı idi. Hangi dinden olur larsa olsunlar, hangi dili konuşurlarsa ko nuşsunlar; Beyoğlu’nun halkı kendilerine özgü komşulukları, gelenekleri ve İstan bul’un semtlerinin bazılarında görüldüğü üzere (Aksaray şivesi, Kasımpaşa şivesi, Şişli şivesi gibi) kendi ağızlarıyla büyük şehrin ilginç mahallelerinden birini oluştur muşlardır.
Gemilerden boşalanların kimisi birkaç büyük otelin müşterisi olurdu, ama çok- çası da az parayla bu semtin birahane ve sefahat yuvalarına dağılan gemicilerdi. Li manın karantinasına, sağlık örgütüne sal gın tehlikesiyle dert, polisin başına iş geti rirlerdi. 19. yüzyılda veba salgınları, Be- yoğlu’nda dehşet kasırgası gibi kavururdu ortalığı, hayat dururdu. Zührevi hastalık lar her liman gibi, burada da yaygındı. İlk hastaneyi de Beyoğlu’nda kurmuşlardı.
Beyoğlu’nda 19. yüzyılda yaşanan ha yat, dünyanın her metropolündekinin bir kopyasıydı, ama karşıdaki İstanbul, bu muhafazakâr şehir, Beyoğlu (Pera)’yı Bi zans’tan beri hep uzak durulması gereken bir belde olarak görürdü. 19. yüzyılın or talarında, devletin resmi tarihçisi Ahmet Lûtfı Efendi; “Hamdolsun İstanbul’un sa
dan, “ Bonmarşe” den alışveriş etmek için, her sınıf halkın, kadın erkek işi düşerdi oraya. İki ayrı dünya bu nedenle; ahşap Galata köprüsüyle, atlı tramvay ve Avru pa’mn ilk metrolarından biri olan Tünel’- le birbirine bağlanmıştı.
Beyoğlu neydi, meyhanelerle dolu bir semt mi? Gerçi Galata meyhaneleri ünlü bir yerdi, ama İstanbul da meyhaneyi ve meyhane kültürünü tanımayan bir yer de ğildi. İstanbul’un zabıta görevlileri eskiden beri meyhaneye “ miğde” derlerdi ve def terlere; sayıları, içindeki çalışanların isim leriyle kaydederlerdi. 18. yüzyıl ortaların da, İstanbul’da 19 koltuk, yani meyhane nin bulunduğu kaydedilmiş böyle bir ve sikada; inanmayın, gerçek sayı bunun çok daha fazlasıydı mutlaka. Beyoğlu’nda
bu-Beyoğlu acaba Avrupai
lokaller ve restoranlarla
dolu ve başka bir şey
tanımayan bir yer miydi,
hayır. Beyoğlu 'nu böyle
görmek isteyen sadece
bizim son zamanlardaki
nostalji edebiyatının
edipleri. Beyoğlu bal gibi
Şark’tı.
lunan sefarethaneler, bazı manastır ve ki liselerin sakinleri, yabancı olarak diploma tik muafiyetten yararlanıyor, yani şarap için hamr resmi ödemiyor, toptan ucuz içki alımı yapabiliyorlardı. İçki nakli, deryada hamr kayıkları denen, ayrı ücret alan ve ayrı resim ödeyen kayıklarla yapılıyordu. İçki üretimi ve satımı titizlikle kaydedili yordu. İçki vergilerinin tahsiliyle ayrı biri görevliydi. “ Hamr mukattası” denen bu vergilerin geliri ihale yoluyla bir görevliye satılıyordu. Ramazanda bir ay kapatılan İstanbul meyhanelerinin ünü ve zarafeti Beyoğlu’ndakilerden aşağı kalmazdı. Ra mazanın bitiminde, yani arife günü mey
inizde sırf Beyoğlu’nda değil, her yerde kendine özgü renkleriyle her zaman varo- lagelmiştir, en başta sarhoşu azizleştiren menkıbe ve meselleriyle. Bekri Mustafa gi bi bir tip her folklorda bulunmaz. Bekri M ustafa’ya rivayetler neler yaptırır; padi şah 4. M urat’a kafa tutturur, subaşı döv dürüp tuzlattım. Despotizmle sadece Bekri Mustafa baş edebilmiştir. Köroğlu bile de ğil... Meyhanenin rehaveti içinde çözülen diller, her türlü politik eleştiriyi de birlik te getirirdi. Böylesine “ devlet sohbetleri” n- den hoşlanmayan padişahlar, görünüşte Müslümanlık gayretine kahvehane ve mey hane kapattırırlardı.
Beyoğlu acaba Avrupai lokaller ve res toranlarla dolu ve başka birşey tanımayan bir yer miydi, hayır. Beyoğlu’nu böyle gör mek isteyen sadece bizim son zamanlardaki nostalji edebiyatının edipleri. Beyoğlu bal gibi Şark’tı, her sınıftan Şark’a gelen Garp lının misafir edildiği bir Şark şehriydi. Be yoğlu büyük şehrin fuhuş merkezi miydi? Her şehir kadar. Karşıdaki İstanbul da İs tanbul olalı bin yıldır bu zenaatı tanırdı. Beyoğlu’nun farklı yönü, hayatın her yö nünün, her safhasının ve her gerçeğinin, kendini gizlemeden ortaya koyması ve ör- gütlenmesiydi. Büyük şehir zaten herşeyin örgütlendiği bir mekân demektir. Beyoğ lu’nda her olayın ve her kurumun kendi ge leneği oluşmuştu.
Eğlence fiyata, kaliteye, talebe göre ih tisaslaşmıştı. Seyirlik oyun tiyatro olmuş tu. Alaturka saz salonundan, frenk tipi ka- feşantana herşey vardı, arada bir opera ge lirdi. İstanbul’daki kabadayı kavgaları, bu rada polisi, konsolosları, Babıâli’yi uğraş tıran sokak muharebelerine dönüşürdü. 1848 nisanında BabIâli’nin deyişiyle;
“ tebaa-yı ecnebiyeyeden, Dersaadet’te müçtemi olân, birçok serseri ve bîedeb güruhu” yani İstanbul’a toplanan yaban
cı uyruklu, bir yığın serseri ve edepsiz ta kımı aralarında uzun boylu bir sokak mu harebesi yapmış, polise de karşı koymuş
Eski Beyoğlıı’ııdan çizgiler
dillerin konuşulduğu, yabancı kitap ve ga zetelerin satıldığı ve Osmanlı aydınının Av rupa’ya açtığı pencere de bu semtti. Fakat aslında herhangi bir Fransız veya İtalyan taşra şehrinin görünümünden öteye geçe meyen bu bölgede; elçilikler, yabancı ban kalar, yabancı okullar ve Osmanlı Hıristi- yanlarıyla ilgisi olmayan Hıristiyan cema atlerin kiliseleri vardı. Sonra zenginleşen gayri Müslimler de buraya yerleşti. Yaban cı restoranlar, birahaneler, cafe’ler, ikin ci üçüncü sınıf gezginci Avrupalı trupların
Beyoğlu neydi,
meyhanelerle dolu bir
semt mi? Gerçi Galata
meyhaneleri ünlü yerlerdi,
ama İstanbul da
meyhaneyi ve meyhane
kültürünü tanımayan bir
yer değildi. İstanbuVun
zabıta görevlileri eskiden
beri meyhaneye “miğde”
derlerdi ve defterlere
sayıları, içindeki
çalışanların isimleriyle
kaydedilirdi.
temsil verdiği tiyatrolar da buraya doldu. Beyoğlu’nda sadece zenginle fakir farklıy dı; burada dillerin ve dinlerin değil, servet lerin imtiyazı vardı. Binaların içi süslüydü, dışları da süsleniyordu. Sokakların düzen
ir semtler ahalisi, Beyoğlu gibi Avrupai (!) olmadıklarından, daireleri dahilinde fuhuş- hane ve kumarhaneler açdmadı.” diye ya
zıyordu. İstanbul halkı Beyoğlu’nu ikircik lenmen nazarlarla süzerdi ve karşı kıyıya adımını atmadan da edemezdi. Yemek- içmek, eğlenmek dışında; “ Pazar Alman”
-haneci gedikli müşterilerine özel bir dave tiye gönderirdi. Midye yahut uskumru dol malarından oluşan bu davetiyeye “ unut
ma bizi dolması” deniyormuş. İstanbullu
alkolik değildi, ama töreniyle ve mezesiy le, özgün sohbetleriyle içkiyi ve meyhane hayatını severdi. İçki kültürü bizim
ülke-lardı. Bunlar Maltalı ve Yediadalar (lon adaları) gemilerinin denizcileriydi. Beyoğ lu’nda böyle olaylar gündelikti.
Tiyatroların, restoranların, banker ko naklarının dışında; Beyoğlu’nda küçük in sanın hayatı neydi? Hâlâ yazılmayı bekle yen hikâyeler külliyatı da bu galiba...
6
SİY A SE T 8 5
b i i o
M
n
İLBER ORTAYLI
dan beri Pera’mn en güzel binaları onla- rındı. Cenova podestasmın sarayı, Vene dik bailosunun konakları iki zarif incidir. 17-18. yüzyıllarda ise Beyoğlu Fransa’nın doğudaki ticaret ve diplomasi ağının mer kezi haline gedi. Beyoğlu’nun yerli halkı, daha doğrusu Osmanlı uyrukluları; ister Müslüman, ister Hıristiyan yahut Yahudi olsun, semtlerindeki AvrupalIlara yaban cı olarak bakarlardı. Hatta bu salt yaban cılık değil, ayrı kültür, ayrı âdet, ayrı din demekti onların hepsi için. Aynı kültürle yoğrulan Galata - Beyoğlu’nun kozmopolit OsmanlIları için, Avrupalı başka bir şeydi ve pek de hoş karşılanan biri değildi.
Babıâli bürokrasisi, vilayetlerdeki görev liler; Beyoğlu’nda kaynaklanan bir ticaret, diplomasi ve misyonerlik faaliyetinin so runlarıyla meşguldü. Ankara’da ölen, bir Avrupalı tüccarın mirası, Erzurumdaki Cizvit rahiplerin ev ve manastır inşaatiyle ilgili berat, Fransız bandırasıyla ticaret ya pan iki Portekizli Yahudinin iflası gibisin den binlerce sorundu bunlar.
Osmanlı devleti, Avrupa devletler huku kunun ve elçiliklerin statüsüne kısmen uyu
lıyı ise uslu, akıllı ve ona uymayan biri di ye niteliyordu. Sonunda kilise bütün elçi lere kapatıldı. Bu yasağı öğrenemeyen ve ilk pazar günü gene kiliseye koşan fakat ka pıları kapalı görünce; yumruklayıp, açıl ması için tepinen Lancosmes’u dışarda top lanan halk seyredip gülüşüyordu. Venedik elçisinin de kiliseyi açtıramadığı ve iki çıl gın meslektaşı yüzünden bu en büyük İtal yan kilisesine gidemediğini biliyoruz. Ga- Iata’daki San Francesko, San Benedetto,
San Antonio, Santa Anna, Santa Maria, San Giorgio gibi kiliseler doğrusu her din
den yerli halk için tuhaf ve ilginç yerlerdi. İçerideki org, çok sesli koro ve Roma - Ka tolik ayin ritüeli, Galatahlarm kapılara yı ğılıp içerisini merakla seyretmelerine neden oluyordu. Güya, bir keresinde müzik din lemek için Kanuni Sultan Süleyman da ki liseye gelmiş ve bir messa çalınmasını em redip, hoşnut kalmış.
18. yüzyıla kadar elçilerin konut doku nulmazlığı, sadece bir nezaket gereğiydi. Bu gibi antlaşmalara Osmanlı devleti ta raf değildi. Zaten her elçinin geniş, güzel saraylarda oturduğunu da düşünmeyelim.
memurlar zaman zaman bu kuralı bilmez gibi adamların satın aldığı yiyecek ve içe cekten vergi almaya kalkardı ve elçiler de şikâyet için gene BabIâli’nin eşiğine daya nırlardı.
Yabancı din adamları işlerini doğrusu sessiz ve gürültüsüz görmek zorundaydılar. Çünkü Roma Katolikleri ve Protestanlar- dan nefret edenler, Müslümanlardan çok, Osmanlı Hıristiyanlarıydı. Roma - Katolik rahiplerinin faaliyeti kutsal Ortodoks ki lisesi ve Gregoryen Ermeni kilisesinin hid detini çekiyor ve ikide birde bu din sapkın larını (!) BabIâli’ye şikâyet ediyorlardı. Ga- lata’daki AvrupalIların tuhaf (!) dini tören lerini Osmanlı Hıristiyanları da Müslüman- lar kadar istemezdi. 1702’de Galata kadı sına yazılan bir hükümde; yerli halkın bu törenlere müdahale ettikleri, bu durumun önlenmesi isteniyordu. Bu nedenle açık havada procession gibisinden dini tören ve geçitler yapamıyorlardı. Beyoğlu’nda Av rupalI tüccar ve girişimcinin sevildiği söy lenemez. Fransız rahipler kendilerinin ve diplomatların gereksinimi için, bir galeta
Eski Beyoğlu’ndan çizgiler (2)
Beyoğlu veya daha eski adıyla Pera (bu söz karşı taraf anlamına gelir) Bizanstan bu yana önce İtalyan Cumhuriyetlerinin, sonra Batı Avrupa’nın Doğu Akdeniz’de ki başkenti gibiydi. Pera’nm adı Osmanlı asırlarında Beyoğlu oldu. Beyoğlu neden deniyordu, bu biraz karanlık bir konu. Pe- ra’daki Bailo’nun Venedik sarayından gel diği veya İtalyan kişizadelerinden biri bu rada oturduğu için böyle adlandırıldığı söy leniyor, Beyoğlu bir dış ticaret merkeziy di. Garplılaşan şark veya şarklılaşan bir garp şehriydi. Doğu Avrupa ülkelerinde, uzak Çin’de, Japonya’da Beyoğlu gibi ör nekler vardı. Rusya’mn Büyük Petro öncesi devrinde Avrupa ile ilişkisi; Moskova’nın yanındaki Sloboda’da, yani oranın Beyoğ- lusu’nda sağlanıyordu. Sonra Kırım’daki Kefe de böyle kozmopolit bir dış dünya penceresiydi. Bugünün Beyoğlusu; İstan bul’un ucuz dükkân, ucuz meyhane ve ikincil derecedeki şirket ve depolardan, bir de sefalet apartmanlarından oluşan bir semti oldu.
17-18. yüzyıllarda ise
Beyoğlu Fransa ’nın
doğudaki ticaret ve
diplomasi ağının merkezi
haline geldi. Beyoğlu ’nun
yerli halkı, daha doğrusu
Osmanlı uyrukluları; ister
Müslüman ister
Hıristiyan yahut Yahudi
olsun semtlerindeki
AvrupalIlara yabancı
olarak bakarlardı.
Beyoğlu (Pera) fetihten önce İtalyan Rö- nesansının Doğu Akdeniz şubesi gibiydi. Pera Cenevizlilerin kolonisiydi. Ama kent te Venedikli, Pisah İtalyanlar da vardı, Ce nova daha çok hepsini temsil ve idare eden bir patrondu. Cenova buraya bir yıl süreyle bir podesta tayin ediyordu, onun yanında yirmidört üyeli bir meclis ve tüccarlar ofi si vardı. Ceneviz parası zecchina değerli bir birim olarak bütün Akdenizde kullanım daydı. Adorno, Doria, Ocase, Botteghe gi bi Cenova aristokrasisinden, zengin tüccar aileleri burada yaşardı. Pera’ya İtalyan kültürü ilk ve kalıcı damgasını vurdu. Bu semtin argosundan bugün bile en kalaba lık lügatçe İtalyan kalıntısıdır. Ortaçağlar
-19. yüzyılın ortalarında Beyoğlu.
yordu. Be nedenle Galata’da diplomat, tüccar ve din adamlarından oluşan Avru palI kalabalığının günlük hayatı seyri ilginç bir manzaraydı denebilir. BabIâli’nin dip lomatlarla olan ilişkisi kadar; yabancı dip lomatların kendi aralarındaki protokol iliş kisi de bir ayrı vodvildi. Böyle ilginç bir elçi kavgasının sözünü etmeden olmaz; 1587 yı lında Fransa kralının Osmanlı başkentin deki elçisi de Lancosmen idi. Gösteriş düş künü, gürültücü, fakat mesleğini başarısız lıklarla kapatmış bir diplomattı. Avustur yalIların elçisi ise Dr. Pezzen’di. İki elçi nin başlıca problemi, hükümdarlarının temsilinde öncelik hakkının kazanılmasıy- dı. Çünkü ikisinin de hükümdarı Avrupa protokolünde üstünlük ve “ en Hıristiyan hükümdar” olmak iddiasındaydılar. O ta rihte Galata’nın en büyük kilisesi San
Francesko’ydu. (Sonra Yeni Cami oldu)
İki elçi, pazar ayinlerinde bu kilisenin en mutena köşesine yerleşmek için mü cadeleye başladılar. Avusturya elçisi Dr. Pezzen kilisenin seçkin köşesine kendisi için sırmalı bir sayeban kurdurt- tu. Fransız meslektaşı de Lancosmes bu nu duyunca, adamlarım yollayıp, Avustur yalInın kilisedeki süslü sayebanmı yerle bir ettirdi. İlk pazar günü de erkenden kilise ye koşup, baş köşeye oturdu ve rakibini beklemeye başladı; tabii olayı duyan Hı ristiyan, Yahudi ve Müslüman Galata halkı dışarda toplanmış ve kopacak maskaraca kavgayı seyretmek için beklemeye başla mışlardı. Dr. Pezzen “ deli, kaçık” gibi de yimlerle nitelediği meslektaşıyla açıkça ça tışmaya girmekten kaçındı ve onu sadra zam Siyavuş Paşa’ya şikâyet etti. Sadra zam Pezzen’in temkinliliğini beğenmişti. Fransa elçisini, divanelik eden, Avusturya
Hele İngiliz elçileri ilk zamanlar düpedüz kiracıydı. Ancak kimse kimseyi rahatsız edemezdi oturduğu mahallede; bu kurala uymayan elçi de olsa mahallenin hışmına uğrardı. I. Elizabeth’in İstanbul’daki elçisi
Edward Barton bugünkü Tophane’de bir
ev kiralamıştı, ancak elçinin gürültülü iç ki ve sefahat âlemleri nedeniyle mahalle halkı evi basmaya kalktı ve elçiyi mahal lenin selamet ve namusu adına dilekçe ve rip evinden attırdılar. Konut kiralamak ya bancılar için başlıbaşına bir sorundu. Din adamları ve diğerlerinin ev yaptırma ve ta mir ettirmeleri için de BabIâli’den izin al maları gerekliydi. 1768 aralık ayında Avus turyalI rahiplerin Patertrinite adlı kilisele ri yanındaki lojmanları yanıp kül olmuş tu. AvusturyalI elçi, beceriksizliğinden ta mir iznini BabIâli’den bir yılda ancak çı kartabildi. Rahiplerin kışı nasıl geçirdik lerini kim bilir? Bir başka olay; Arap Ca mii civarında ev kiralayan ve yıllık kira be delini peşin ödeyen Fransız tüccarlarını, kurnazlık eden ev sahipleri ve mahalleli; “ Müslüman mahallesinde oturmaları ca iz değildir” diye mahkeme hücceti alıp at maya kalktılar. Fransız elçisi, Babıâli’ye koştu ve iş anlaşılana kadar bir bürokra tik trafik işledi.
Yabancı misyon üyeleri vergisiz olarak; İstanbul civarından toptan et ve tahıl, asıl önemlisi harçsız içki satın alabiliyorlardı. Bu diplomatik bağışıklığa Osmanlı bürok rasisi de imkân tanımış ve uyulmasını sağ lamıştı. Kalabalık bir maiyeti, kendi tah sisat veya gelirinden beslemek zorunda olan yabancı elçiler için, bu önemli ve ya rarlı bir bağışıklıktı. Gerçi güvenlik görev lisi olan Bostancı, iskele emini ve diğer bazı
ve ekmek fırını kurmuşlar; Galata fırıncı ları ise fırın ı basıp; “ ticaretim izi engelliyor” diye devlete şikâyet dilekçesi vermişlerdi. Tahmislerdeki kahve dövücü- sünden tutun, her daldaki esnaf ve Osman
lI tüccarı; Avrupalı tüccardan devamlı şi
kâyet ediyordu.
Elçiliklerin hepsi Beyoğlu’ndaydı. Yal nız İran elçiliği BabIâli’nin yambaşında Müslüman mahallesindeydi. Yabancı mis yonların M armara’ya bakan geniş bahçeli sefaret saraylarına kapandıklarını biliyo ruz. Şunlar bazen Venedik Sarayı, Fran sa Sarayı gibi hoş, geniş bahçeli yapılardı.
Osmanlı Devleti, Avrupa
Devletler hukukunun ve
elçiliklerin statüsüne
kısmen uyuyordu. Bu
nedenle Galata’da
diplomat, tüccar ve din
adamlarından oluşan
Avrupalı kalabalığının
günlük hayatı, seyri ilginç
bir manzaraydı denebilir.
Bu yapılara kapanan elçilik mensupları aralarında gidip gelmenin ötesinde; İstan- bulda, her türlü antikayı ve her dilde eski kitabı toplamak gibi meraklara sahiptiler. Alışveriş konusundaki becerikliliğinden “ anılar” ında söz etmeyen diplomat ve dip lomat eşi yok gibidir. Batı kütüphaneleri İstanbul’dan alınıp taşınanlarla zenginle şiyordu. AvrupalIların bu merakından do layı her türlü tüccar ve komisyoncu etraf- larındaydı. Tören ve balolara uzun zaman sadece diplomatlar ve diğer yabancılar ka tılırdı. Osmanlı devlet adamları bu balo larda, kerli ferli ambassadörlerin madama- larıyla hoplayıp zıplamalarını pek anlayışla karşılamazlardı. 19. yüzyılda durum gere ği anlamaya ve gitmeye başladılar. Ama yanlarında refikaları yoktu. Türkiye’de ba lo reformu, yarı resmi ve samimice toplan tılarla İkinci Meşrutiyet yıllarında başladı. Kadın erkek, balo ve resepsiyona katılma gibi bir olay küçümsenemeyecek bir değiş medir.
Eski Beyoğlu, Avrupa’nın taşrası gibiy di, onun tarihini ve mimarisini ciddi ola rak inceleyenler de Avrupalı tarihçilerdir. Biz onu hâlâ mazideki hoş bir hayal, ede biyatıyla ele alıyoruz. Oysa bugün her ta raf Beyoğlu oldu.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi