SAHİLE DÖRT
7 7
£%z yy
0
25 Haziran 197C CUMHURİYET
O nlarda ve bizde sanat
Pariste ekmek kavgası güneşle
beraber başlıyor
P
A R İS, Paris, oh Paris! İS yıldır görmedim, bütün gençlik hülyalarım, oku lum, her jeyim Paris.A ir France uçağı İle Paris ve Zürlh’e gidiyorum. Uçak tan ödüm patlar. B ir Anka ra - İstanbul yolculuğunda töv be etmiştim, ama ne yapayım, Paris’e hasret var, idealimdeki aanat şehri Paris olunca, ölür gene uçağa binerim dedim.
A ir France uçağı beni utan*
dırdı. O ne muhteşem yolcu luk, hostesi ile, yem ekleri ve içkileri ile şaşkına döndüm.
Yeşilköy'den tıklım tıklım kalabalıkla havalandik. Atina* da «First Class» yolcularım in dirmediler.
Yanımda değerli müzisyen
Hilmi Rit var, o da Paris’e plâk doldurmağa gidiyor- Neden bilmem, her halde basın men subu olduğum İçin mi nedir anlayamadım. Beni de indir mediler. Hosteslere sorduğum da, «Belki uçaktan bir şeyiniz kaybolur, mesul olamayız» de diler. Ne yapalım, Atina’ya İn meyelim i
Gece Atina'dan bizim yanı mıza Amerikalı milyonerler ve eşleri bindi. Şişelerle W isky ve lüks sigara dolduruyorlar çan talarına. Düşünüyorum, ah îs- tanbulumun küçük - fakir in sanları, gelin görün, dolarların ne olduğunu, ne işe yaradığını, ne ise şimdilik boş verelim-,.
■ G R EV VARMIŞ
K
O RKU NÇ bir hızla Paris’e doğru uçuyoruz. Gece 22.20 de Orly Hava Alanının üs tündeyiz. Uçak dönüyor, dönü yor, bize Paris’i gösteriyorlar zannettik, biraz fazla dolaşınce,hosteslere sordum. Paris'te ya ni Orly Hava Alanında güm rükçülerin grevi varmış, bizi yere indirmiyorlarmış. N e ise saat gece yarısını geçe topra ğa ayak bastık.
Şaşırdım, saatin geç olma sına rağmen, O rly mahşeri ka labalık. Dakikada bir uçak ini yor, dakikada bir başka uçak havalanıyor.
Orly’nin önündeki büyük oto mobil parkı görülecek yer, mü balâğasız 2-3 bin oto ve taksi. Park yapmak saatine göre, bi zim paramızla 9 liradan 50-60
§| konu ye resimr Apj;HANİ BAŞOĞLU
C E M SUUT4Uİ VATANIMA
<SÖ-Z- tse AsaNCâ BSYİ
MAueoç
OâUJNUâA 4 f/ , SAVIM
MA-TIFFANY JONES
GARTH
AYLÂK MUSA
7-r? ' "v e ya. PACZaB - •JBl' , SA LI, CAC^M Ra. , p£ B ^ E A < B E , c u m a-g í b í c t r < S E lE B ÍL II? ■É u nliraya kadar, parkta kalmasına bağlı.
Taksi’ye bindim. Şoför iyi giyimli. Yanına küçük el çanta mı koydurtmadı, arkaya da 3 yolcudan fazlasını almıyor, V al
lahi bizim dolmuşları aradım, 5-6 kişi alır gık demez. Fran sız şoför taksisinin içinde kim seyi takmıyor, hâlimize şükür.
■ Ç IT YO K
S
A İN T G E R M AÎN des -pres de 20 Frank’a bir o- telde yattım. Gitane sigara sının sert kokusuyla saat sa bahın 4’ünde uyandım. Dışarı da çıt yok, pencereden baktım, tıpkı gençlik yıllarım , ama bir çok binaları yıkılmış gördüm. Yangın falan olamaz her hal de. Ayak sesleri çoğalınca, ken dimi sokağa attım. Birkalaba-Bu seneki temsil
lık, bir kalabalık, genci yaş lısı. kadını kızı metrolara kot şuyor, hepsi, ama hepsi ek mek derdinde.
Paris’te de, bizde olduğu gi bi, eski binaları yıkıp, yerine 15 - 18 - 20 katlı lüks apart manlar yapıyorlar. Bizde olduğu gibi, İki üç katını verip, bu ar saları bazı açıkgözler hemen ida re ediyorlar...
■ Ç İLE Lİ G Ü N LE R
R
UE B O N A P A R T E ’a saptım, Güzel Sanatlar Akademisi ni seyre daldım. Bir sürü pankartlar, duvarlarda hiç çık mayacak boya ile direniş yazı ları, bizim Fındıklı Akademi sini hatırladım.Nuri îyem, Fethi, Avnl, Se lim, Mümtaz, ben, ne hülyalar la çile çektiğimiz günler, film gibi gözümün önünden geçti.
Atölyede, sobada fasulye haş layıp, piyaz, zeytin ekmek, hel va ekmek yediğimiz günler, inanın daha mutlu gençlermi şiz.
Üstü başı lüks, boya kutu lan ağır, Amerikalı, İngiliz, Çinli, Fransız, ressam namzet lerini seyrederken, başım dön dü. İnanın, benim Türklyemin sanatçıları, onlardan hiç aşağı değil.
Sergileri, galerileri geziyo rum, bizim sanatçılar büyük kıymet, kalıbımı basarım.
YA R IN .
Türkiyeden gidenler
hasret içinde
Z ' İ
ve hasılat
rekorunu «Damdaki
— I ... . ... ■<Kemancı» kırdı
■ «Dam daki Kemancı»
müzikali ve
«Cadı
Kazanı» gelecek mev
sim de oynanacak
1
969 - 1970 M E V S İM İN İ 1 E-kim 1969’da açan D evlet T i yatrosu, ilgililerin verdiği bilgiye göre, Ankara’daki dört sahnesi ile İstanbul Kültür Sa rayı, Bursa ve İzm ir tiyatrola rında, mevsimin kapandığı 1970 Mayıs’ına kadar 24 eseri 1490 kez oynamış, bu temsilleri toplam olarak 360.086 kişi sey retmiştir. Mevsimin bilânçosu, Anadolu ve Kıbrıs turneleriy le yaz programına alınan Yu nanistan turnesi ve İzm ir Fua rı temsillerinden sonra kesin leşecektir.D evlet Tiyatrosunun bu meV' «im oynadığı eserler arasında seyirci ve hâsılat rekorunu «Anatevka - Damdaki Keman cı» adlı müzikal oyun kırmış tır. Eseri, Ankara’daki 38 tem silde 26 bin, İstanbul Kültür Sarayı’ndaki 50 temsilde 63 bin kişi seyretmiştir. Bu ünlü mü zikali izleyen seyirci sayısı 107. 822'dir. Böylece, bu eserin her temsilini ortalama 1.095 kişi iz lemiştir.
Mevsim sonunda sahneye ko nuiarak Ankara ve İstanbul'da 22 kez oynanan «Cadı Kazanı» ise seyirci yoğunluğu yönün den ikinci sırayı almıştır. Bu 22 temsili 20.035 kişi seyretmiş tir. Temsil başına düşen seyir cl ortalaması 910 kişidir.
«Damdaki Kem ancı» ile «C a dı Kazanı» önümüzdeki mevsim
de oynanacaktır.
Bu y ıl Devlet Tiyatrosu sah nelerinde oynanan 24 eserin 15’i Türk yazarlarıdır.
Devlet Tiyatrosunun bu mev sim, temsil başına düşen seyir ci ortalaması 241 kişi olmuştur. Bu ortalamanın en yükseği, 1.067 kişi olarak, İstanbul K ü l tür Sarayı’ndadır,
T İY A T R O LA R A GÖRE
D
E V LE T Tiyatrosunun 1969- 70 mevsimi temsil ve seyir ci sayıları, tiyatrolara gö re, şöyledir:Büyük T iyatro: 125 temsil, 51.834 seyirci, - Küçük Tiyatro: 261 temsil, 40.561 seyirci, - A l tındağ Tiyatrosu: 224 temsil, 46.770 seyirci,-Yeni Sahne: 219 temsil, 18.242 seyirci, - Oda T i yatrosu: 145 temsil, 4.187 se yirci, - İstanbul Kültür Sara y ı: 101 temsil, 107.822 seyirci, - İzmir Devlet Tiyatrosu: 224 temsil, 33.966 seyirci, - Bursa Ahmet V efik Paşa Tiyatrosu: 187 temsil, 47.175 seyirci.
Bu sayıları, mevsim toplamı olan 360.086’ya ulaştıran rakamlar Dara daki Kemancı’nın Antalya Festi- vali, Körkadı’nın Yozgat ve Eski şehir, Pirinçler Yeşerecek’in Kay seri temsillerine aittir ve toplamı 4 temsil, 9.520 seyircidir.
Yılın temsil ve seyirci durumu, oynanan eserlere göre de şöyle dir:
YE R Lİ ESERLER
F
İNTEN: 36 temsil, 18.615 seyirci. -Sular Aydınlanıyordu: 30 tem sil, 2.186 seyirci. Pirinçler Yeşerecek: 7 temsil, 1.217 seyir ci. - Sular Aydınlanıyordu ve Pirinçler Yeşerecek (iki eser bir arada): 19 temsil, 3.891 seyirci - Pirinçler Yeşerecek (iki eser bir arada): 19 temsil, 3.891 seyirci - Pirinçler Yeşerecek ve Tombala (iki eser bir arada): 76 temsil, 4.573 seyirci. - Midas’ın Kulakları: 75 temsil, 6.422 seyirci. - Ezik Otlar ve Vur Emri (iki e- ser bir arada): 215 temsil, 40.061 seyirci - Körkadı: 41 temsil, 10.391 seyirci, - Silâhlar ve Çiçekler: 74 temsil, 1.352 seyirci - Kıral Üşü mesi: 83 temsil, 7.376 seyirci. - Yağ mur Sıkıntısı: 83 temsil, 8.972 se yirci. - Ölen Hangisi: 101 temsil, 21.469 seyirci - Zoraki Tabib: 108 temsil, 18.073 seyirci. - Altın Kalb li Çocuk (çocuk oyunu): 37 tem sil, 16.713 seyirci.Clte’nln
ve
Notre-DameTn havadan görünüşüBir --- 1
olayın başlangıcı f
____ ______».T. .,.■■■
I,.,»,..-_
ı
Kafasma bir yumruk vurdu.
Babası, bağırıyor, tutup sarsıyor, oradan o- raya savuruyor, yoruluncaya kadar dövüyordu. Gece yarısı olmuştu, sesler kesilmişti dışarda. Uykusu gelmişti. Ama tam dalacağı sırada ba bası uyandırıyor, sorguya çekiyordu. Annesi, ya rım saat yalvardıktan, bu arada iki de tokat ye dikten sonra sorgu ve dayak bitmişti.
Vaso’yu bir daha görememişti.
Bir ay sonra babasiyle annesinin konuşmala rından Vaso’nun Bulgaristana gittiğini öğren mişti.
Hümeyra belirdi gözlerinin Önünde ve acılar, sevinçler içindeki bir ağız tarafından emildi.
Ellerini ceplerine soktu, başını önüne eğdi, bir iki kere arka arkaya öksürdü.
Gözleri takvimden kopardığı yapraktaydı ama ne şiiri ne de öteki yazıları görüyordu. Aklı Abdullah’ın söylediklerine takılmıştı. K ız ların arkasından koştuklarını belirtmesine rağ men yüzüne karşı açıklamaktan çekindiği bir ilgi mi duyuyordu Hümeyra’ya? îo o o , yanlış düşünüyordu, Abdullah İbrahim 'le bütün gün birlikte olduğu için onun niyetlerini, isteklerini herkesten daha iyi biliyordu... Demek bu arada Hümeyra’mn da sözü geçmişti ki... İbrahim yirmi iki yaşındaydı. Birisini bıçaklayıp üç ay hapis yattığını, yanında her zaman bıçak taşı dığım, geçenlerde on hamalla kavga ettiğini söylüyorlardı. Ama mrtftm
düşündü. Hattâ - Hümeyra - yüzünden arala rında bir - hır - çıkarsa iyice dövüp - forsunu - kırma isteğini şiddetle duydu. İbrahim’i altına almış döverken gördü kendini, heyecanlandı.
Şiiri yeniden okumaya koyuldu.
Güneş kapıdan İçeriye girmişti. Sulanan yerler kuruyordu.
Ayak seslerini duyunca sıçradı.
Reşat bey, incecik ayaklarının nasıl taşıdı ğına hayret ettiği çok şişman gövdesi, beyaz ve çocuk yüzüne benziyen yüzü, san ayakkabı larını yayan taraklı ayaklariyle girdi. Ayak larının terlediğini, parmak aralannm vıcık v ı cık olduğunu bayalledi Doğan ve burnuna pis bir koku geldi. Ama kendini iğrenmeyle kan- şık bir duygu sağnağma sürükleyen ve Reşat beye duyduğu saygıyı bir soğukluğa dönüştür mek isteyen iradesinin baskısından sıynlarak koştu, «Hoş geldiniz.» dedi.
Reşat bey, Doğan’ın yüzüne baktı İyilik
do-MUZAFFER BUYRUKÇU
İn gözleriyle ve tombul, üstü kıllı parmağının eti arasına gömülmüş san evlilik yüzüğünü taşıyan elini, bir haftadır yıkanmadığı için toz, toprak, kepir ve vazelin yağından iyice kalın laşmış saçlannın üstünde dolaştırdı. Doğan te dirgindi. Utanıyordu. Reşat beyin elini başın dan, saçlarının kirliliğini görmeden çekmesini istiyordu. Hem elinden kurtulmak hem de da ha çok saygısını kazanmak amacıyla - masasına koymuştu oysa - uzandı, «B ir gazete vereyim size.» dedi. Başını kurtarmıştı. Rahattı.
Reşat bey, gazeteyi yanlarından tuttu, oku maya koyuldu başını eğerek.
Çenesinin altında iki çene daha yapan ko caman bir gıdığı vardı. Keskin bir jiletle sıy rılmış yüzü yağlı yağlı parlıyordu. Kulakların daki delik ağızlarını siyah kıllar kaplamıştı.
Doğan, hikâyeyi gözden aldı. Şimdi tam sı- rasıvdı, verebilirdi. Ortalıkta da kimseler yok- tı. Bu fırsatı kaçırdı mı böyle sessiz, başkala rından gelen isteklerin, dileklerin bulunmadı ğı bir anı yakalamak çok zordu. Çünkü o bir yazıişlcri müdürüydü ve herkesin onunla ya pılacak bir işi vardı. Belki ancak yarın, gene bu saatte böyle bir fırsat geçerdi eline. Ama bir türlü elinin altında duran hikâyeyi vere miyordu. Donmuştu sanki. Heyecandan boğu luyor, yüreği titriyordu. «Bırşey emreder mi siniz?» dedi, sonra içinden güldü bu sözlere.
IV o kaiTnr nnmlh. n e k a d a r k i b a r b i r ç o c u k t n t
Bu sözleri duyanlar onun bir kapıcı oğlu ve kapıcı olduğuna dünyada inanmazlar... Uzun nzun düşündükten sonra önceleri çok soyluy ken bütün olanaklarını yitirerek düşmüş bir aileden geldiğini kanısına varırlardı. Kendiyle alay etmesine, baskıdan kurtulmuş bir iç yarat mak isteğini duymasına rağmen o donukluktan kurtulamıyordn bir türlü.
«K ahve istemiyorum, evde İçtim. Bir çay şöyle, bir de kendin iç.» dedi Reşat bey, mer divene yöneldi.
Ok gibi fırladı, soluk soluğa, «Reşat bey geldi, iki çay istiyor.»
«Gördüm, selâmlaştık.» dedi Halil, «G it sen.» «Ben götüreceğim.» dedi Doğan.
Halil anlamamış gibi yüzüne baktı, «Neden?» « ö y le söyledi. Halil efendinin şimdi iş za manıdır, çayı sen al gel dedi.»
(Arkası var)
— 47 —
— «Daha önceki günlerde de ayni şeyi yap mıştınız şu halde... öyle mi?...»
— «Evet.»
— «Mis Weaver bakımından gurur kırıcı bir davranışta bulunmuş olmamak için mİ gizliliği tercih ediyordunuz... Ona lâf gelmesin diye her halde?...»
— «Evet...»
— «26 Ocak akşamım ele alalım şimdi... Söz konusu apartımana yine ayni şekilde girdiniz... 26 Ocak, yani cinayetten bir önceki günün akşa mı... Arka merdivenden çıktınız... Amacınız söy lenti ve rivayetleri önlemekti... Mis Weaver için tabü...»
Savcının bu çeşit sorularla nereye varmak İstediğini nihayet kavrıyabiliyorum... Ancak bir iki saniye gecikmeyle... Buna mukabil şu bir İki saniyeli: tereddüdün jüri üyeleri tarafından da farkedildiği muhakkak.
Kasılır gibi oluyorlar birdenbire... Kaşları da çatılıyor.
Fletcher de kendi lehine mükemmel bir ham le yaptığım sezinliyor. Gerçekten dikkate değer bir noktaya temas ettiğinden emin... Hedefler den birine tam isabet... Israr ediyor.
— «N e demek istediğimi siz de pekâlâ an lıyorsunuz... Pine Woods’a gidip tasarladığınız plânı uygulama meselesini bu tarihten çok daha önceki günlerde kafanızda geUştirmiş durumday dınız zaten değil mi?... Karar ve niyetiniz yüzde yüz kesinleşmişti. Bu şartlar çerçevesinde mak tulün en yakın akrabası ve tek mirasçısı oldu ğunu gayet iyi bildiğiniz Mis Weaver ile ilişki lerinizi sınırlamanız, hattâ bir süre için kesme, niz daha doğru olmaz mıydı?... Böylesine kritik bir devrede onun birlikte görünmeniz sakıncalı sonuçlara yol açmaz mıydı?... Size göre ve işli- veceğiniz cinayet bakımından...»
Omuzlarımı silkmekle yetiniyor ve susuyo rum.
Fletcher, sesine hem daha otoriter, hem da ha İkna edici bir ton veriyor:
— «Sorularıma ya evet ya da hayır şeklinde bir cevap vermek zahmetine katlanır mısınız lütfen...»
«— Evet.»
Sesini bira* daha yumuşa taraktan devam edi yor:
«— Verdiğiniz müspet cevaplardan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkün. Stephen Weaver’! öldür meğe kararlıydınız. Onu, mis Weaver sayesinde do laylı da olsa tanıdığınızı, münzevi yaşantısındaki özellikleri bildiğinizi kimse anlamasın istiyordu nuz öyle mi?,.. Niyetinizden habersiz durumdaki bir genç kadım da bulaştırmak istemiyordunuz bu işe?...»
•— Evet...»
Salondaki gerginlik büsbütün artıyor, tansiyon yükseliveriyor bu sözler üzerine... Bir takım mı rıltılar... Homurtular... Ve sürüp giden fısıldaşma-lar....
YARINSIZ
H. I.
frugal
ADAM
Türkçesi: Adnan TA H İR
Aynı anda yargıç Anderson’un ağır ve kalın sesi kulaklarımda yankılanıyor:«— Sayın dinleyicilere, salondaki sessizliğin ve sükûnetin hiç bir şekilde bozulmaması gerektiğini bir kere daha hatırlatırım...»
Başsavcı hayatından memnun... Demiri, henüz tavındayken dövmek, kıyasıya dövmek, yakaladı ğı fırsatı da kaçırmamak istiyor anlaşılan.
«— Verdiğiniz cevaplar kesin bir gerçeği daha ortaya çıkarıyor.» Sizinki taammüden işlenmiş bir cinayet... Çünkü uzun müddet düşünüp taşmdağı- mzı, itina ile plânladığınızı da bizzat İtiraf etmiş oluyorsunuz... Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi?... Bir İtirazınız var mı?...»
*— Anlıyorum., itirazım da yok.»
Savcı, buzlu camların ötesinden gökyüzünü görmek istiyormuş gibi başmı havaya kaldırıp bir noktaya dalıyor. Sorgu sual faslının böylesine ko lay ve kestirme bir açıdan gelişmesi onun için bü yük bir nimet... Hem şaşırtıcı, hem sevindirici.»
Bu artistik davranış jürinin gözünden kaçmış değil... Üyeler de aynı ruh durumunu paylaşıyor». Onlar da biraz şaşkın fakat memnun görünüyor lar.
«— Simdi tekrar mis Weaver’in apartmanına dönelim... Arka merdivenden çıktınız... Daire kapı sının önüne geldiniz... Daha sonra ne oldu?»
«— Zili çaldım... Mary Weaver geldi, kanadı aç ti...»
«— Sizin o saatte orada görünmeniz mis Wea- rer’de bir sürpriz te ’ ri uyandırdı mı?... Diğer bir deyimle hayret beliı .isi farkettiniz mi kendisin-de?...ı
GENIEL
merkezimizX
.AMERİKA’ PA BAŞKA USUL' U VäULAE , TAKAT İMGİLTE.-
RE'KJİN A SIR LIK ğEl£ -
KJEKLEEİNE S A Y G I MIZCüW
^ C r r iİE ij. Ü L K E N İZ İN G E -
H S , LEN EĞİME U VC riO -A
C02-GÔRUYORSUMUZ Y A C O C U K -* LAß, A E KAMIZ D A G E R Ç E K TE N
BÜYOK ßlB TEŞKİLAT YAP,
inin iş i
ese-GERDİKTEN) som iRA S İZ DE KEKİ İDİNİZİ BU A ¡lE-‘ v/Ay CAMIMA ¿ S » Win paıraı\\ıgmL i>\
b ı ç a t m b i u ı H f i . MUHAFIZ W R s e U v o t a - s o v u e .VAVCLAş.ArtASIMUAlS.SeMİ BeHİVE Au v ö i z u m. S E N , B e w w e c a n M E o m y c e œ sİs tİ. t Ns v a j a ? ß
X BiuniyoıauM.
C E M su lc p d ,->Mn o w t ó i M - r ' m w B i t e -rt^, O i i U t A ^ e L j r Jhcatmb^ıH+ı.
Muıcnm neT c r a a-S m d a ıç tlcla y - y a n . S E 5 E T E A T U A y A fa A ü B U lÆ D SN i
K
~ r r c r f AvFz iuAgAä i s s. ^ S5Y. Í A Î W U -e: b u yPl u k t— - I r - f z ^ s ,BU İM A N S IZ - » Î R . ’ ÇesY. s a w 4m aAV=l kuta taşiYi i ^ s c e s i -PUÇ2UM.YAF-MŞIR. •SANITA LU A f2E 5İ_ - --- iS u x iïz ù e u 'v# DİŞİ BOND
AYAÇ i z l e® YAP, G İD E Lİ COK O L- AAAMIŞ> . 'O E C KALDIK ÇIKMIŞ GİT/Ul%> ?7 kİmS İlİR', BİR >İ5NOûh SBCİRDÛSl' 'ŞCK > & iß JÄMQAN CAM A C K ı , C A Z L A ŞAKİSİ M VOK ÎYAlY.YJ & U U Ï 1 Ï 'Glatik oyunların Kahı-gm anı e t ■ çITlr UUSAE ' r HALASA- 4 LKSı DİMLE ULGA8, BUM - DAM U O ŞLA .MIVÖRSUM t - HAMLIS1WI?, GALA SİNİN EM Kw vETLI ADAMIYIM 8 S M .
SAH3FE DORT
26 Haziran
wniOTmuwwniiııntfumr um ı
1970 CUMHURİYET
Q-?.6 0 A 0 K .A Z S i¿ £ K L E 2 L E \¿0kİ U^= M AKJ A
1
9 TIFFANY JONES
9 GARTH
9 AYLÂK MUSA
Prof. Dr.
Hüsameddin Gökay
Muayenehanesini naklettiği ni sayın dost ve hastalarına bildirir.Yeni adres: Nişantaşı, Vali konağı Caddesi Poyracık So kak. No: 57 - İstanbul. (Ame rikan Hastahanesi karşısı)
Tel: Mua. 48 26 33. Ev: 48 12 76 Yz.: 55 19 13 Tarih: 1 Temmuz 1970 (Cumhuriyet: 6457) A C E L E S İG O R T A LI O R T A K A R A N IY O R BASIN İL Â N KURUM U , Yapı Kooperatifinin Kadı- . köy - Küçükyalı’da yaptıra- * cağı 24 dairelik, kaloriferli ' binaya, arsa bedeli karşılığı olan 15 bin lirayı peşin ve rebilecek ve Sosyal Sigorta lar Kurumu mesken kredi sini kullanma niteliklerini haiz acele, ciddi ortaklar aranıyor.
Mahdut sayıda kalan Ko operatif üyeliklerine girişte, müracaat tarihi esas alına caktır. T el.: 27 66 00 — 27 66 01 ( Cumhuriyet: 6454)
YİNE
EN İYİSİ
H H B B in g lB H
YER DÖŞEMELERİ
T.qnel Cad. 40/2 Tel: 44 72 96
İla n c ılık : 8359 — 6448
Z A Y İ — 34 DH 950 plâkalı arakamın ruhsatım zayi ettim, hükümsüzdür.
Yurdakul Yıldız Beşiktaş ( Cumhuriyet: 6444)
«— Hayır... Çünkü beni bekliyordu.» «— Devam edin...»
«— Bir iki kokteyl içtik... Gevezelik ettik... Son ra yemek yedik... Mary, çıkmamızı, bir yerlere git memizi istiyordu... Böyle bir şeyin lüzumsuzluğuna ikna ettim onu... Başbaşa oturuyorduk işte— Çıkıp da ne yapacaktık?..»
<— Çıktığınız taktirde sizi birlikte görenler ola bilirdi... Oysa siz onunla görünmek istemiyordunuz değil mi?...»
«— Evet. Görünmek istemiyordum... Böylece evde kaldık... Saat on bire doğru da yattık— Erte si sabah çok erken uyandım...»
«— Saat kaçtı?». Tam olarak hatırlıyor muşu nuz?...»
«— Altıya on vardı diyelim... Hiç gürültü yap mamağa gayret ederek kalktım— O, yâni Mary Weaaver uyannıamıştı henüz... Ben de uyandırma mağa dikkat ediyor, ayaklarımın ucuna basıyor dum. Çabucak giyindim... Çantası hemen oracıkta, odadaki koltuklardan birinin üstündeydi. Açıp ka rıştırdım... Tabiî gürültünün zerresini çıkarmıyor dum bu işi yaparken... Anahtar destesini buldum— Bir tanesini halkadan çıkarıp cebime attım— Bu pl ne Woods’daki villânın kapısını açan anahtardı— Desteyi tekrar çantaya koydum ve apartımandan çıktım. Saat ya altı idi ya da altıyı bir iki dakika geçiyordu o anda...»
*— Akşam girerken olduğu gibi sabah çıkarken de si ¿i kimse görmedi değil mi?— Mantık bunu ge rektiriyor.»
«— Hayır. Kimse görmedL.. Kimsenin görmemiş olması lâzımdı. Doğruca garaja indim. Mary Wea- ver’in arabasını aldım... En kestirme yollardan Pine Woods’a yöneldim. Oraya vardığımda saat aşağı yukarı yediye çeyrek vardı...»
Savcı, şaşırdığını gizlemeğe lüzum görmüyor bu sözler üzerine:
«— Mis Weaver’in arabasını aldınız demek?..» «— Evet»
*— Şu halde aynı gün, aynı saatlerde mis Weaver’in de arabayla oraya gittiğini nasıl izah edeceksiniz?..,»
«— Mis Weaver kuzeni John Manning’in ara basını almış... Çünkü bu araba da aynı garaj daydı.»
Savcılık masası üstündeki kâğıt ve dosya kala balığına iğilmiş durumdaki yardımcı Hoover’in süratle not aldığını sonra da kalktığını görüyo rum. Telâşlı bir hali var.
Arabaların değiştirilmiş olmasından hepsi de habersiz. Bu noktaya bir çözüm çaresi bulunca ya kadar az kafa patlatmadım ben— Ama sonun da da buldum. Şimdi yaptığım açıklamanın
ger-L D u a a l
Türkçesi: Adnan TA H İR
çeklik derecesini kontrol hevesine kapılmış dü rümdalar. Bunun böyle olacağını tahmin etmiş tim zaten.«— Devam edin...» diye Savcı sert ve kuru bir sesle konuştu.
«— Arabayı kapıya yakın bir yere bıraktım. Mary Weaver’in çantasından aldığım anahtarla kilidi açtım...»
Konuşmamın bu noktasında Hoover’in masası na döndüğünü görerek susuyorum. Savcı ondan yana şöyle bir bakıyor. İşaretleşiyorlar. Fletcher tekrar bana yöneliyor:
«— Evet... Devam edin...»
*— Verandadan geçerek villâya girdim. Uşak Bin’in, o saatlerde daima dışarda bulunduğunu mis Weaver’den öğrenmiştim... Elimi kolumu sal layarak salona girdim... Varlığımın sezilmesinden, yaptığım gürültülerin de duyulmasından çekinmi yordum... Stephen Weaver ayak seslerimi farket- ti. Beni yeğeni sanmış olacaktı.. «Mary, sen mi sin?...» diye sesleniyordu. Ben «Hayır» şeklinde cevap verdim ve ilâve ettim: «Fakat yeğeniniz Mary tarafından geliyorum...»
«— Doğru muydu bu?.. Mary Weaver tara fından mı gönderilmiştiniz oraya?...»
(Arkası var)
Sözde ressamların tabloları kapışılıyor
Türkiye'den gidenler
hasret içinde
S
ABAH, Paris cıvıl cıvıl. Met* roya girmek bir türlü dert, vagonlara sığmak bir türlü işkence. Zaten sabah ve ak şamlan yollar hep ana baba gü nü, herkes işe gidiyor.Çocuk denecek kadar küçük kızlar, erkekler, orta yaşlılar, metroda, birbirleriyle yanş
e-dercesina koşuyorlar, galiba bu metro için «Correspondance» yapmalar, yani aktarmalar in sanda, ne yağ bırakıyor ne gö bek, çok şişmana rastlamak
güç-Metro vagonlannm temizliği hep zencilerin vazifesi, sessiz sadasız, terbiyeli, bir elinde sü pürge, bir elinde çöp kutusu, akşamadek süpürüp duruyorlar.
Sokak tamir işleri de Ceza yirlilere vergi, gündüz hiç par ke ve asfalt tamiri yok, gece sabaha kadar, en bozuk yolların tümü yapüıveriîiyor. Bizim yol lan, parkeleri ve ilgilileri dü şündüm... Ne ise...
■ A L IŞ -V E R İŞ
6
ENÇ, güzelim kızlar, ka saplarda, sebze dükkânla rında, manavlarda, pazar larda, türlü alışverişi ustalıkla yapıyorlar, sonra ellerinde sü pürge, kaldmmlan yıkıyor, sü pürüyor, bu İşler orada hiç a- yıp değil, bizim manikürlü, çıt kmldım, genç kızlarımız bun ları görseler, bilmem ne der ler...İnsanlar tertemiz, çorapsız ya da çorabı kaçık genç, ihti yar kadına rastlamak ne müm kün. Büyük «Prbcunic» mağa zalarda her keseye uygun, tır nak cllâsından tut ita sandalye sine kadar herşey var. Galeries Lafayette üçleşmiş, Prlntemps mağazası kapanmış, o da üçün cü «Lafayette» olmuş. Gezdim,
o ne »çeşit mal teşhiri, zarif satıcı kızların güzelliğine, ter biyelerine hayran oldum.
■ M ASM AVİ
EN, PARlSE ayak basalı, hava çok sıcak ve gök mas mavi. Bu hiç böyle
olmaz-madıt
* BİNLERCE
mış.
Arkadaşlarım, benimle şaka laşıyorlar, ben de onlara; rah metli dostum Orhan Veli’nin de diği gibi: «Yahu, bir sabah er- ken kalktım, gök yüzünün gri lerini sildim, en iyi maviden boyadım durdum, sabah kalktı ğınızda bir de baktınız ki gök masmavi, onu ben boyadım» diyorum.
Istanbula döndüğüm güne kadar hep mavi, güzel havalar ve sıcak devam etti. Kullandı- ğım İstanbul mavisi hiç
sol-I ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ ■ i
B
u SABAH Sacré-Coeur ve Monmartre’a gittim. Sacré- Coeur merdivenleri binlerce turist ve yerli genç, yaşlı kız- erkek- kadınla dolu. Güneşe has ret insanlar soyunup dökünüp merdivenlere uzanmış, öpüşen ler, gitar çalıp, şarkı söyliyen- ler, bir başka dünyada irnişim gibi geldi bana.Gelelim Sacré-Coeur’deki res samların küçük parkına. Biraz fırça tutan, sözde ressamlar, re sim yapar gibi durmakta, tu ristler de onları hayran hayran seyretmekte, ne kadar sahte, tiyatrovarî bir sahtelik, temen nim o meslekdaşlanma iyi, zen gin turist müşteriler, zaten Fransızm bu işlere pek aldır dığı yok.
Yan sokaklara saptım, hep yapmacık küçük küçük, ama konsomasyonları korkunç pa halı şansoniyeler. Burada şarkı söylemeden yıldızı parlayan ar tist yok, bu böyle bir gelenek. Brassens Mouloudji, Robert Lamoureux, rahmetli Edith Piaf, Yves Montand hep bu dar ve sevimli sokakların ye tiştirdiği büyük kıymetler. Bu sokaklarda, bir de antikacılar la, tablo satıcılarının galerileri müşteri bekliyor. Mahşerî bir turist akım, Paris hâtırasını, kesesine göre alıyor. Saat ak şamın 17 si oldu. Bitkinim, u- tanmasam yerlere uzanacağım. Çok yoruldum. Istanbulda 100 adımlık yere dolmuşla giderken, bu yorgunluğa, şu yürüdüğüm yollara hayret ettim.
■ K Ü Ç Ü K AM A
Z
ATEN Pariste, metrodan sonra aradığınız adresi bul mak 2-3 kilometre sürüyor. Halbuki Paris, İstanbuldan çok küçük, bu Bulvard muamma sını bir türlü çözemedim.Gece, Istanbula hiç benzemi yor, cennet gibi aydınlık. «Y A N T Z » kulüp adıyla çok za rif, mutfağı ayni Türk mutfağı, dekorasyonu bilgili ellerden çık tığı belli bir lokalde eğlendik. İstanbul azınlığından bir çok kişi dans ettiler, eğlendiler. Üs küdarlı, Maçkalı, Yeşilköylü çok cici hanımlarla tanıştım, hepsi İstanbul hasreti içinde. İstanbul hasreti onları deli e- diyormuş. Tabiî cennet gibi bir vatan, Pariste nerede o gü zelim Boğaz, Adalar, Suadiye, hep oraları sayıklayıp durdular.
■ B İR KAHVEYE
S
ABAHA karşı taksi Ue o- tele dönerken, şoför, bana dönüp: «Siz Türk müsü nüz»? dedi.«Evet» dedim. «Neredensiniz?» dedi. «Tarabyadan» dedim. «Ben de Çamlıcadan» dedi. Bir tuhaf oldum.
Çocukken Paris’e yerleşmiş, şoför olmuş.
«Ah» dedi, «Çamlıcada bir fincan kahveye bayatımın 5 se nesini verirdim» dedi.
Donup kaldım... Emin olun...
Monmartre, Sacre Coeur ve Pompier; Ressamların Birkaç frank karşılığı sattıkları tablolarla geçindikleri küçük park Seine Nehri üzerinde yeni köprüler ve Paris gençliğinin bugünkü kıyafeti: bir yanda mini, öbür yanda maksi
Y A R IN .
Sanat galerileri, mü
zeler, tiyatrolar ve
televizyon
■■■■■■■•a _ 17 — ■■■■iieiaaiiwwwji
olayın başlangıcı
«Doğru söyle, öyle mi dedi?» Halil’in yüzü temiz bir gülümsemeyle genişledi, müşterilere baktı. Çok önem verdiği ve saygı duyduğu bir (B eyefendi) tarafından düşünülmesi gururunu okşamıştı. Bir cigara yaktı, gıcır gıcır iki bardak çıkardı, iyice yıkadı ve yeni demlediği çaydan doldurdu. «Adam adam bu. Onun için yapmaya cağım hiçbir şey yok. ö l desin ölürüm. Ama öteki!..» Askıyı güzelce sildi, «Dökmeden gö tür, Reşat bey dökülmüş çayı sevmez.»
«Dökmem, merak etme.»
Kıpırdatmadan getirdi çayı, önüne sürdü, «Şekerin birini a l!»
Salona çıktı. Reşat beyin şekerini ağzına atarak kıtır kıtır yemeğe başladı. Muhabirle rin odasına, süpürürken duyduğu nefretle bak tı, patronun kapısındaki pirinç tabelâyı men dilini çıkarıp parlattı. Şimdi verirse verirdi. Ama ya ters bir karşılıkla umutları suya dü şerse? Korktu, tepeden tırnağa kadar ürperdi. Yaralanmaktan, küçülmekten korkuyordu. İçi ne çöken deli bir acıyla ve başı öne eğik ayrıl mak istemiyordu Reşat beyin yanından. «Ba bama versem de o götürse...» Aşağıya indi, don durma yiye yiye Cağaloğlu’na doğra giden ço cuğa baktı. Arkadaşları şimdi deniz kıyısında, çakıllara serilmiş yatıyorlardı. Cigara içiyor lardı. Hulki aşk mektuplarını yüksek sesle oku yordu. ö ğ le y e doğra Kumkapı yakınlarındaki kayalıklardan midye çıkaracaklar, tenekenin üstünde pişirecekler, sıcak bir ekmekle yiye ceklerdi. «Bu işi hemen şimdi yapmalıyım. Bu günkü işi yarına bırakma. Babama nasıl ve ririm? Babam hikâye yazdığımı duysa kıyameti koparır. Eşşek, hayvan, ayın... başka işin yok mu senin? Elâiem sana hikâye yazman için mi para veriyor. Ben eşşeğin biriyim. Adam ya nımdaydı da veremedim. İşte şimdi telefonla konuşuyor. Bitirir bitirmez, götür, ver. Ölüm yok ya bunun ucunda?.. Bir de korkak değilim diyorsun. Sen mi korkak değilsin? Ulan sende yürek diye bir şey varsa bileklerimi keserim b e !» Çayı çabuk çabuk içmek isterken dili yan dı, Halil’e sövdü, İbrahim’e sövdü. «Sen de nerden çıktın ulan İnek? K ız senin gibi ser seriye yüz verir mi? Hemen şu anda yapmalı yım bu işi...Y a p m a k mak mapmamak kak. Babeyli bala bula bumburleyli bup bup. tateyli tala tuta tumburleyli tup tup, kakeyli kala kula kumburleyli kup kup. Nedir o Hik met beyin pantalonu öyle? Ama o karısının
MUZAFFER BUYRUKÇU
kalçaları... Bir gece yatsam onunla başka bir şey istemem. Son günlerde de fena fena bakı yor. Delirecem ben. Mutlâka delirecem. Ta- mammm! Tamaammm! Pangaltı hamam. Bul dum! Yaşasın! Ulan sen eşek meşeksin ama gene de akıllı adamsın. Şinasi abiden isterim o spor ceketini. Tam bana göre.»
Fırsatı kaçırdığı için kendini suçluyordu. Reşat beyin uzattığı şekeri, salonda duruşunn, muhabirlerin odasına nefretle bakışını ve pat ronun kapısındaki tabelâyı mendiliyle silişini hatırladı. Sonra tabelâyı silmemesi gerektiğini ve bunu neden yaptığını bilmediğini düşündü. Hikmet beyin karısı, «Şu paketi bizim eve ka dar getirir misin oğlum» diyordu ve o önde kendisi arkada, kadının kalçalarını seyredip uyana uyana eve giriyorlardı. Kapıdan çıktı ğında yüzü gülüyordu. Zıplıyor, yerinde dura mıyor, uçuyordu. Kadının yüzünde gözünde, dudaklarında ve boynunda dolaşan ıslak, şeh vetli ağzını, vücudunda gezdirirken tüylerini diken diken eiierini, omuzlarını dişlemesini, fı sıltıyla, «Seni çok sevdim, yarın gene gel, kim seye söyleme» deyişini hayal edince ürperiyor- du.
«Bugün geldiğini de kimseye haber vermiye- ceğim.»
Hikmet beyin kirli gövdesinden barsakla- rın taştığını gördü.
Reşat beyin ağzını büzerek çay bardağına uzanışını gördü.
K ızla arka sokakta dolaşırken İbrahim kar şısına çıkıyor, «N e arıyorsun burda?» diyordu,
«Sana ne?»
«N e demek sana ne?»
Daha sözünü tamamlamadan yumruğunu ağzına vuruyor, yıkıyordu oraya.
Bardağın dibinde kalan son çayı da bir yu dumda içti.
Şinasi girdi içeriye, masaya elini vurdu, «N e haber astan?» dedi.
«Sağlığın.»
«Baban gelmedi mi daha?»
«O doğrudan doğruya depoya gidecekti.» «Boşnak?»
«Hikmet beyle Reşat bey geldi.»
Şinasi merdivenlerden makine dairesine inerken arkasından «A b i» diye seslendi ama Şinasi duymadı.
S AHİ F E DÖRT
27 Haziran 1970 CUMHURİYET
ra eksantrik sanatçılar daha revaçta, bu büyük sanatın çilesi,
■ ÖĞR ETİCİ VE
SAĞ LAM
F
R A N S IZ Televizyonunu her gün seyrettim. Bizimki o- nun yanında ne kadar ya van, her gün ne modern de korlarla seyircilerin gözlerini kamaştırıyor, öğretici ve ha berleri çok sağlam.Paris’in en büyük şarkıcıları, tiyatroları programlarını bura da da yapıyorlar.
Théâtre Maringy, Gabrielle Arout’ın 2+2 = 5 piyesini tele vizyonda oynadı, İki kadın, iki erkek güzel eğlenceli boulevard piyesi. Bizde zannederim çok
sevilir, her gece 24’e çeyrek ka la, maç saati ile aynı anda «Mexioo»daki dünya futbol maç larını binlerce Fransız ve tu rist gibi ben de seyrettim. Biz de futbol olmadığını o zaman anladım.
Spor sayfalarımızda, şu ta kım şahane idi, bu takım bom ba, diye manşet atan sekreter lerimizin kulakları çınlasın. Gelsinler de bu futbolu gör sünler.
Sinemalar gittikçe azalmakta, televizyon, sinemaları mahvet miş. Tiyatrolar yaz mevsimine giriyor, çok azı oyunlarına de vam ediyor, ben de v e r elini İstanbul diye dönüşe devam... Paris 14.6.1970 Müze Rodin’iu, Louvre’un ve Müze Art Modeme’in«.meşht«*eserierl: Düşünen adam, Afro
dit, .Joconde ve Mafîsse’in* dans 'eden kadını.
Paris'te sinema sayısı gittikçe
azalıyor sebep : Televizyon
F O t Hv» MAáqi: Hilm i Rit, Zürih’e davetli ol
duğumuzdan, kokteylde bulu namadık.
Resimler çok sevimli, hep Parislileri konu almış rahmetli. Bir çoğu guaş, 10-15 tual yağ lı boya, bir renk cümbüşü. Fik ret’le ne kadar öğünsek az. Fransız Televizyonunda 15 da kika, Fransızlara Fikret Mual- lâ’yı kabul ettirdi.
Televizyonda röportajını
sey-B
ÎZ ÎM sanatçılarımızın, Pa ris'teki gösterileri başarılı geçmektedir.Paris'e vardığımın ertesi gü nü, Champs Elysâes'deki Tu rizm ve Tanıtma Büromuza git tim. Çok sevdiğim Fikret Mu- allâ sergisi hazır, o gece kok teyli vardı, ne yazık ki, ben ve
Saint - Germain - des - Prés’de ressamların buluştuğu meş hur «Café de Deux Magots»
barı-recferken gözlerim yaşardı, gö- zümün önüne Fikret’in «P e t rograd» pastahanesinde
yaka-sız lâcivert paltosu ile şuna bu na takılışını hatırladım.
Tabloları her halde çok pa
ra edecek, etmesi de lâzım. Meşhur Picasso’nun, Fikret’e hediye ettiği, Fikretin de, şa rap içmek için, bir kaç Frank’a sattığı desen de bu sergide... Bilmem kaç bin İsviçre Frankı fiyat koymuşlar...
■ B A Ş A R ILI B İR E K İP
E V L Â N A ekibimiz de Te-7 dakikalık ■ levizyonda 6
* " bir program yaptı. Fransız- lar hayran oldular. Paris’te ga liba temsilleri yeni bitmiştir, çok başarılı bir ekipti.
Şimdi sıra Musee National D ’art Moderne’de. Metro A l ma Marceau ile îena arası dev yapı, İk i kat, alt katta Matis- selerden Chagal’lere, Picasso' lara, Kisling’e, Derain’e, Met- zinger’e (Hocam ) kadar, dün ya yüzünde kalbur üstü ne ka dar ressam varsa hepsi hem kaçar tablo ile, o ne güzel sı ralama, üst kat, çok daha mo dernlere ayrılmış, Abstre’ler, Non figu ratife’ler, başım dön dü.
Üç buçuk saatte zor çıkabil dim. Müze Müdürlüğü, yeni bir buluş yapmış, salonlarda, bilgi verenlerin yerine, iki kata ay rı ayrı olmak üzere Manyeto- fon kiralıyor, kulağına tut, bas düğmeye, içindeki ses, her ese rin izahını sana söylüyor. Be yaz plâstikten, otuz santim kadar yuvarlak uzun Manyeto- fon’lar.
■ SU... AH SU...
sîzim 1«Jmümit rVC7K..UikKSSl ö u r D’ÜBSENİZ- BÎLB L BüPAp*S,kjj£45 «ÇIKAMÂZLSI- Z — V M1Z-t *
yaşlı gösteriyorsun. İrisin de ondan.» dedi Şiııasi, ceketin mendil cebinden bir resim çıkardı uzattı, «Bu resme dikkatli bak! Nasılım? Bomba gibi de ğil mi? Saçlar nasıl, saçlar?» Elini başından geçir di, «Şimdi tek tüy kalmadı, yeni doğan çocuk kafa sına döndü.» Uzun uzun belirsiz bir noktaya baktı, iç çekti, Büyükkulüp paketinden hızla çıkardığı bir cigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi, Şaban’ın çakıp uzattığı kibrit alevinde yaktı, not defterini yere vurdu. «Her şey geçti. Bir zamanlar bütün bar karıları otomobillerle evin önüne gelirler, alır gö türürlerdi.»
Reşat bey hâlâ telefonla konuşuyor muydu? Ayaklarının ucuna basa basa merdivenden çıkı yordu. Tam Reşat beyin odasına gireceği sırada Hik met bey odasından çıkıp yüzüne bakmadan Reşat beyin odasına giriyordu. Hikmet bey daha çıkma dan yeniden telefon çalıyor, telefon konuşması bit meden Adliye muhabiri Emin giriyordu. Ama o çok konuşmaz, ne söyleyecekse söyler iki dakka kalma dan çıkardı.
Oda boşalmıştı ve İçeriye giriyor, İçeriye girerken, «Kamburunu düzelt ulan hırt!- diyordu. «Beycfen-Uyuşukluğuna, beceriksizliğine kızdı, «Ben
de bugün bir salaklık var.» İdare müdürü ge lince kapıdan ayrılamıyacağını düşündü, aşa ğıya indi. Şinasi’nin üstünde sadece beyaz, te miz bir don vardı. Göğsü, omuzları siyah kıl larla kaplıydı. Elini göğsüne sürüyor, kılları hışırdatıyordu. Koltuk altına soktuğu elini bur nuna götürecekken gözleri Doğan’a ilişince vaz geçti, aşağıya indirdi, suçlu suçlu gülümsedi, göz kırptı.
«A b i» dedi Doğan, sokuldu, «Ceketini on dakkalığına bana verir misin?» Sesi uysaldı ve içtenlikle doluydu.
Şinasi ceketine baktı, «A y ıp ettin» dedi, «istersen bir günlüğüne al. Seni ne kadar sev diğimi bilirsin.»
«Sağ ol, ben de seni severim.»
Doğan’ın yanına yaklaştı, sağ elini omuzu na koydu, gülümsedi, başını salladı, «K ız mız hikâyesi m i» dedi.
«ö y le gibi bir şey.»
«A ferin ulan! B ravo! Ben de senin yaşın dayken dişi sineği bile kaçırmazdım, iy i ya pıyorsun. Bak şimdi seni daha çok sevdim. Sağlam bir parça mı bari?»
«Fena değil.»
«Hep güzel kızlarla konuş, gençliğini boşa harcama.»
idare müdürünün gelebileceğini, kapıda kimseyi göremeyince kızacağını düşünüyor, sı kılıyordu. İstiyordu ki ceketi hemen versin.
Oysa Şinasi ağırdan alıyor, boyuna konuşuyor
du. Sonunda ceketi çividen aidi. Ceplerinden bir kahverengi Lüksor tarak, açılan sayfaların dan adresler, isimler, telefon numaralan oku nan siyah bir not defteri, içkili b ir gazinoda çekilmiş - Müzeyyen Senar’ı da içine alan - bir fotoğraf, iki çocuğuyla çektirdiği kendi fotoğ rafı, bir kutu Büyükkulüp cigarası, dört tane madeni lira - liranın biri uzun süre ateşte kal mış gibi kararmıştı - Yeşil bir dolma kalem, bir tırnak makası, üç prezervatif - prezervatif leri çıkarırken Doğan’a bakıp gülümsedi - pi yasadan çoktan çekilmiş bir yirmibeşlik çıkar dı, parayı havaya atıp tuttu, «U ğu r param bu benim. Hiç eksik etmem yanımdan. Bereket getirir. Sen bilir misin bunlan?»
«Affedersiniz efendim, sizi rahatsız ediyo rum.»
«Buyur!»
«Efendim ben bir hikâye...» «Kaç yaşındasın sen?» dedi Şinasi.
«Ben mi? Haa, onyedi.» dedi Doğan ve kendini ceketin düğmelerini ilikliyerek merdivenden çıkar ken gördü.
«Olıhoooo, ağzın daha süt kokuyor... Ama daha
fi
¿ÇuHKU
Ç Pl5tü ÖSÜ12-
u a iM R â u ö w e e
S İM M UH AFIZ UA-
t K l B E jO -iroıg '
& 3SSU A TAM ÂK^AStM- p e a c e s REírí u m u t
t u. y X icJ iz- K u u eD öJ m
rm d a w . biHnirı döçijvt C e le d b a s t a n dt ,
«Benim yediğim parayı kimse yememiştir bu semtte.» dedi Şinasi.
«Şimdi de bomba gibisin, neyin var? Saçsızlık sana daha iyi gidiyor» dedi Doğan.
Hüzünlü bir gülüş gezindi ince dudaklarında, «Yok, yok.» dedi Şinasi, «Kart karılar bakıyor şim di. O zamanlar bekârdım. Bir giydiğimi bir daha giymezdim. Benden ekmek istiyen yoktu.»
«Nasıl döküldü abi?»
«Ne bileyim ben? Bir de baktım kİ kabak olma şum.» dedi Şinasi, gözlerini Doğan’m saçlarına dik ti, «Saçlarına iyi bak. O bok yağlardan sürme. Sürü yorsun galiba. Sürme, berbat etme saçlarını. Sonra benim gibi dövünüp durursun.»
«Olur abi!...»
«işin bittiğinde ceketi getirirsin, acelesi yok.... Ha, sana zahmet şu Halil tekerleğine de demli bir çay söyle.»
«Şimdi.»
Ceketi aldı, yukarıya çıkacakken Şinasi’nln ses lenmesiyle durdu, başını çevirdi ve (ne istiyor sun?) dercesine ve sıkıldığım belli eden gözlerle baktı.
«G iy bakalım nasıl duruyor, ben de göreyim.» Giydi.
Şinasi, kollarına, yakalarına baktı, omuzlarını sıvazladı, «Dön şöyle. Ha. İyi oturdu. Tam sana gö re. Satayım istersen.»
«Benim buna verecek param yok ki, babama söyle alırsa.
(Arkası var)
I
O ÎIYR E müzesini, bilirdim, orayı görmeden olmaz. Jo conde gene aynı Joconde, hep, gülüyor. Venüs gene yo rulmamış ayakta, turistler hay ran, yürü yürü sonu gelmiyor. Louvre’da saat 17 oldu. Bugün hiçbir şey yemeden akşamı et tik, yalnız su, su, bayılacağım, ah benim memleketimin sula rı, Hünkâr, Çırçır, Taşdelen, Fran-sızlar, Evian suyu istedik çe üstüme gülüyorlar, «Susadı- nızsa şarap ne güne duruyor?» diyorlar, şarap onların suyu...Rodin müzesi tamir oluyor, tabii onu da ihmal etmedim.
■ Y A K L A Ş IY O R
buıcptes(w à Ô T v v e< S ÎK M E K vçiu
|fc>AW ¡Y( FIR G 4T *'■
OlAiaAz. - M
# DİŞİ BOND
B EN İM V A S TÜM V£J2 SEM © lE TAKSİ TUT. SEM /vCAi-5 iv a İMİ YORUMt MÜFETTİŞ BROOK'LA BULUNMASINDAN BTB ACM M i UASTAlA N A N B.E « a n « “
O >AUDIM EDlvt-ik;
UM, YAM İMA DÖNMEM
^ G E Ç E K , ^ UTldfcı
N A F IA SONSA M O D E S TS W İN APAR TM AN IN D A
y a l o PUENSES, b îe
OâLE yEMESİME NE DE&'
2 SİM ? AŞAĞIDAYIM ÇİMDİ TBYDB ' yEMEK v-VAZIRLAYA C A L KİM • S E SOU
V
A T A N ’A dönüş günlerim yaklaşıyor, sıra Saint - Germain - Des - Prés ve Saint - Michel bulvarları. Sa int - Germain’de Dina - Vierny galerisinde Matisse’in füzen ve çini ile çizdiği desen ser gisi var. Küçük bir galeri, de mir parmaklıklı, kim bilir, tab lo hırsızlarına karşı bir tedbir olmalı, resimler bir kaç m il yon Frank’a.Ufak tefek bir çok galeri gezdim, inanın, bizde resim, heykel, müzik ve tıp, hiç de onlardan aşağı değil. Kalıbımı basarım, onlarda resim, hey kel, müzik pazarları çok, ne yapalım, bize fazla turist gel mez... Biliyor musunuz, resim de, heykel de büyük propagan da işi, usta bir ressam bir ke narda, fil dişi kulesinde,
palav-ACElE
. V/tUİE-5
«— Hayır...»
Savcı, şu anda tam karşımda duruyor... Göz. lerini gözlerime dikmiş bakıyor da bakıyor... Kıpırdamaksızın...
Ben hikâyeme devam ediyorum:
— «Eirbirimizln görüş zaviyesine girmemiş tik henüz. Buna rağmen Stephen Weaver girmem için bana seslendi. Davet üzerine bir kaç adım daha atarak çalışma odasına yöneldim. Masası- mn başma oturmuş durumdaydı. Yüzü kapıya dönüktü... Girdiğim kapıya demek istiyorum. E- ünde kocaman bir tabanca vardı... Bana doğru tutuyordu Alârm zillerinin çalmasına meydan vermeksizin eve nasıl girdiğimi sordu... Bunun gayet basit olduğunu söyledim... Sözde yeğeni, özel anahtarı bana vermişti... Ben de kapıları rahatça açmış ve girmiştim... tnanmıyan gözler le bakıyordu. Kimliğimi açıkladım ona, ismimi de söyledim... Hecelerin üstüne basarak ve bir kaç kere... Sonra yeğeni ile evlenmek üzere ol duğumuzu ekledim. Ayni gün Kaliforniyayı bı rakacaktık, bir daha dönmemek üzere de Av- rupaya gidecektik... Niyetimiz orada yerleşmek ve yeni bir hayata başlamaktı. Bu kararı birinci derecede etkileyen ve bizi böyle bir seyahate zorlayan sebeplerin başmda benim avukatlık mesleğim geliyordu... Yani, seyahatimizin en ö- nemli nedeni mesleğimle İlgiliydi...»
— «İnandı mı dediklerinize?...» — «Görünüşe bakılırsa evet.» — «Y a sonra?...»
— «Ayni konu etrafında dönüp dolaşarak bir kaç dakika gevezelik ettik... Benden şüphelendi ği besbelliydi... Güvenemiyordu bir türlü... Bir ara ağız aramaktan vazgeçerek şüphesini açıkça belirtir nitelikte sualler sormaya başladı bana. Avukatım derken yalan mı söylemiştim, yoksa gerçekten avukat mıydım?... İkna edici bir takım lâflardan sonra kanaat getirir ve yatışır gibi ol du... Enikonu rahatlamıştı... Dost tavırlar takı nıyordu... Konuşmamızı tam bir sükûnet içinde sürdürdük... On beş dakikalık bir zaman süre sinin sonunda duyduğu şüphelerin tümünden sıy- rılmışçasma elindeki tabancayı masanın gözüne bıraktı. Üc dakika daha oyalandım... Sonra, yay lanın dip tarafında çıkan bir yangını görmek ba hanesiyle pencereden yana yürüdüm... Böylece oturduğu yerin arka tarafına geçmiş oluyordum. Sakat bir adamdı biliyorsunuz ihtiyar... Hare ketlerimi izlemek İçin hemencecik dönemedi... Şöminedeki ateşi karıştırmaya yarıyan demir çu buğu yakaladım, vurmaya başladım...»
Savcının gözleri hep üstümde... Bakışlarını birer ok gibi bana saplamış, ısrarla süzüyor be. nt. Salonda çıt -ok... Suratlar, bulutlu bir son bahar havası kadar karanlık, ifadeler düşman ca...
— «Daha sonra ne oldu?...» diye soruyor Fletcher.
— «Girdiğim gibi çıktım villâdan... Biraz
a-TIFFANY JONES
6U İSİM İÇİNDEM 0 £ ÇIIÛŞINA HAVANIM -TlCPAKiy. ____r
CUB VAUiS t t - VA5 KAUX ^RAUM <y/tD/
J f e g ^ l 4 p l * TESON G a SANA YARDIM El 20 Mayıs 1970 günü genç yaşında vefat eden açışım unutamadığımız Eşim ve Sevgili Babamız Bakırköy Tapu Sicil -MuhafızlarındanŞinasi Giirünlü’nün
vefatının 40 mcı gününe rastlayan 28 pazar 1970 gü nü Bakırköy Çarşı Camiin de ikindi namazından son ra Kur’âm Kerim ve Mev lidi Şerif okunacaktır. Ak raba, dost ve arkadaşları ile bilhassa kadirşinas sayın Ba- kırköylülerin ve bütün din kardeşlerimizin teşriflerini rica ederiz. GÜRÜNDÜ AtLESl /NHSDáM COK. ÜZULÜ YOROM• GARTH
JUNÚW ’l NE KADAß ICO LAV
PERİŞAN ETTİĞİMİ GÖRDÜM *<= . t-ALDUß. BİR DAUA S E P E / Y İV T', RE KUVVETLİ BİRİ - / \ W ¡ Mi BUL <a\L. ' IO- OERE - C E G E Z E GENDE SA‘ ŞAVAN G A R T H V ADLI BlE).
GERCE KyEij G UC- LÜ VE YÜREKLİ Biß
KİŞ', CLDUICÇA DA
ALÇ AK GÖNÜLUJ
--Türkçesi : Adnan TAHİR
cele ediyor olmalıydım... Filipinli uşağın her andönmesi mümkündü... Vaktinde davranmazsam bütün emeklerim boşa gidecekti. Koşar adım larla arabaya bindim. Tam yola koyulacağım sı- rada bir arabanın geldiğini farkettim. Direksi yondaki Mary Weaver’di...»
Savcı kaşlarını çatıyor, alnını buruşturuyor: — «Böyle bir karşılaşmadan şimdiye kadar bahseden olmadı bize...»
— «Mary Weaver’in bundan bahsetmesine hiç lüzum yoktu... Cinayeti benim işlediğimden ta. mamiyle habersizdi... Olaya beni de karıştırmak istemiyordu boş yere...»
Fletcher belli belirsiz bir tebessümle gülü- yor... Sinsi ve kinaye dolu bir tebessüm bu...
— «Cinayeti sizin işlediğinizden habersizdi demek?...»
— «Evet.»
Tekrar ayni tebessüm... Bu, jüri üyelerine yöneltilmiş bir davranış olsa gerek... Dikkatle rini çekmek İstiyor... Kendi lehine tabi!...
— «Pekâlâ... Devam edin lütfen...»
— «Oysa hiç hesapta yoktu böyle bir şey..; Kendisini orada görünce hayli şaşırdım... Tepe den İnme bir sürprizdi bu...»
Savcı baştan aşağı kinaye şu anda... Alay etme hevesine kapılıyor birdenbire... Evet, dü pedüz alay...
— «Haklısınız tabii... Karşılaşmanın sizde tepeden inme bir sürpriz etkisi yaptığı gayet normal ama, şaşırdığınızı sanmıyorum... Değil mi?» ‘s+s/s********^ (Arkası var) (Cumhuriyet: 6484) ^ SENİNLE T g e r ç e k t e n 9oy Ö lC U Ç E E K BİRİ Nİ BİLİYORUM j ULG.AU Á DEVAM ET, ' ^ HEÛAK lANDI Pl *
y o a s u M b e n i. Merhum Mehmet Balcı’nın oğlu, merhume Mükerrem Balcı ’mn eşi, Mehmet Balcı ve merhum Samim Balcı’ mn babalan, Ergun Balcı, Müjde Birol, Nükte Canal’ m büyük babaları, Nilüfer Birol. Ceyhun ve N ll Canal’ m büyük dedeleri
Z İ Y A
B A L C I
Hakkın rahmetine kavuş muştur.Cenazesi 27 Haziran 1970 Cumartesi öğle namazından sonra Teşvikiye camiinden kaldırılarak ebedî istirahat- gâhına tevdi edilecektir.
A İL E S İ Çelenk gönderilmemesi ri ca olunur.
# AYLÂK MUSA
Cumhuriyet: 6481)
M o l k o ç o ğ l u
: konu ve resim s AYH A.N BAŞOGLU
MUZAFFER BUYRUKÇU
z. \ i'X
• g
C n g J U L L f lD liM Ífj
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi