• Sonuç bulunamadı

Eski Beyoğlu'ndan çizgiler

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Eski Beyoğlu'ndan çizgiler"

Copied!
2
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SİY A SE T 8 5

11

BUGÜNÜN

GÖZÜYLE

İLBER ORTAYLI

Beyoğlu-Galata 19. yüzyılda Avrupa ya­ şam biçiminin Doğu Akdeniz’deki salaş bir modeli gibiydi. Kârgir binalarıyla, karşı­ daki ahşap İstanbul’a tepeden bakan, so­ kaklarında farklı giyimde insanların gezin­ diği, değişik yemeklerin yendiği, farklı bi­ çimde eğlenilen, özgün şivelerle yabancı

lenmesi için ilk faal belediye idaresi de bu semtte kuruldu. Ama Beyoğlu’nu toptan refah ve servet semti saymayalım. Bir dizi gösterişli konağın, elçilik sarayının, kilise­ lerin çevresi, sefalet apartmanlarıyla doluy­ du. Refah ve sefalet her yerde olduğu gibi burada da yanyanaydı. Tabii refahın ya­ rattığı eğlence ile sefalete uyum sağlayan eğlence de yanyanaydı. İstanbul’a uğrayan veya yerleşen yabancı, yaşamım bugünkü Karaköy-Tophane-Galatasaray içindeki bu bölgede geçirirdi. Ama yabana deyince ço­ ğunluğu diplomat ve tüccar olarak düşün­ meyelim. Maceraperest, gemici, işçi, işsiz AvrupalIlar çoğunluktaydı ve Beyoğlu Be­ yoğlu olalı herkese kucak açan bir yerdi. Beyoğlu’nun argosu, bütün Akdeniz- Balkan dillerinin bir karışımıdır ve Beyoğ­ lu’nun sakinleri de İstanbul’un gerçekten kozmopolit halkı idi. Hangi dinden olur­ larsa olsunlar, hangi dili konuşurlarsa ko­ nuşsunlar; Beyoğlu’nun halkı kendilerine özgü komşulukları, gelenekleri ve İstan­ bul’un semtlerinin bazılarında görüldüğü üzere (Aksaray şivesi, Kasımpaşa şivesi, Şişli şivesi gibi) kendi ağızlarıyla büyük şehrin ilginç mahallelerinden birini oluştur­ muşlardır.

Gemilerden boşalanların kimisi birkaç büyük otelin müşterisi olurdu, ama çok- çası da az parayla bu semtin birahane ve sefahat yuvalarına dağılan gemicilerdi. Li­ manın karantinasına, sağlık örgütüne sal­ gın tehlikesiyle dert, polisin başına iş geti­ rirlerdi. 19. yüzyılda veba salgınları, Be- yoğlu’nda dehşet kasırgası gibi kavururdu ortalığı, hayat dururdu. Zührevi hastalık­ lar her liman gibi, burada da yaygındı. İlk hastaneyi de Beyoğlu’nda kurmuşlardı.

Beyoğlu’nda 19. yüzyılda yaşanan ha­ yat, dünyanın her metropolündekinin bir kopyasıydı, ama karşıdaki İstanbul, bu muhafazakâr şehir, Beyoğlu (Pera)’yı Bi­ zans’tan beri hep uzak durulması gereken bir belde olarak görürdü. 19. yüzyılın or­ talarında, devletin resmi tarihçisi Ahmet Lûtfı Efendi; “Hamdolsun İstanbul’un sa­

dan, “ Bonmarşe” den alışveriş etmek için, her sınıf halkın, kadın erkek işi düşerdi oraya. İki ayrı dünya bu nedenle; ahşap Galata köprüsüyle, atlı tramvay ve Avru­ pa’mn ilk metrolarından biri olan Tünel’- le birbirine bağlanmıştı.

Beyoğlu neydi, meyhanelerle dolu bir semt mi? Gerçi Galata meyhaneleri ünlü bir yerdi, ama İstanbul da meyhaneyi ve meyhane kültürünü tanımayan bir yer de­ ğildi. İstanbul’un zabıta görevlileri eskiden beri meyhaneye “ miğde” derlerdi ve def­ terlere; sayıları, içindeki çalışanların isim­ leriyle kaydederlerdi. 18. yüzyıl ortaların­ da, İstanbul’da 19 koltuk, yani meyhane­ nin bulunduğu kaydedilmiş böyle bir ve­ sikada; inanmayın, gerçek sayı bunun çok daha fazlasıydı mutlaka. Beyoğlu’nda

bu-Beyoğlu acaba Avrupai

lokaller ve restoranlarla

dolu ve başka bir şey

tanımayan bir yer miydi,

hayır. Beyoğlu 'nu böyle

görmek isteyen sadece

bizim son zamanlardaki

nostalji edebiyatının

edipleri. Beyoğlu bal gibi

Şark’tı.

lunan sefarethaneler, bazı manastır ve ki­ liselerin sakinleri, yabancı olarak diploma­ tik muafiyetten yararlanıyor, yani şarap için hamr resmi ödemiyor, toptan ucuz içki alımı yapabiliyorlardı. İçki nakli, deryada hamr kayıkları denen, ayrı ücret alan ve ayrı resim ödeyen kayıklarla yapılıyordu. İçki üretimi ve satımı titizlikle kaydedili­ yordu. İçki vergilerinin tahsiliyle ayrı biri görevliydi. “ Hamr mukattası” denen bu vergilerin geliri ihale yoluyla bir görevliye satılıyordu. Ramazanda bir ay kapatılan İstanbul meyhanelerinin ünü ve zarafeti Beyoğlu’ndakilerden aşağı kalmazdı. Ra­ mazanın bitiminde, yani arife günü mey­

inizde sırf Beyoğlu’nda değil, her yerde kendine özgü renkleriyle her zaman varo- lagelmiştir, en başta sarhoşu azizleştiren menkıbe ve meselleriyle. Bekri Mustafa gi­ bi bir tip her folklorda bulunmaz. Bekri M ustafa’ya rivayetler neler yaptırır; padi­ şah 4. M urat’a kafa tutturur, subaşı döv­ dürüp tuzlattım. Despotizmle sadece Bekri Mustafa baş edebilmiştir. Köroğlu bile de­ ğil... Meyhanenin rehaveti içinde çözülen diller, her türlü politik eleştiriyi de birlik­ te getirirdi. Böylesine “ devlet sohbetleri” n- den hoşlanmayan padişahlar, görünüşte Müslümanlık gayretine kahvehane ve mey­ hane kapattırırlardı.

Beyoğlu acaba Avrupai lokaller ve res­ toranlarla dolu ve başka birşey tanımayan bir yer miydi, hayır. Beyoğlu’nu böyle gör­ mek isteyen sadece bizim son zamanlardaki nostalji edebiyatının edipleri. Beyoğlu bal gibi Şark’tı, her sınıftan Şark’a gelen Garp­ lının misafir edildiği bir Şark şehriydi. Be­ yoğlu büyük şehrin fuhuş merkezi miydi? Her şehir kadar. Karşıdaki İstanbul da İs­ tanbul olalı bin yıldır bu zenaatı tanırdı. Beyoğlu’nun farklı yönü, hayatın her yö­ nünün, her safhasının ve her gerçeğinin, kendini gizlemeden ortaya koyması ve ör- gütlenmesiydi. Büyük şehir zaten herşeyin örgütlendiği bir mekân demektir. Beyoğ­ lu’nda her olayın ve her kurumun kendi ge­ leneği oluşmuştu.

Eğlence fiyata, kaliteye, talebe göre ih­ tisaslaşmıştı. Seyirlik oyun tiyatro olmuş­ tu. Alaturka saz salonundan, frenk tipi ka- feşantana herşey vardı, arada bir opera ge­ lirdi. İstanbul’daki kabadayı kavgaları, bu­ rada polisi, konsolosları, Babıâli’yi uğraş­ tıran sokak muharebelerine dönüşürdü. 1848 nisanında BabIâli’nin deyişiyle;

“ tebaa-yı ecnebiyeyeden, Dersaadet’te müçtemi olân, birçok serseri ve bîedeb güruhu” yani İstanbul’a toplanan yaban­

cı uyruklu, bir yığın serseri ve edepsiz ta­ kımı aralarında uzun boylu bir sokak mu­ harebesi yapmış, polise de karşı koymuş­

Eski Beyoğlıı’ııdan çizgiler

dillerin konuşulduğu, yabancı kitap ve ga­ zetelerin satıldığı ve Osmanlı aydınının Av­ rupa’ya açtığı pencere de bu semtti. Fakat aslında herhangi bir Fransız veya İtalyan taşra şehrinin görünümünden öteye geçe­ meyen bu bölgede; elçilikler, yabancı ban­ kalar, yabancı okullar ve Osmanlı Hıristi- yanlarıyla ilgisi olmayan Hıristiyan cema­ atlerin kiliseleri vardı. Sonra zenginleşen gayri Müslimler de buraya yerleşti. Yaban­ cı restoranlar, birahaneler, cafe’ler, ikin­ ci üçüncü sınıf gezginci Avrupalı trupların

Beyoğlu neydi,

meyhanelerle dolu bir

semt mi? Gerçi Galata

meyhaneleri ünlü yerlerdi,

ama İstanbul da

meyhaneyi ve meyhane

kültürünü tanımayan bir

yer değildi. İstanbuVun

zabıta görevlileri eskiden

beri meyhaneye “miğde”

derlerdi ve defterlere

sayıları, içindeki

çalışanların isimleriyle

kaydedilirdi.

temsil verdiği tiyatrolar da buraya doldu. Beyoğlu’nda sadece zenginle fakir farklıy­ dı; burada dillerin ve dinlerin değil, servet­ lerin imtiyazı vardı. Binaların içi süslüydü, dışları da süsleniyordu. Sokakların düzen­

ir semtler ahalisi, Beyoğlu gibi Avrupai (!) olmadıklarından, daireleri dahilinde fuhuş- hane ve kumarhaneler açdmadı.” diye ya­

zıyordu. İstanbul halkı Beyoğlu’nu ikircik­ lenmen nazarlarla süzerdi ve karşı kıyıya adımını atmadan da edemezdi. Yemek- içmek, eğlenmek dışında; “ Pazar Alman”

-haneci gedikli müşterilerine özel bir dave­ tiye gönderirdi. Midye yahut uskumru dol­ malarından oluşan bu davetiyeye “ unut­

ma bizi dolması” deniyormuş. İstanbullu

alkolik değildi, ama töreniyle ve mezesiy­ le, özgün sohbetleriyle içkiyi ve meyhane hayatını severdi. İçki kültürü bizim

ülke-lardı. Bunlar Maltalı ve Yediadalar (lon adaları) gemilerinin denizcileriydi. Beyoğ­ lu’nda böyle olaylar gündelikti.

Tiyatroların, restoranların, banker ko­ naklarının dışında; Beyoğlu’nda küçük in­ sanın hayatı neydi? Hâlâ yazılmayı bekle­ yen hikâyeler külliyatı da bu galiba...

(2)

6

SİY A SE T 8 5

b i i o

M

n

İLBER ORTAYLI

dan beri Pera’mn en güzel binaları onla- rındı. Cenova podestasmın sarayı, Vene­ dik bailosunun konakları iki zarif incidir. 17-18. yüzyıllarda ise Beyoğlu Fransa’nın doğudaki ticaret ve diplomasi ağının mer­ kezi haline gedi. Beyoğlu’nun yerli halkı, daha doğrusu Osmanlı uyrukluları; ister Müslüman, ister Hıristiyan yahut Yahudi olsun, semtlerindeki AvrupalIlara yaban­ cı olarak bakarlardı. Hatta bu salt yaban­ cılık değil, ayrı kültür, ayrı âdet, ayrı din demekti onların hepsi için. Aynı kültürle yoğrulan Galata - Beyoğlu’nun kozmopolit OsmanlIları için, Avrupalı başka bir şeydi ve pek de hoş karşılanan biri değildi.

Babıâli bürokrasisi, vilayetlerdeki görev­ liler; Beyoğlu’nda kaynaklanan bir ticaret, diplomasi ve misyonerlik faaliyetinin so­ runlarıyla meşguldü. Ankara’da ölen, bir Avrupalı tüccarın mirası, Erzurumdaki Cizvit rahiplerin ev ve manastır inşaatiyle ilgili berat, Fransız bandırasıyla ticaret ya­ pan iki Portekizli Yahudinin iflası gibisin­ den binlerce sorundu bunlar.

Osmanlı devleti, Avrupa devletler huku­ kunun ve elçiliklerin statüsüne kısmen uyu­

lıyı ise uslu, akıllı ve ona uymayan biri di­ ye niteliyordu. Sonunda kilise bütün elçi­ lere kapatıldı. Bu yasağı öğrenemeyen ve ilk pazar günü gene kiliseye koşan fakat ka­ pıları kapalı görünce; yumruklayıp, açıl­ ması için tepinen Lancosmes’u dışarda top­ lanan halk seyredip gülüşüyordu. Venedik elçisinin de kiliseyi açtıramadığı ve iki çıl­ gın meslektaşı yüzünden bu en büyük İtal­ yan kilisesine gidemediğini biliyoruz. Ga- Iata’daki San Francesko, San Benedetto,

San Antonio, Santa Anna, Santa Maria, San Giorgio gibi kiliseler doğrusu her din­

den yerli halk için tuhaf ve ilginç yerlerdi. İçerideki org, çok sesli koro ve Roma - Ka­ tolik ayin ritüeli, Galatahlarm kapılara yı­ ğılıp içerisini merakla seyretmelerine neden oluyordu. Güya, bir keresinde müzik din­ lemek için Kanuni Sultan Süleyman da ki­ liseye gelmiş ve bir messa çalınmasını em­ redip, hoşnut kalmış.

18. yüzyıla kadar elçilerin konut doku­ nulmazlığı, sadece bir nezaket gereğiydi. Bu gibi antlaşmalara Osmanlı devleti ta­ raf değildi. Zaten her elçinin geniş, güzel saraylarda oturduğunu da düşünmeyelim.

memurlar zaman zaman bu kuralı bilmez gibi adamların satın aldığı yiyecek ve içe­ cekten vergi almaya kalkardı ve elçiler de şikâyet için gene BabIâli’nin eşiğine daya­ nırlardı.

Yabancı din adamları işlerini doğrusu sessiz ve gürültüsüz görmek zorundaydılar. Çünkü Roma Katolikleri ve Protestanlar- dan nefret edenler, Müslümanlardan çok, Osmanlı Hıristiyanlarıydı. Roma - Katolik rahiplerinin faaliyeti kutsal Ortodoks ki­ lisesi ve Gregoryen Ermeni kilisesinin hid­ detini çekiyor ve ikide birde bu din sapkın­ larını (!) BabIâli’ye şikâyet ediyorlardı. Ga- lata’daki AvrupalIların tuhaf (!) dini tören­ lerini Osmanlı Hıristiyanları da Müslüman- lar kadar istemezdi. 1702’de Galata kadı­ sına yazılan bir hükümde; yerli halkın bu törenlere müdahale ettikleri, bu durumun önlenmesi isteniyordu. Bu nedenle açık havada procession gibisinden dini tören ve geçitler yapamıyorlardı. Beyoğlu’nda Av­ rupalI tüccar ve girişimcinin sevildiği söy­ lenemez. Fransız rahipler kendilerinin ve diplomatların gereksinimi için, bir galeta

Eski Beyoğlu’ndan çizgiler (2)

Beyoğlu veya daha eski adıyla Pera (bu söz karşı taraf anlamına gelir) Bizanstan bu yana önce İtalyan Cumhuriyetlerinin, sonra Batı Avrupa’nın Doğu Akdeniz’de­ ki başkenti gibiydi. Pera’nm adı Osmanlı asırlarında Beyoğlu oldu. Beyoğlu neden deniyordu, bu biraz karanlık bir konu. Pe- ra’daki Bailo’nun Venedik sarayından gel­ diği veya İtalyan kişizadelerinden biri bu­ rada oturduğu için böyle adlandırıldığı söy­ leniyor, Beyoğlu bir dış ticaret merkeziy­ di. Garplılaşan şark veya şarklılaşan bir garp şehriydi. Doğu Avrupa ülkelerinde, uzak Çin’de, Japonya’da Beyoğlu gibi ör­ nekler vardı. Rusya’mn Büyük Petro öncesi devrinde Avrupa ile ilişkisi; Moskova’nın yanındaki Sloboda’da, yani oranın Beyoğ- lusu’nda sağlanıyordu. Sonra Kırım’daki Kefe de böyle kozmopolit bir dış dünya penceresiydi. Bugünün Beyoğlusu; İstan­ bul’un ucuz dükkân, ucuz meyhane ve ikincil derecedeki şirket ve depolardan, bir de sefalet apartmanlarından oluşan bir semti oldu.

17-18. yüzyıllarda ise

Beyoğlu Fransa ’nın

doğudaki ticaret ve

diplomasi ağının merkezi

haline geldi. Beyoğlu ’nun

yerli halkı, daha doğrusu

Osmanlı uyrukluları; ister

Müslüman ister

Hıristiyan yahut Yahudi

olsun semtlerindeki

AvrupalIlara yabancı

olarak bakarlardı.

Beyoğlu (Pera) fetihten önce İtalyan Rö- nesansının Doğu Akdeniz şubesi gibiydi. Pera Cenevizlilerin kolonisiydi. Ama kent­ te Venedikli, Pisah İtalyanlar da vardı, Ce­ nova daha çok hepsini temsil ve idare eden bir patrondu. Cenova buraya bir yıl süreyle bir podesta tayin ediyordu, onun yanında yirmidört üyeli bir meclis ve tüccarlar ofi­ si vardı. Ceneviz parası zecchina değerli bir birim olarak bütün Akdenizde kullanım­ daydı. Adorno, Doria, Ocase, Botteghe gi­ bi Cenova aristokrasisinden, zengin tüccar aileleri burada yaşardı. Pera’ya İtalyan kültürü ilk ve kalıcı damgasını vurdu. Bu semtin argosundan bugün bile en kalaba­ lık lügatçe İtalyan kalıntısıdır. Ortaçağlar

-19. yüzyılın ortalarında Beyoğlu.

yordu. Be nedenle Galata’da diplomat, tüccar ve din adamlarından oluşan Avru­ palI kalabalığının günlük hayatı seyri ilginç bir manzaraydı denebilir. BabIâli’nin dip­ lomatlarla olan ilişkisi kadar; yabancı dip­ lomatların kendi aralarındaki protokol iliş­ kisi de bir ayrı vodvildi. Böyle ilginç bir elçi kavgasının sözünü etmeden olmaz; 1587 yı­ lında Fransa kralının Osmanlı başkentin­ deki elçisi de Lancosmen idi. Gösteriş düş­ künü, gürültücü, fakat mesleğini başarısız­ lıklarla kapatmış bir diplomattı. Avustur­ yalIların elçisi ise Dr. Pezzen’di. İki elçi­ nin başlıca problemi, hükümdarlarının temsilinde öncelik hakkının kazanılmasıy- dı. Çünkü ikisinin de hükümdarı Avrupa protokolünde üstünlük ve “ en Hıristiyan hükümdar” olmak iddiasındaydılar. O ta­ rihte Galata’nın en büyük kilisesi San

Francesko’ydu. (Sonra Yeni Cami oldu)

İki elçi, pazar ayinlerinde bu kilisenin en mutena köşesine yerleşmek için mü­ cadeleye başladılar. Avusturya elçisi Dr. Pezzen kilisenin seçkin köşesine kendisi için sırmalı bir sayeban kurdurt- tu. Fransız meslektaşı de Lancosmes bu­ nu duyunca, adamlarım yollayıp, Avustur­ yalInın kilisedeki süslü sayebanmı yerle bir ettirdi. İlk pazar günü de erkenden kilise­ ye koşup, baş köşeye oturdu ve rakibini beklemeye başladı; tabii olayı duyan Hı­ ristiyan, Yahudi ve Müslüman Galata halkı dışarda toplanmış ve kopacak maskaraca kavgayı seyretmek için beklemeye başla­ mışlardı. Dr. Pezzen “ deli, kaçık” gibi de­ yimlerle nitelediği meslektaşıyla açıkça ça­ tışmaya girmekten kaçındı ve onu sadra­ zam Siyavuş Paşa’ya şikâyet etti. Sadra­ zam Pezzen’in temkinliliğini beğenmişti. Fransa elçisini, divanelik eden, Avusturya­

Hele İngiliz elçileri ilk zamanlar düpedüz kiracıydı. Ancak kimse kimseyi rahatsız edemezdi oturduğu mahallede; bu kurala uymayan elçi de olsa mahallenin hışmına uğrardı. I. Elizabeth’in İstanbul’daki elçisi

Edward Barton bugünkü Tophane’de bir

ev kiralamıştı, ancak elçinin gürültülü iç­ ki ve sefahat âlemleri nedeniyle mahalle halkı evi basmaya kalktı ve elçiyi mahal­ lenin selamet ve namusu adına dilekçe ve­ rip evinden attırdılar. Konut kiralamak ya­ bancılar için başlıbaşına bir sorundu. Din adamları ve diğerlerinin ev yaptırma ve ta­ mir ettirmeleri için de BabIâli’den izin al­ maları gerekliydi. 1768 aralık ayında Avus­ turyalI rahiplerin Patertrinite adlı kilisele­ ri yanındaki lojmanları yanıp kül olmuş­ tu. AvusturyalI elçi, beceriksizliğinden ta­ mir iznini BabIâli’den bir yılda ancak çı­ kartabildi. Rahiplerin kışı nasıl geçirdik­ lerini kim bilir? Bir başka olay; Arap Ca­ mii civarında ev kiralayan ve yıllık kira be­ delini peşin ödeyen Fransız tüccarlarını, kurnazlık eden ev sahipleri ve mahalleli; “ Müslüman mahallesinde oturmaları ca­ iz değildir” diye mahkeme hücceti alıp at­ maya kalktılar. Fransız elçisi, Babıâli’ye koştu ve iş anlaşılana kadar bir bürokra­ tik trafik işledi.

Yabancı misyon üyeleri vergisiz olarak; İstanbul civarından toptan et ve tahıl, asıl önemlisi harçsız içki satın alabiliyorlardı. Bu diplomatik bağışıklığa Osmanlı bürok­ rasisi de imkân tanımış ve uyulmasını sağ­ lamıştı. Kalabalık bir maiyeti, kendi tah­ sisat veya gelirinden beslemek zorunda olan yabancı elçiler için, bu önemli ve ya­ rarlı bir bağışıklıktı. Gerçi güvenlik görev­ lisi olan Bostancı, iskele emini ve diğer bazı

ve ekmek fırını kurmuşlar; Galata fırıncı­ ları ise fırın ı basıp; “ ticaretim izi engelliyor” diye devlete şikâyet dilekçesi vermişlerdi. Tahmislerdeki kahve dövücü- sünden tutun, her daldaki esnaf ve Osman­

lI tüccarı; Avrupalı tüccardan devamlı şi­

kâyet ediyordu.

Elçiliklerin hepsi Beyoğlu’ndaydı. Yal­ nız İran elçiliği BabIâli’nin yambaşında Müslüman mahallesindeydi. Yabancı mis­ yonların M armara’ya bakan geniş bahçeli sefaret saraylarına kapandıklarını biliyo­ ruz. Şunlar bazen Venedik Sarayı, Fran­ sa Sarayı gibi hoş, geniş bahçeli yapılardı.

Osmanlı Devleti, Avrupa

Devletler hukukunun ve

elçiliklerin statüsüne

kısmen uyuyordu. Bu

nedenle Galata’da

diplomat, tüccar ve din

adamlarından oluşan

Avrupalı kalabalığının

günlük hayatı, seyri ilginç

bir manzaraydı denebilir.

Bu yapılara kapanan elçilik mensupları aralarında gidip gelmenin ötesinde; İstan- bulda, her türlü antikayı ve her dilde eski kitabı toplamak gibi meraklara sahiptiler. Alışveriş konusundaki becerikliliğinden “ anılar” ında söz etmeyen diplomat ve dip­ lomat eşi yok gibidir. Batı kütüphaneleri İstanbul’dan alınıp taşınanlarla zenginle­ şiyordu. AvrupalIların bu merakından do­ layı her türlü tüccar ve komisyoncu etraf- larındaydı. Tören ve balolara uzun zaman sadece diplomatlar ve diğer yabancılar ka­ tılırdı. Osmanlı devlet adamları bu balo­ larda, kerli ferli ambassadörlerin madama- larıyla hoplayıp zıplamalarını pek anlayışla karşılamazlardı. 19. yüzyılda durum gere­ ği anlamaya ve gitmeye başladılar. Ama yanlarında refikaları yoktu. Türkiye’de ba­ lo reformu, yarı resmi ve samimice toplan­ tılarla İkinci Meşrutiyet yıllarında başladı. Kadın erkek, balo ve resepsiyona katılma gibi bir olay küçümsenemeyecek bir değiş­ medir.

Eski Beyoğlu, Avrupa’nın taşrası gibiy­ di, onun tarihini ve mimarisini ciddi ola­ rak inceleyenler de Avrupalı tarihçilerdir. Biz onu hâlâ mazideki hoş bir hayal, ede­ biyatıyla ele alıyoruz. Oysa bugün her ta­ raf Beyoğlu oldu.

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Verilen m do¤rusu ve bu do¤ru üzerinde bulunmayan bir P noktas›n› kullanarak, sadece pergel yard›m›yla P’den geçen ve m do¤rusuna paralel olan do¤ruyu bulman›z

Yine bir ödül töreninde faili belli bir suikaste kurban giden rahmetli gazeteci Abdi İpekçi'den.ödülünü alırken, diğeri ise Struga Şiir Şenliği Altın Çelenk

Ressam kardeşler aynca, Pa­ ris'te etkinliğini sürdüren A T T Demeği’nin, kadın haftası dola­ yısıyla, 15-30 Mart tarihlerinde, Paris’te düzenlediği Kadın

Selmek Taksim, Segâh Taksim, Mahur Şar­ kı, Mahur Taksim, Hüzzam Gazel (Hafız Kemal'e eşlik), Hüseyni Taksim, Nihavend Taksim, Hicazkâr Taksim (Piyano ile),

Bunun so­ nucu olarak, sanat galerileri azalma­ ya; nitelik olarak da profesyonel, sorumlu, başarısı kadar saygın bir yeri olan, başarısızlığı kadar da ça­ buk

İlk gençliğimden by yana sevgiyle İzlediğim bir ozan­ dı Dıranas, Benim en sevdiğim sayılı ozandan biriydi, ö - zellitfle Fransız şiirinin etkisini

Erdek kaymakamı tarafından 14 üncü Kolordu Kumandanı Xu suf izzet Paşa’ya verilen bilgiye göre, bu havalide Kırıyan namı ile maruf Rum çetesi de takviye

Birden şiir kitapları ile dolu­ verdi çalışma masam: Yıllardan beri kendisini de, şiirlerini de gö­ remediğim Orhon Murat Arıbur- nu’nun “Buruk Dünya”sı, Cevat