• Sonuç bulunamadı

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun gençlik ve edebiyat hatıraları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun gençlik ve edebiyat hatıraları"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

: ve Edebiyat Hâtıraları

2 3

~TT~ ^ 0 ^ 4 1 }

Y a k u p Kadri K a ra o sm a n o ğ lu ’nun

Abdülhak Hâmid’i İlk

YAZAN: YAKUP KADRİ K A R A O S M A N O Ğ L U

ÇIKAN

KISMIN ÖZETİ —

Karaosmarıoğlu, Mehmet Rauf,

Şahabettin Süleyman,

Ahmet

Hafim, Yahya Kemal, Cenap

Şahabettin ve Süleyman Nazif’

ten sonra bugünkü

yazısında

Abdülhak Hâmid’e ait hâtıra­

larını anlatmaya baflıyor.

Defa Şerefine Verilen

Bir Ziyafette Tanıdım

Gördüğüm Abdülhak Hâmid resmi,

üzerimde eserlerinden daha büyük bir

tesir yapmıştı. Öyle ki, yaşıma, başıma

boyuma bosuma bakmadan, ben de

onunki gibi bir resim çıkartmak he­

vesine düşmüştüm. İlk gençlik çağı­

mın, daha doğrusu son çocukluk

yıllarımın bu özentisi, bir gün gelip

bana, yüksek yakalı, kolalı gömle­

ğim, şatafatlı kravatım ve son mo­

daya göre biçilmiş kostümümle, bir

fotoğrafçının önünde Şairi Âzam’ın

pozunu almak cüretini verecekti...

OÜLHAK Hâmid'le es­ ki edebiyatımızın, da­ ha doğrusu, Tanzimat devri edebiyatının zir­ vesine vardığım şu noktada okurlarıma kısa bir açıklamada bulunmak lüzumunu duyuyorum. Zaten, Hâtıralarımın başın­ dan beri bu lüzumu duymakta idim. Bu­ raya kadar bahsi geçen şair ve yazarla­ rı niçin Edebiyat tarihimizdeki kronolo­ ji veya değer ölçüleri bakımından sıra­ ya koymamtşımdır? Buna göre, Abdül­ hak Hâmid'in en başta gelmesi ve onu Tevfik Fikret'lerin, Cenap Şahabettin'le- rin taakibetmesi lâzım gelmez miydi? Bu sorulara hemen «Evetl» diyebilir­ dim, eğer yazdıklarıma bir edebiyat ta­ rihi, ya da bir edebi tenkit denemesi mahiyetini vermek iddiasında bulunmuş olsaydım.

Oysa, böyle bir iddia hiç aklımdan geçmemiştir. Ben, burada sadece genç bir edebiyat meraklısı olarak yakından tanımak fırsatını bulduğum şair ve ya­ zarlara dair hatıralarımla, onların üze­ rimde bıraktıkları tesirleri anlatıyorum ve herbirini ancak yakından tanıma ta­ rihlerine göre sıraya koymuş bulunuyo­ rum.

Nitekim, ilk gençlik çağımda, Abdül­ hak Hâmid, benim için yerde mi, gök­ te mi olduğu bilinmeyen bir mitolojik varlıktı. Eserlerini okurken bana hâtıf- tan bir takım sesler duyuyormuşum gibi gelirdi. Bunları bizcileyin etten, kemik­ ten bir insanın yazmış olacağına ihtimal veremezdim. İlk defa Serveti Fünun der­ gisinde çıkan fotoğrafını görünce de on­ da böylesine bir üstünlük bulmaktan kurtulamamıştım. Gördüğüm yüz, bence, sanki, bir fotoğraf makinasının objekti­ finden aksetmiş değildi de dâhi bir res­ samın hayalinden doğmuş sembolik bir siymâ idi. Neyin sembolü, nelerin sem­ bolü? Bunu tâyinde epeyce güçlük çek­ miştim. Bakıyordum ve baktıkça bir şe­ yin derinliklerine daldığımı hissediyor­ dum. Sanırım, Tevfik Fikret de bu re­ sim karşısında ayni hayranlığa düşerek şu mısraları yazmıştı:

Açık bir cephe, munis bir nazar, bir

fıtralı-mahrem

Fruğa fûh eıharile, zulematı leyalile

Fezayi bi tenalıisile, ebharı cibaliyle

Bütün volkanlarıyla, berki raadi pür

celâliyle

Şuunu rengârengi, infirahü infialile

O fıtratı pür garaip bir tecelligâh, bir

âlem (I )

Burada, Tevfik Fikret, fotoğraftaki Hâmid'in kalıbı kıyafeti, tavur ve edâsı üstünde hiç durmayor, «Açık bir cephe, munis bir nazar, bir fıtratı mahrem» deyip hemen şairin iç dünyasına giri­ yor. Bu dünya yukariki mısralardan an­ laşılacağına göre, Victor Hugo'nun dün­ yası gibi, biribiriyle bağdaşması imkân­ sız birtakım zıt unsurların çarpıştığı, kâh şimşekler çakıp yıldırımlar düşerken bağçelerde elvan elvan çiçeklerin açıldı­ ğı, kâh bir yanına karanlıklar basarken öbür yanında güneş ışıklarının parladığı ve şimdi ağıtlarla inlerken, şimdi şenlik şarkılarıyla çınlayan bir acayip âlemdir. Fakat, fotoğraftaki adamın böyle bir ka- hotik âlemle hiç münasebeti yok görü­ nüyordu. O ne Victor Hugo gibi saçı sa­ kalına karışmış, ne de Lord Byron gibi göğsü bağrı açık saçık romantik şairlere benzeyordu. Hele, resminin altında ismi­ ni okumamış bulunsaydım, onu, ilk ba­ kışta bir şairden ziyade ya meşhur Av­ rupalI diplomatlardan, ya da Londra ki­ bar âleminin Dandy'lerinden biri sanaca­ ğıma şüphe yoktu.

«İlk bakışta» dedim. Fakat, sonra bu resmi daha dikkatle gözden geçirirken onda yalnız zarafeti değil, asalet ve aza­ met gibi özellikleri de bulmağa başla­ mıştım. Fikret «munis nazar» diyor. Doğrudur ama, bence gözlerinin insana tepeden bakan veya derin hülyalara dal­ mış bir adamın gözleri gibi insanın üs­ tünden kayıp giden bir ifadesi de var­ dı.

Hele, sağ gözündeki ince kaytanlı monoklü bu ifadeye olempiyen bir meha­ bet katmıştı.

Sözün kısası, Abdülhak Hâmid, bu res- mile benim üzerimde eserlerinden daha

( I ) Sonsuz fezasile, denizleri, dağla-

rile, parlak renkli çiçekleri, gecelerin

karanlıklarıyla, bütün

volkanlarıyla,

korku saçan fimfekleri ve yıldırımla­

rıyla, türlü olayları, sevinçleri ve kır­

gınlıklarıyla - garabetler dolu bir yara-

dıhf, bir görünüş, bir âlem...

Hâmid'in. Kalaosmanağlu'nun gençlik çağında üzerinde büyük tesir yapan resmi.

büyük bir tesir yapmıştı. Öyle ki, yaşı­ ma başıma, boyuma bosuma bakmadan ben de onunki gibi bir resim çıkartmak hevesine düşmüştüm, ilk gençlik çağı­ mın, daha doğrusu son çocukluk yılları­ mın bu özentisi, bir gün gelip bana, yüksek yakalı kolalı gömleğim, şatafatlı kravatım ve son modaya göre biçilmiş kostümümle bir fotoğrafçının önünde Şairi Azam'ın pozunu almak cüretini verecekti.

O tarihte onaltı yaşımda ya var ya yoktum ve modelim olan haşmetli ihti­ yarla ancak sekiz yıl sonra karşı karşıya gelecektim. Yalnız karşı karşıya gelmek m i? Hattâ bir grup hayranları arasında onunla birlikte resim çektirmek şerefi­ ne erecektim.

Yıl 1911-1912. Abdülhak Hâmid Beyefendi, o zaman İstanbul basınında bazı polemiklere yol açan haksız bir muameleye uğrayarak Brüksel Elçiliğin­ den alınmış ve Istanbula henüz dönmüş bulunuyordu. İşte, başka bir yıldızdan inişi andıran bu dönüş münasebetiledir ki, günün birinde, başta Cavit ve Cahit Beylerin bulunduğu bir tertip heyeti ta­ rafından onun şerefine Tokatlayan ote­ linde bir öğle yemeği verilmiş ve yeni yetişen bazı edebiyatçılarla birlikte ben de bu ziyafete davet edilmiştim. Hattâ sebebini pek iyi hatırlamadığım bir ge­ cikme yüzünden bu ziyafete en son ka­ tılan da ben olmuştum. Herkes çoktan gelmiş ve, yemek yenmeğe başlamıştı. Ayaklarım birbirine dolaşarak gidip ye­ rime oturduğum anda kalbim öylesine çarpıyordu ki, az kalsın bir baygınlık geçirecektim. Bereket versin, o kırk elli kişilik sofrada, hiç kimse ne geç geli­ şimin, ne de orada bulunuşumun farkın­ da değil gibiydi. Bütün davetlilerin dik­ kat merkezini Şairi Azam teşkil ediyor­ du.

O, kendisine durmadan bir şeyler söyleyen Maliye Nazırı Cavit Beyi dinle- yor ve arada kısa kısa sözlerle mukabe­ lede bulunuyordu. Ne dediğini işitmeyor- dum. Çünki, alçak bir sesle konuşuyor­ du. Bununla beraber, ben o seste kulak­ larımı okşayan bir âhenk seziyordum. Doğrudan doğruya göğüsten ve derinden gelen kalın, yumuşak, tatlı bir erkek se­ siydi bu. Öyle ki, ben yanımdaki arka­ daşlardan birine iğilip, şimdi ne mâna

ifade ettiğini pek anlamadığım şu sözle­ ri mırıldanmıştım:

«— Sesinde bile «dâhiyane» bir ton var bu adamın I»

Belki öyle ama, gözümün ucuyla ken­ disine her bakışımda bu «dâhiyane» İlk­ ten hiçbir İz bulamamakta idim. O kır sakallı altmışlık şiir üstadı zorlu mü­ meyyizler huzurunda imtihan geçiren bir mektep çocuğu gibi şaşkın ve sıkılgandı. Nitekim, yemeğin sonuna doğru söyle­ nen nutuklara ( II) mukabelede bulun­ mak sırası gelince önceden hazırlanmış bir nutuk suretini cebinden çıkarıp bir başkası tarafından okunmasını reca et­ miş, bu vazifeyi de İsmail Müştak yerine getirmişti.

Neredeydi, benim sekiz yıl evvel gör­ düğüm fotoğraftaki «harlkulâde» insan? Ondan yalnız bir kalıp kıyafet kalmıştı. Ama, yine ne kalıp, ne kıyafeti En yaşlı­ mızdan en gencimize kadar hepimiz onun yanında birer mahalle çocuğu gibi kalı­ yorduk.

İncecik ve uzunca boyu, her kıvrı­ mından, her çizgisinden zarafet akan re­ dingotu ve nâzik, kibar tavurlarıyle ağır ağır aramızda dolaşırken hissediyorduk ki, o başka bir devir, başka bir mede­ niyet örneğidir. Hangi devir, hangi me­ deniyet? Buna Tanzimat devri mi diye­ ceğiz, Tanzimat devrinin İstanbul şehrin­ de meydana getirdiği konak ve yalı me­ deniyeti m i? Bunu hâlâ tayin edemiyo­ rum.

Abdülhak Hâmid, doğum ve yetişme tarihleri bakımından, şüphesiz ki, bir Tanzimat Efendisi, bir konak ve yalı ço­ cuğu idi ve bu özellikleri, tanıdığım bir­ çok Tanzimat Efendilerinden, konak ve yalı çocuklarından daha prototipik bir surette taşıyordu. Fakat, bunun arkasın­ da başka bir Abdülhak Hâmid vardı ki, nerelerden geldiği, ne gibi sosyal ve kül­ türel tesirlerin altında yetiştiği hiç belli değildi. Bütün ölçüleri aşan taşkın mi­ zacı, bütün görgüleri, gelenekleri kırıp geçiren yaşayış tarzı ile o bize her şey­ den evvel zaman ve mekân dışında bir varlık gibi görünürdü.

(Devamı gelecek sayıda)

(I I) Bu nutukların en güzelini, en

özlüsünü Hamdullah Suphi ( Tanrı-

över) söylemişti.

(2)

Yakup Kadri Karaosm anoğlu'nun Gençlik V e E d e b i y a t H â t ı r a l a r ı : 24

Hâmid. Mariette İsimli Dansözle Pek

İ l g i l e n i y o r d u

YAZAN: YAKUP KADRİ K A R A O S M A N O G L U

TT- ~

ÇIKAN KISMIN ÖZETİ — Ka-

raosmanoğlu, Mehmet Rauf, Sa­

habettin Süleyman, Ahmet Ha­

fim, Yahya Kemal, Cenap Sa­

habettin ve Süleyman Nazif’ten

sonra bugünkü yazısında fair

Abdülhak Hâmid’e ait hâtıra­

larını anlatmaya devam ediyor.

B

U bakımdan, Süleyman Nazif'i bir ulu çınara benzeten Ahmet Haşlm, Abdülhak Hâmid'I acaba hangi ağa­ ca benzetebilirdi? Bana öyle geli­ yor ki. Göl Saatleri şairinin sınırsız mu- hayyelesl gerçeklerin üstüne çıkıp onu ancak, kökleri gökte olan Tûba ağacına benzetirdi ve bununla pek de aşırı bir «teşbih» te bulunmuş olmazdı. Zira, Hâ- mid'in bizzat kendisi, bakınız, kendini nasıl anlatmıştır:

Sanmayın, yer katında bir bodrum,

Açmifim gökyüzünde bir uçurum

Ki derununda ben varım ancak,

Bununla beraber, biz, yine Abdülhak Hâmid'I yeryüzüne çekmeye çalışalım ve onu zaman ve mekân dışına çıkaran fak­ törlerin neler olduğunu araştıralım: Bu yolda, bize en iyi rehper onun biyograf- yasıdır: Buna göre, Hâmld'in, gözlerini dünyaya devrin en parlak kültür ışığıyle aydınlanmış bir aile çevresi İçinde açtı­ ğını, İlk tahsil ve terbiye çağını bir ya­ nında o zamanın hür fikirli ulemâsından Hoca Tahsin Efendi, öbür yanında Ed- remltll Bahaettln adıyla tanınmış diğer bir aydın Hoca olarak geçirdiğini görü­ rüz. 10 yaşında ya var ya yokken bu Hocalardan biriyle Paris'e gitmiş; orada bir okula devam etmiş; bir yıl sonra İstanbul'a dönüşünde tekrar bir ecnebi Kolejine girmiş; derken Tahran Elçiliği­ ne tâyin edilen babası onu alıp İran'a götürmüş; orada Fars edebiyatının İçine dalmış, daha sonraları da Golos, Bom­ bay konsolosluklarından başlayarak Bü­ yükelçilik Başkâtibi ve müsteşarı vazife­ leriyle tam yirmi yıl Londra'da bulun­ muş; Londradan Elçilik pâyeslle Lahey'e, Lahey'den Brüksel'e geçmiş, bu suretle demek oluyor kİ, bütün gençlik ve ol­ gunluk çağlan boyunca yeryüzünün son Güney bölgesinden, son Kuzey bölgesine kadar türlü türlü İklimlerde, türlü türlü memleketlerin, cemiyetlerin sosyal şart­

Abdülhak

Hâmid’in ünlü * Makber»

fiirinin kahramanı

Fatma Hanım­

ları içinde yaşayarak hep yurt dışında kalmıştır.

İmdi, böyle bir İnsana — yerglleme maksadile değil, harfi harfine lügat ma- nasile— kozmopolit, yani «dünyanın adamı» demekten başka ne denilebilir? Gerçi, Abdülhak Hâmid «Milletim nevi beşerdir, Vatanım ruylzemln» sözünü kendine bir hayat düsturu olarak alma­ mıştır ama, her gittiği yere kendi vatanı gibi bütün kalblle bağlandığına ve hele ömrünün son yıllarını derin bir Londra hasreti İçinde geçirdiğine şüphem yok­ tur. Vakitsiz ölümüyle ona edebiyatımı­ zın en yanık ağıtlarını ilham eden Fat­ ma Hanımdan sonra İse gönül verdikleri­ nin hep yabancı kadınlar olduğu herkes­ çe bilinen bir hakikattir.

Abdülhak Hâmid, altmış yaşını aşmış olarak İstanbula dönünce bekleyorduk kİ, ya gidip çocukluk çağının tatlı hatı­ ralarıyla dolu Boğazlçlnde bir yalıya, ya da İlk İlham kaynağı olan Çamlıcada bir köşke yerleşecektir. (Nitekim yıllardan

beri görmediği kızkardeşl şair Fahrün- nlsa Hanımefendi orada oturmakta idi). Oysa Hâmid, bunun tam tersini yapmış, uzun bir süre Beyoğlunda Tokatlayan otelinde kalmıştı. Kendisine İstanbulun hoş ve «âsûde» bir semtinde oturmayı tavsiye edenlere de şu cevabı veriyordu: «— Ben sessiz, ıssız yerleri hiç sev­ mem. Burada büyük bir şehrin gürültü­ leri var diye oturuyorum. Hele, geceleri el ayak çekildikten sonra oteldeki elek­ trik motorunun sesi yok mu, bana âde­ ta ninni gibi geliyor.»

NEDEN BEYOĞLU'NDA YAŞARDI?

Abdülhak Hâmld'in Beyoğlunda yaşa­ mayı tercih edişinin sebeplerinden biri, belki de, sefahate düşkünlüğü ve gece hayatına alışkanlığı idi. Nitekim, bazı ar­ kadaşlarla Tepebaşında Garden Bar'a gi­ dişlerimizde ona sık sık rasgeldlğlmiz olurdu. Önce, yanına yaklaşmaya cesa­ ret edemeyerek uzaktan seyrine dalardık: Şairi Azam, vakit henüz pek geç değilse,

»

Bir gece, ne yapıp ne edip

ve hepimizin cebinde ne

varsa bir araya getirip,

Mariette’i masamıza ça­

ğırmak cüretinde bulun­

duk. Fakat, kızcağız, bi­

zim yanımıza gelmek üze­

re kırıta kırıta yürürken,

bir de ne gördük: Hâ­

m id Beyin masası önünde

duraklayıp kalmasın mı?

Süleyman Nazif ve Süleyman Neslp gibi birkaç hayranda birlikte İçki İçip soh­ bet etmekte ve vakit bir hayli geciktik­ ten sonra İse — «Cemşidl koyar bu hal merakta - Meyhane yıkıldı mest ayakta» mısralarının İfade ettiği hale kendi du- rumuyle örnek vermek İstercesine — önünde bir Viski kadehlle tek başına kalmakta, bakışlarını durmadan Bar kız­ larının üzerinde dolaştırmaktadır. Hemen hepsi Fransadan getirilmiş o kızlar bir­ birinden güzel görünürdü bize. Ama, bunlar arasında Mariette adında bir dan­ söz vardı ki, gerek sahnede oynarken, gerek ortada dolaşırken yüreğimiz ağzı­ mıza gelir gibi olurdu ve uzaktan baktı­ ğımız zaman Hâmld'in de en ziyade onunla İlgilendiğini sezerdik. Bu yüzden Mariette'ln değeri gözümüzde bir kat da­ ha artardı.

Bir gece, ne yapıp ne edip ve hepi­ mizin cebinde ne varsa bir araya getirip onu masamıza çağırmak cüretinde bu­ lunduktu. Fakat, kızcağız, bizim yanımı­ za gelmek üzere kırıta kırıta yürürken bir de ne gördüktü: Hâmid Beyin masa­ sı önünde duraklayıp kalmasın m ı? Hâ­ mid Bey, oturduğu yerden ona bir şey­ ler söyleyor, o da «ben şu masaya an­ gajeyim» demek ister gibi elile bizim tarafı gösteriyordu. Şairi Azam monoklü­ nü takdı; Marlette'l bileğinden tutmuş olarak uzun uzadıya bulunduğumuz nok­ taya baktı. Bizi gördü mü, görmedi m i? Gördü İse tanıdı mı, tanımadı m ı? Bll- meyorum. Tanımamış olacak kİ, bizi hi­ çe sayarak bileğinden tuttuğu kızı çekip yanına oturtmuş, ya da tanımış olacak

kİ, biraz sonra Garden Bar'ın Baş Gar­ sonunu gönderip bizi masasına davet et­ mişti.

Her halde, bu hâdise, öyle karışık bir durum yaratmıştı ki, hepimiz şaşırmış kalmış ve birer somnambül şuursuzluğu içinde üstadın masasına gitmiştik. Uç kişiydik ve Marlette'le birlikte, o saçlı sakallı «muhteşem» İhtiyarın çevresinde herkesin dikkatini çeken acayip bir da­ ire teşkil etmiştik. Ona, kızını, oğul ve­ ya torunlarını (çünkl aramızda bol bol kırk yıllık bir yaş farkı vardı) etrafına toplamış bir baba, bir büyük baba, bize de bir âile reisinin sofrasında oturan çocuklar denilemezdi.

Kaldı kİ, o anda Hâmid Beyefendi tam manasile sarhoştu ve bizimle muamelesi ilk andan Iytibaren o kadar yarence, Ma- rlette'e karşı davranışları o kadar lâuba- II bir şekil almıştı ki, görünüşümüze tür­ lü. türlü şüphe uyandırıcı manalar veri­ lebilirdi. Şairi Azam ikide bir kadehini kaldırıp bizimle toka ediyor ve her yu­ dum içkide bir, Mariette'ln şurasına bu­ rasına öpücükler konduruyordu. Sonra, bize dönüp:

«— Bu mezelerin en tatlısı. Fırsat ka­ çırmayın; siz de öpün bu nâdide mahlû­ ku» diyordu. Önceleri, utancımızdan ye­ rin dibine geçeyazdık. Fakat, yavaş ya­ vaş biz de açılmaya başladık. Kâh, Şairi Azamla şakalaşıyor; kâh onun tavsiyesini yerine getirmek teşebbüslerinde bulunu­ yorduk. Ama, doğrusunu söylemek lâ- ztmgelirse, bu teşebbüslerimiz daima yarıda kalıyordu. Zira, Mariette hep Şa­ iri Azamin kolları arasında İdi ve ense­ sinde, gerdanında, kulaklarının ardında, hattâ dudaklarında onun boş bıraktığı bir nokta kalmayordu.

Biz, arada b ir :

«— Üstad, Auteuil - Otöy'de, Lakta Kaskatta Fransız dilberlerde böyle mİ va­ kit geçirirdiniz?» diyor ve şu şiirini oku­ yorduk :

Üç (fiyakr) üz.re kenarı (Sen) de

Bir gece hep Otöy’e gitmif idik,

Seyri mehtaba dalıp gülfende

Ne sofalarla sabahı elmif idik...

O İse, bizi kâh işltmemezlikten geli­ yor; kâh tatlı uykusundan uyandırılan bir adamın mahmur ve karık seslle:

«— Kim yazmış bu hezeyanı? Otöy de neresi?» diye söyleniyordu. Bunun üzerine hep bir ağızdan (Divaneliklerim) deki şu mısraı tekrar ediyorduk:

Lakta, Kaskatta randevular var idi...

Lâkin, Hâmid Bey, bize artık cevap vermeye bile lüzum görmeyor, Mariette' İn kulağına bir şeyler fısıldıyor; Mari­ ette İse kıkır kıkır gülüyordu.

(3)

Yci

le

tıp Kadri K a ra o sm a n o ğ lu ’nun G ençlik

ire Edebiyat Hâtıraları: 25

.

I l İS li

Y A Z A N : Y A K U P K A D R İ K A R A O S M A N O Ğ L U

"'Derin uykumdan dehşetli bir gürültü

ile uyanmış ve yatağımdan fırlaya­

rak, merdiven başına koşmuştum. Bir

de ne göreyim? Beyefendi, korkunç

bir hal almış, avazı çıktığı kadar ba­

ğırarak ve sövüp saymaları arasında

durmadan «Söyle o herif nerede?»

sözünü tekrar ederek üstüme yürüyor"

ÇIKAN KISMIN ÖZETİ — Ka-

raosmaııoğlu, sırasıyla, Mehmet

Rauf, Şahabettin Süleyman, Ah­

met Hafim, Yahya Kemal, Ce­

nap

Şahabettin ve Süleyman

Nazif’ten sonra bugünkü yazı­

sında Abdülhak Hâmid’e ait

hâtıralarına

devam

ediyor.

t

ŞTE, o gece, biz de Garden Bar'da böylece «sabahı etmiş idik», iş bu­ nunla kalsa iyi... Fakat, Şairi Azam bizi «hâibi - hâsır» bırakarak Fransız güzelile birlikte sallana saltana çıkıp gitmiş idi. Nereye? Ne yapmak için? Bunu, müteakip gecelerin birinde Ma- riette'e sormuştuk:

«— Seni alıp götürüyor. Ya sonra ne oluyor?». Ve Mariette şuh bir kahkaha atarak :

«— Mais, qu'est que vous croyez, mes petits Messieurs? Il est un tigre» ( I ) demişti.

Fransız kızının bu sözünü, elli üç yıl sonra bile hâlâ kelimesi kelimesine Fran­ sızca olarak hatırlayışıma göre, anlaşılı­ yor ki, bende pek derin bir tesir bırak­ mıştır. Neden mi, diyeceksiniz? Biz yaş­ ta bir kızın altmışbeşlik bir adamdan «kaplan» diye bahsedişinin ve bunu söy­ lerken bir de bu sözüne «Mes petits Messieurs» hitabını kalışının delikanlılık gururumuza ne kadar dokunmuş olduğu­ nu burada açıklamaya hacet yoktur sanı­ rım.

Kaldı ki, bunu söyleyen kız, nice za­ mandan beri uğrunda nice uykusuz ge­ celer geçirdiğimiz güzel, şuh ve işveli Mariette idi. Ve bu yüzden, — neden itiraf etmeyeyim — Mariette’in bende uyandırdığı kıskançlık yüzünden Şairi Azam, gözüme bir kaplan değil, o sıra­ larda müsveddelerinden bazı parçalar okuduğum «Finten» deki Davalaciro'nun tâ kendisi gibi görünmeye başlamıştı.

Fakat, bir gün gelecek, onun hakkında sevgili karısı Lucienne Hanımın ağzından işittiğim bazı sözler ve edindiğim bilgi­ ler sayesinde Mariette'in kullandığı KAP­ LAN vasfının ne kadar yerinde olduğunu anlayacaktım ve Hâmid Beyle aramızda­ ki eski rakabet ( I ) çoktan silinip gitti­ ği için, onu Davalaciroya benzetmek aslâ aklımdan geçmeyecekti.

( I ) Ne sanıyorsunuz, Küçük Beyler?

O bir kaplan.

Lucienne Hanım derdi ki : «Ben, Bey­ efendiden başka iki kocaya daha varmış bir kadınım. Onların her ikisi de yaşça küfvüm olan kimselerdi. Fakat, itiraf ederim ki, tanıdığım tek erkek Beyefen­ didir. Bütün ihtiraslarıyla aşk denilen şeyi de yalnız onda gördüm».

«Bütün ihtirasları»... Yani bütün fe­ veranları, fırtınaları ve kıskançlıklarıyla ! Burada sözü yine Lucienne Hanıma bıra­ kıyorum. O, aşağı yukarı şöyle demişti : «— Benim arzum üzerine Bebek'te bir eve yerleşmiştik. Çok geçmeden ora­ daki sâkin hayatımız Beyefendiyi sıkma­ ğa başlamış olacak ki, akşamları geç vakitlere kadar şehirde kalıyor, bazan da geceleri hiç eve dönmeyordu. ilk za­ manlar, kendisini sabahlara kadar bekle­ diğim olurdu. Gerçi, sokak kapısının anahtarı ondaydı ve eve istediği saatte girebilirdi ama, o gelmeden gidip yat­ mağa yine gönlüm razı olmazdı. Aklıma bir sürü kötü ihtimaller gelirdi. Ya yol­ da bir kazaya uğradıysa, ya fazla içkili olup da bir yerde sızdı kaldıysa diye gö­ züme uyku girmezdi. Fakat, zamanla in­ san her şeye alışıyor, yahut da insanın sinirleri gerile gerile'birden gevşeyiveri- yor. Ben de her şeyi oluruna bırakarak, en geç geceyarısı yatıp uyumağa başla­ mıştım. Beyefendi, dilediği saatte gelir, anahtarıyla sokak kapısını açar, kâh sessizce, kâh yüksek sesle bir şeyler söy­ lenerek yatak odamızdan içeri girerdi.

KIRILAN BASTON

«İşte, bu gecelerin birinde idi; derin uykumdan dehşetli bir gürültü ile uyan­ mış ve yatağımdan fırlayarak merdiven başına koşmuştum. Bir de ne göreyim? Beyefendi, korkunç bir hal almış, avazı çıktığı kadar bağırarak ve sövüp sayma­ ları arasında durmadan «Söyle o herif nerede?» sözünü tekrar ederek üstüme yürüyor.

«Nutkum tutulmuş,' donmuş kalmış­ tım. Beyefendi, beni elinin tersile iterek yatak odasından içeri daldı. Karyolanın altına bakıyor, perdelerin arkasını yok­ luyor, elbise dolabını açıp içini araştırı­ yordu. Derken beni kolumdan yakalayıp çekerek evin bütün odalarını, bütün bu­ caklarını ayni heyecanla araştırmaya baş­ ladı. Ne mutbak kaldı, ne bodrum kaldı, ne de hizmetçi odası. Burada yatan aşçı kadının ne hale uğradığını pek hatırla­ mıyorum. En son olarak ben kendimi «entré» de, sokak kapısının ardında bul­ muştum. Burada ilk gözüme çarpan şey kapının zorlanmış, kilidinin örselenmiş ve emniyet zincirinin yerinden fırlamış

olmasıydı. Fakat, o anda Beyefendinin gözüne büsbütün başka bir şey çarpmış­ tı : Vestiyerde kendine ait olmayan bir baston! Kolumu bıraktı, iki elile o bas­ tonu kavradı ve bana dönerek hışımla sordu: «Bu baston kim in? Söyle, bu baston kimin?». «Ne bileyim? Sizi ziya­ rete gelenlerden birinin unutup gittiği bir baston olacak...» demek istedim. Fa­ kat, Beyefendi hiçbir söz dinleyecek hal­ de değildi.» ( I I ).

Şimdi, bu drama sebebiyet veren ola­ yı, yine Lucienne Hanımın verdiği tafsi­ lâta göre ben size anlatayım: Hâmid

Bey, anahtarını çevirip kilidi açınca bir de bakmış ki, kapının ardına, ilk defa olarak, emniyet zinciri takılmıştır ve bu mutad hilâfı tedbir Lucienne Hanımın âşık kocasında derhal acı bir şüphe uyandırmış, bu şüphe bir kıskançlık fe­ veranına inkılâp ederek Hâmid Beye, bü­ tün hızıyla kapıya yüklenip zinciri sök­ mek ve her şeyi kırıp geçirmek gücünü vermiştir.

Böyle bir hâdisenin kahramanı olarak Şairi Azami Finten'deki Davalaciro'dan

(I I)

Düşünmeli ki, bu vakanın geç­

tiği tarih, bizim Garden Bar âlemleri­

miz günlerine tesadüf etmektedir.

ziyade Otello'ya benzetmek daha yerinde olmaz m ı? Şüphenin zehri, kıskançlığın ateşi o Berberinin damarlarındaki kan gibi Hâmid'in kanını da ağılayıp tutuş­ turmuştur. Hattâ, bu iki eşit ruh sıtma­ sı üzerinde Desdemona'nın mendiliyle ki­ me ait olduğu bilinmeyen bastonun ayni rolü oynadığı söylenebilir. Çünki, Hâmid üe — yine Lucienne Hanımdan işittiğime göre — vakanın ertesi günü veya günle­ ri, şuraya buraya vurarak kırdığı o bas­ tonun sapını tıpkı Otello'nun avcundaki buruşuk mendil gibi, eline alıp taraf ta­ raf dolaşarak sahibini aramağa çıkmış­

tır. Çünki, o bez parçasile bu odun par­ çası her iki kıskanç âşık için yegâne «ihanet» belgesiydi.

BİR BABA ŞEFKATİLE

Lâkin, bir gün gelecek, Şairi Azamin feveran halindeki kalbi sönmüş bir vol­ kanın tepesi gibi küllerle örtülecektir. Artık, yaşı yetmişbeşi aşmıştır. Lucienne Hanıma aşkı yavaş yavaş bir baba şef­ kati yumuşaklığını almağa başlamıştır. Onunla birlikte Pera Palas otelinde otur­ makta ve Beyoğlunun levanten cemiyet hayatı içinde yaşamaktadır. Davetler, soire'ler, çay ve yemek ziyafetleri... Hâ­ mid Bey bunların hepsine yanında Luci­

enne Hanım olduğu halde katılmakta ve genç karısının dans etmelerini, şu veya bu genç adamla konuşup gülüşmelerini geniş bir hoşgörürlükle karşılamaktadır. Nitekim, günün birinde, o danslar, o gülüşüp konuşmalar Lucienne Hanımla bir İtalyan Kontu arasında ciddî bir mü­ nasebete yol açınca, Hâmid Bey, her hangi bir tepkide bulunmak şöyle dur­ sun, bu münasebeti meşru şekle sokmak için büyük bir feragat gösterecek, yani Lucienne Hanımı boşayıp o İtalyan Kon­ tu ile evlendirecektir.

Burada, sözü yine Lucienne Hanıma bırakıyorum :

«— Nikâhımızın kıyıldığı günün ak­ şamıydı. Hep birlikte oturduğumuz Pera Palas otelinde bir düğün ziyafetinden sonra Beyefendi kulağıma iğilip demişti ki: «Sen git, odana çekil. Yeni kocanla ben bu gece kendi aramızda bir âlem yapacağız. O bekârlığa vedaaının ilk gü­ nünü ben de evliliğimin son gününü bir­ likte kutlayacağız. Ne vakit döneceğimiz belli olmaz. Sen yatağına girer, uyur­ sun. Fakat, sakın, ara kapıyı kitleyeyim deme! Ben yatmazdan evvel seni bir ke­ re daha görmek ve mesut olman için dua etmek isterim!» Bunun üzerine, her ikisi de beni otelde yapayalnız bırakıp, kol kola, çıkıp gitmişti. Ben, Beyefendi­ nin talimatına göre, hemen odama çeki­ lip yatağıma girdim ama, uyuyabilirsen uyu... Bir sağa bir sola dönüyor; duru­ mumun acayipliği içinden bir türlü çı- kamıyordum. Böylece saatler geçti; n i-• hayet uyuyakalmışım.

NE SENİNLE, NE DE SENSİZ YAŞANABİLİR

«Lâkin, sanırım, sabaha karşı idi, ko­ ridordan akseden bir takım konuşmalar, gülüşler ve kahkahalarla uyanmıştım. Bu konuşma ve gülüşmeler arasında önce yeni kocamın «Bonne nuit, bonne nuit...» diye bağırarak sağ bitişiğimdeki odasına, biraz sonra eski kocamın Türkçe bir şeyler söyleyerek sol bitişiğimdeki oda­ sına girdiğini işittim. Fakat, kendimi hiçbir şey duymamış ve uykudaymış gi­ bi yaptım. Nitekim, bir çeyrek, yirmi dakika sonra Beyefendi ara kapıyı açıp bana bakınca uyumakta olduğumdan, sa­ nırım, hiç şüphe etmemişti ki, bana kar­ şı, yavaş sesle küfürler savurmağa baş­ lamıştı I Bu küfürleri ikide bir kesip ellerini havaya kaldırıyor, bir takım du­ alar mırıldanarak üzerime üfürüyordu. Zilzurna sarhoştu ve ayakta duracak me­ cali yoktu. Doğrusu, bu hali pek içime dokunmuştu; fakat, ne yapabilirdim?

Olan olmuştu ve onun arzusuyla ol­ muştu».

Evet, onun arzusuyla olmuştu ama, aradaki bağlar bir türlü kopmasını bil- memişti. Lucienne Hanım evlendikten birkaç gün sonra İtalyaya gidecek, ora­ da birkaç yıl Beyefendisinden uzak ka­ lacak, Beyefendi de kâh Viyana'da oğlu­ nun yanında, kâh istanbulda dost ve ah­ bapları arasında Lucienne Hanımın boş bıraktığı yeri doldurmağa çalışacaktı ve ona gönderdiği mektuplarda «Ne senin­ le ne de sensiz yaşanabilir» diye yaza- .çaktı.

Lucienne Hanımın yazdığı mektup­ lar ise, eski tâbirde, birer ilânı aşk» ı andırıyordu. Bunlardan bir tanesini Hâ­ mid Bey bana göstermişti; sonu şöyle bitiyordu : «Je baise votre front de génie et vos yeux de carresse» ( III) .

Bu hasret devrinde, Abdülhak Hâmid'i çok defa yalnız başına Beyoğlunda dola­ şırken gördüğümüz olurdu. Sakalı iyice ağarmış, üstü başı eski düzenini kaybet­ miş ve bütün mânasile derbederleşmiş olmakla beraber, yine gözündeki monoklü ve dimdik yürüyüşüyle, sokak kalabalı­ ğının içinde, kadın erkek herkesin başı­ nı kendinden yana çevirten bir başkalı­ ğı vardı.

SIKINTILI GÜNLER

Acaba, yine eskisi gibi gece âlemleri­ ne devam ediyor muydu? Hiç sanmıyo­ rum. Şairi Azamin buna bedeni gücü yetse bile, mâli gücü aslâ elveremezdi. Çektiği geçim sıkıntısı hepimizce malûm olan acı bir gerçekti. Zaten, kendisi de bunu saklamıyordu. Viyanada rengi at­ mış bir pardesü ve altı aşınmış kundu­ ralarla dolaşışını tasvir eden bir şiirile nasıl bir yoksuzluk içine düştüğünü âle­ me ilân etmiş bulunyordu. İstanbul hü­ kümeti memlekete dönebilmesi için ona ancak bir yol parası gönderebilmiş; bu kadarcık bir yardım da bazı demagogla­ rın söylentilerine yol açmıştı. Abdülhak Hâmid'in o söylentilere verdiği cevap — ki, bir gazetede yayınlanmıştı — hâlâ hatırımdadır. Bu cevabında Şairi Azam aşağı yukarı şöyle diyordu: «Be­ nim kalemim harci - âlemdir. Devletten olsun, milletten olsun, gördüğüm yar­ dımların hesabını kimseye vermeğe mec­ bur değilim». Sanırım ki, Hâmid Beyin siyasi polemiklere karışışının ilki ve so­ nu da bu olmuştur.

(Devamı gelecek sayıda)

(I I I )

Delıalı altımızdan ve okşayıcı

gözlerinizden öperim

(4)

ÇIKAN KISM İN ÖZETİ:

Ka-raosmanoğlu, sırasıyla Mehmet

Rauf, Şahabettin Süleyman, Ah­

met Hafim, Yahya Kemal, Ce­

nap

Şahabettin ve Süleyman

Nazif’ten sonra bugünkü yazı­

sında Abdülhak Hâmid’e ait hâ­

tıralarını anlatmaya devam edi­

yor. Hâmid son efi husyen Ha-

nım’la kendi hassasiyeti ve kıs­

kançlıkları yüzünden epey fırtı

nalı bir hayal geçirmif, yaşla

ntnca daha sakin hale gelmiştir.

URAYA kadar bahsini ettiğim Hâmid, benim gençlik hâtıra­ larıma karışmış olan Hâmid' dir. Onunla ancak yıllar sonra, kirası İstanbul Şehlremanetl tarafından ödenen ve Luclenne Hanımın zevki, öze- nile döşenip dayanmış olan bir apartman dairesinin rahat, ferah salonunda tekrar buluşacaktım. Şairi Azam, Lucienne Ha­ nım yanına döneli, artık Beyoğlu cadde­ sinde gördüğüm düşkün ve perişan ha­ linden kurtulmuş, İstanbul Milletvekili olduktan sonra ise (Abdülhak Hâmid, bir ara seçimde Milletvekilliğine aday gösterilişini, benim evvelce kendisi hak­ kında yazdığım yazıların tesirine atfede­

rek bana karşı sevgisi bir kat daha art­ mıştı) mali vaziyeti düzelmiş, giyinişi eskisi gibi itinalı, vücutca, aradan beş altı yıl geçmiş olmasına rağmen, kendi­ sini ilk tanıdığım zamanlardaki kadar dinçti.

Salıncaklı bir koltukta hafif hafif sallanarak erkek kadın bir grup ziyaret- cisile sohbet ediyordu.

«FESLİ ADAM» TİPİ

Karımla birlikte salondan içeriye gir­ diğimizde, bizi birkaç saniye derinden derine süzmüştü. Beni derhal tanımıştı ama, karımı bu İlk görüşüydü. Hemen yerinden kalktı ve onunla selâmlaşmak

için uzattığı elinin öpülmek istendiğini görünce:

«— Yok, Hanımefendi, olmaz. Ben si­ zin elinizi öpmeliyim,» dedi.

Böylece Hâmid Beyi, ilk defa olarak, bir de salon adamı durumunda görüyor­ dum.

Çok konuşmuyor; ziyaretçilerinin sözlerini kısa kısa cümlelerle karşılayor- du. Ama, bu cümlelerin herblrinden kâh bir Garplı «esprit» sinin, kâh bir Şarklı nüktesinin tadını almamak mümkün de­ ğildi.

Bu bakımdan. Şairi Azam, bana Finten’in birinci perdesinin, birinci tab­ losundaki «Fesli Adam» tipini

hatırlat-26

ve Edebiyat Hâtıraları:

Tanzimat devrinin Şark

kültürü ile Garp kültürü

arasındaki

çatışmaları

ilk meydan muharebesini

onun ruhunda vermiştir.

mağa başlamıştı. O Fesli Adam, Londra' da Grosvenor Square'da oturan kibar bir Ingiliz kadınının çayına davetlidir. Lady Dick adını taşıyan bu kadınla Fesli Adam arasında şöyle bir konuşma olur;

«Lady Dick — Biraz önce (Hakaret muhayyerdir, red olunur) dediniz. Bu sözü oldukça beğendim. Musikiyi sever misiniz?

«Fesli Adam — Herkes kadar... «Lady Dick — Müstesna bir surette sevmeli değil misiniz? Çünki, musiki de şiir ailesindendir.

«Fesli Adam — Birkaç kızkardeşin hepsini birden beğenmek olur ama, sev­ mek olmaz zannederim.»

Bu arada şahıslardan Dr. Thomas adın­ da biri söze karışır.

«Dr. Thomas — Bu güneşsiz memle­ keti nasıl buluyorsunuz?

«Fesli Adam — Güneşi pek seyrekse de yıldızlarının çokluğundan güneşin yokluğu hissedilmiyor!»

Tekrar Lady Dick konuşur.

«Lady Dick — Finten adındaki kırmı­ zı yıldıza siz de hayransınızdır elbet.

«Fesli Adam — Gayet uzaktan...» Salondakilerden başka biri sorar. «— Sizin mi yeriniz uzak, onun mu yakın değii?

«Fesli Adam — Bilmem... (Lady Dick'e dönerek) Yalnız bilirim ki, sizin yanınızda yerim son derece yüksektir.»

HUGOVARİ METANET

İşte, Hâmid Bey, Maçka Palas apartma­ nının yer katındaki dairesinde tıpkı böy­ le konuşuyordu. Kocasından daima hay­ ranlıkla karışık bir hayretle bahseden Lucienne Hanım, o sırada kulağıma eği­ lip demişti k i ;

«— Şu neşeli neşeli konuşan adamın üç gün önce oğlunun ölüm haberini al­ mış bir baba olduğunu kim söyleyebilir?

«— Nasıl? Nasıl?...

«— Aa, bilmeyor musunuz? Beyefen­ dinin oğlu Londra’da vefat edeli bir haf­ ta olmadı... Fakat, başsağlığı dilemeye kalkmayın. Telgırafı aldığı vakit çok üzülmüştü. Sonra, birden kendini topar­ layıp «Bu bahsi kapatalım artık» dedi.» Lucienne Hanımın bu sözleri üzerine, Hâmid Bey benim gözümde Finten'deki Fesli Adamdan ziyade Victor Hugo'yu andırmağa başlamıştı. O (jüyük Fransız şairi de, biyografyacılarının özel hayatına dair verdikleri bilgilere göre, iki yetiş­ miş evlâdını gömdükten sonra Paris'teki konağının salonlarında eşe dosta ziyafet­ ler çekerek böyleslne gamsız ve kayıtsız bir ömür sürmüş değil miydi?

Bu aklıma gelince, Hâmid Beye şu su­ ali sormaktan kendimi alamamıştım:

«— Beyefendi, Paris'te bulunduğunuz tarihlerde Victor Hugo’yu yakından gö­ rüp tanışmak vesilesini bulmuş muydu­ nuz?

Ve Türkiye'nin en büyük şairi, Fran­ sa'nın en büyük şairine dair bana yalnız bu baştan savma cevabı vermekle yetin­ mişti :

«— Ha, evet; şimdi pek iyi hatırla­ mıyorum, sanırım, Etolle Meydanı civa­ rında bir büyük evde otururdu. Her haf­ ta mı, her ay mı bilmeyorum, bir kabul günü vardı. İşte, o kabul gününe birkaç kere ben de gitmiş, onu yakından gör­ müştüm. Fakat her gidişimde etrafı o kadar kalabalıktı ki, kendisile konuşmak nasip olmadı.»

«— O kalabalık arasında genç ve gü­ zel kadınlar da var mıydı?

«— Vardı ve Hugo hepsine yiyecek gibi bakardı.»

«Nasıl, o yaşta bile m i?» diyecektim. Bereket versin ki, Lucienne Hanımın sö­ ze karışıp «Meğer, bunda da biribirinize benzeyormuşsunuz!» demesi ve Hâmid Beyin «Neden olmasın? Kadın eti her za­ man «leziz» dir» cevabını verdikten son­ ra bana dönüp yavaş sesle «Fakat, haz­ mı gü çl» diye mırıldanması öyle bir pot kırmamı önlemişti.

Lucienne Hanım, ayni zamanda Şairi Azami şiir ve edebiyat bahislerine sürük­ lenmekten de kurtarmıştı sanırım. Zira, benim «Victor Hugo'yu tanıdınız m ı?» su- alile açmak istediğim sohbet konusu bundan başka bir şey değildi, Hâmid Be­ ye, bunun ardından Victor Hugo'nun li­ rik ve dramatik eserlerinden hangilerini beğendiğini soracaktım. Daha sonra, ba­ zı edebiyatçılarımızın telâkkisine göre, en çok tesiri altında kaldığı sanılan bir diğer büyük şair hakkındaki fikrini ve bilgisini anlamağa çalışacaktım. Bu bü­ yük şair de Shakespaere'den başka biri değildi.

Oysa, Hâmid Beyin bütün bu çeşit edebi konular üzerinde durmaktan kaçı­ nır bir hali olduğu öteden beri gözüm­ den kaçmamıştır ve bundan dolayı hiç de hayrete düşmemişlmdir. Zira, bilirdim ki, yüksek değerde ve geniş ün sahibi şair, yazar ve sanatkârların çoğu kendi­ lerine «selef» veya «üstad» tanımayı sevmezler. Tanıdıkları takdirde, yaratıcı­ lık vasıflarına gölge düşmesinden kor­ karlar. Hele, şu veya bu çığırın kuralla­ rına, geleneklerine bağlı görünmeyi hiç İstemezler. Çünki, her şeyi yoktan var ettikleri kanaatindedirler.

Abdülhak Hâmid ve efi husyen Hanım.

GARABETLERLE DOLU İNSAN

Abdülhak Hâmid de acaba böyle bir gurura kapılanlardan biri miydi? Belki evet, belki hayır. Bu hususta hâlâ kesin bir hükme varmış değilim. Ancak, eser­ lerini tekrar gözden geçirirken yaptığım bazı müşahadelerin ışığında, ne kadar içinden çıkılmaz bir kahos karşısında bulunduğumu anlayorum. Tevfik Fikret, bu hali «pür garaip bir tecelligâh» diye ifade etmiştir. Fakat, neden garabetlerle dolu? Bunu şimdiye kadar edebiyat eleş­ tirmecilerimizden hiçbiri bize açıklaya­ mamıştır. Sebebi, öyle sanıyorum kİ, Hâ- mid'i insan olarak yakından tanımamış bulunmalarıdır.

Yukarıdan beri anlatmağa çalıştığım bu insana, kusursuz bir garplı kalıbı içinde tam bir şarklı denilebilir. Fakat, onun doğup yetiştiği devrin hangi fikir, sanat ve edebiyat adamını, kısaca hangi aydınını bu tarifin dışında bırakabiliriz? Bu bakımdan Fikret, bize Hâmid'den baş­ ka türlü mü görünür? Hattâ, bugün ço­ ğumuz garplı kalıbı içinde bir takım şarklılar değil miyiz? iç yüzümüz dış yüzümüzle hâlâ bir sürü tezatlarla çeli­ şip durmuyor m u?

Öyleyse, neden yalnız Abdülhak Hâ- mid'i bu tarifin içine sokmakla kalıyo­ rum ? Çünki bu çelişme Hâmid'de bir savaş haline girmiştir de ondan. Evet, daha açık bir ifadeyle diyebilirim ki, Tanzimat devrinin Şark kültürüyle Garp kültürü arasındaki çatışmaları ilk mey­ dan muharebesini onun ruhunda vermiş­ tir. Ayni devrin örnek simalarından hiç­ birinin böyle bir duruma düştüğü söyle­ nemez. Şinasi'ler, Namık Kemal'ler, Ziya Paşa'lar o iki zıt kültürü kendi nefis­ lerinde bir «muvazaa» ipliğiyle bağlama­ sını bilmişlerdir. Bu da onlar için çok güç olmamıştır sanırım. Zira, garplılık­ ları şarklılıklarıyla boy ölçüşebilmek gü­ cünden hayli yoksundu ve herhangibir zorlanmaya hacet bırakmaksızın berikile uzlaşabiliyordu. Hattâ burada «uzlaşma» yerine «mezcolup gitme» demek gerçeğe daha uygun düşer. Öyle bir mezcolup gitme ki, yazdıkları eserlerin hiçbirinde yaşadıkları çağın Garp edebiyatından ve fikir cereyanlarından ne ruh, ne şekil

itibariyle bir iz bulamazsınız. Hepsi de, başlarında fesleri, sırtlarında istanbulin­ leri ve yarımyamalak fransızcalarıyla git­ tikleri Avrupadan derinliğine bir şey görmeksizin, açıkça bir şey anlamaksı- zın, yine ayni kıyafette, yine «münacat» lar, «İlâhi» ler, «kaside» ler ve «gazel» ler okuyarak dönmüşlerdir.

ÇAĞDAŞ ROMANTİK CEREYANIN TESİRİ

O çağda ki, ingilterede Byron'ların, Moor'ların, Keats'lerin; Fransada Cha- taubriand'ların, Lamartine'lerin, Hugo'la- rın, Almanyada Novalis'lerin, Schiller'le- rin, Kleist'ların romantik soluğu ruhlar ve kafalar üstünde büyük rüzgâr gibi esiyordu.

Tanzimat devrinin şair ve yazarları arasında bu rüzgârı alnında hisseden yal­ nız Abdülhak Hâmid olmuştur. Fakat, ne yazık ki, onun kendisini değii, ancak uğultusunu getirebilmiş ve bu uğultuyu da kâh Ehramları, kâh Babil Kulesini, kâh eski Fars tapınaklarını andıran bir «beyan» mimarisinin içine sokmuştur. Burada artık ne Shakespaere'i, ne Hugo’ yu bulmamızın imkânı vardır; ne de Almanların «Sturm und Drang» adını verdikleri büyük romantizim fırtınasının insanı enginlere sürükleyip götüren kud­ retini.

Şu halde Abdülhak Hâmid'i hangi sı­ nıf şairler arasına katabiliriz? Abdülhak Hâmid ne yapmıştır? Yukarda söylemiş­ tik ki, o gerek şahsı, gerek eserleri ba­ kımından zaman ve mekân dışındadır ve kendi çığırını kendisi açmıştır. Bu çığır bazı açılardan bize kahotik görünebilir ama, her oluş halindeki âlem gibi aza­ metli, hayret ve dehşet verici fenomen­ lerle doludur ve bunların hepsi birden Hâmid'in damgasını taşır. Namık Kemal ona yazdığı mektupların birine şöyle başlar: «Hâmid, sana kendi adından da­ ha yüksek bir hitap bulamadım.»

Ben de onun için son söz olarak «Hâ­ mid Hâmld'di» demekle yetineceğim.

GELECEK HAFTA:

T e v fik F ik r e t

•¿

4-3

Kişisel Arşivlerde İstanbul Beııegı Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Örneğin demir, bakır ve çinkodan üretilen gereçler paslanmaz çelik ya da altından üretilen- lere göre daha kolay tepkimeye girebildikleri için yiyecek- lerin tadında

Saltuk, 20 aralık günü saat 14.30’da, 21 aralık günü saat 14.30’da ve 22 aralık gü­ nü saat 19.30’da Ankara Çağdaş Sahne’de üç konser verecek..

200 metre kadar yüksekliği varsa da, denize Çamlıca gibi uzak olmadığından, göze daha yüksek gibi görünür.. Ağaçları, suyu, manzarası ve ziyaret- gâhı

Boyun BT (Philips Medical Systems, Secura, Best, Hollanda) tetkikinde her iki supraklavikular, preauriküler, ön ve arka servikal zincirde periferden hafif

This touched one of the more vexed discussions at San Francisco: the balance between the General Assembly and the Security Council, or the balance between small and large powers

LYS-3’te size verilen Türk Dili ve Edebiyatı Testinin Soru Kitapçık Numarasını cevap kâğıdınızdaki “Türk Dili

Sanatımızda köklü yeri olan lale, Tanpı- nar’ın yaşadığı günlerde, zevkteki erişilmez- liğini yitirm iştir “Bugün İstanbul’da belki es­ kisinden

Bu sözlerden son derece mahcup olan, hükümdar ondan sonra bütün dün­ yaya örnek olan adaleti ile tanıl- maya başlam ış.' İhtimal İran ha­ kimlerinin