: ve Edebiyat Hâtıraları
2 3
~TT~ ^ 0 ^ 4 1 }
Y a k u p Kadri K a ra o sm a n o ğ lu ’nun
Abdülhak Hâmid’i İlk
YAZAN: YAKUP KADRİ K A R A O S M A N O Ğ L U
ÇIKAN
KISMIN ÖZETİ —
Karaosmarıoğlu, Mehmet Rauf,
Şahabettin Süleyman,
Ahmet
Hafim, Yahya Kemal, Cenap
Şahabettin ve Süleyman Nazif’
ten sonra bugünkü
yazısında
Abdülhak Hâmid’e ait hâtıra
larını anlatmaya baflıyor.
Defa Şerefine Verilen
Bir Ziyafette Tanıdım
Gördüğüm Abdülhak Hâmid resmi,
üzerimde eserlerinden daha büyük bir
tesir yapmıştı. Öyle ki, yaşıma, başıma
boyuma bosuma bakmadan, ben de
onunki gibi bir resim çıkartmak he
vesine düşmüştüm. İlk gençlik çağı
mın, daha doğrusu son çocukluk
yıllarımın bu özentisi, bir gün gelip
bana, yüksek yakalı, kolalı gömle
ğim, şatafatlı kravatım ve son mo
daya göre biçilmiş kostümümle, bir
fotoğrafçının önünde Şairi Âzam’ın
pozunu almak cüretini verecekti...
OÜLHAK Hâmid'le es ki edebiyatımızın, da ha doğrusu, Tanzimat devri edebiyatının zir vesine vardığım şu noktada okurlarıma kısa bir açıklamada bulunmak lüzumunu duyuyorum. Zaten, Hâtıralarımın başın dan beri bu lüzumu duymakta idim. Bu raya kadar bahsi geçen şair ve yazarla rı niçin Edebiyat tarihimizdeki kronolo ji veya değer ölçüleri bakımından sıra ya koymamtşımdır? Buna göre, Abdül hak Hâmid'in en başta gelmesi ve onu Tevfik Fikret'lerin, Cenap Şahabettin'le- rin taakibetmesi lâzım gelmez miydi? Bu sorulara hemen «Evetl» diyebilir dim, eğer yazdıklarıma bir edebiyat ta rihi, ya da bir edebi tenkit denemesi mahiyetini vermek iddiasında bulunmuş olsaydım.
Oysa, böyle bir iddia hiç aklımdan geçmemiştir. Ben, burada sadece genç bir edebiyat meraklısı olarak yakından tanımak fırsatını bulduğum şair ve ya zarlara dair hatıralarımla, onların üze rimde bıraktıkları tesirleri anlatıyorum ve herbirini ancak yakından tanıma ta rihlerine göre sıraya koymuş bulunuyo rum.
Nitekim, ilk gençlik çağımda, Abdül hak Hâmid, benim için yerde mi, gök te mi olduğu bilinmeyen bir mitolojik varlıktı. Eserlerini okurken bana hâtıf- tan bir takım sesler duyuyormuşum gibi gelirdi. Bunları bizcileyin etten, kemik ten bir insanın yazmış olacağına ihtimal veremezdim. İlk defa Serveti Fünun der gisinde çıkan fotoğrafını görünce de on da böylesine bir üstünlük bulmaktan kurtulamamıştım. Gördüğüm yüz, bence, sanki, bir fotoğraf makinasının objekti finden aksetmiş değildi de dâhi bir res samın hayalinden doğmuş sembolik bir siymâ idi. Neyin sembolü, nelerin sem bolü? Bunu tâyinde epeyce güçlük çek miştim. Bakıyordum ve baktıkça bir şe yin derinliklerine daldığımı hissediyor dum. Sanırım, Tevfik Fikret de bu re sim karşısında ayni hayranlığa düşerek şu mısraları yazmıştı:
Açık bir cephe, munis bir nazar, bir
fıtralı-mahrem
Fruğa fûh eıharile, zulematı leyalile
Fezayi bi tenalıisile, ebharı cibaliyle
Bütün volkanlarıyla, berki raadi pür
celâliyle
Şuunu rengârengi, infirahü infialile
O fıtratı pür garaip bir tecelligâh, bir
âlem (I )
Burada, Tevfik Fikret, fotoğraftaki Hâmid'in kalıbı kıyafeti, tavur ve edâsı üstünde hiç durmayor, «Açık bir cephe, munis bir nazar, bir fıtratı mahrem» deyip hemen şairin iç dünyasına giri yor. Bu dünya yukariki mısralardan an laşılacağına göre, Victor Hugo'nun dün yası gibi, biribiriyle bağdaşması imkân sız birtakım zıt unsurların çarpıştığı, kâh şimşekler çakıp yıldırımlar düşerken bağçelerde elvan elvan çiçeklerin açıldı ğı, kâh bir yanına karanlıklar basarken öbür yanında güneş ışıklarının parladığı ve şimdi ağıtlarla inlerken, şimdi şenlik şarkılarıyla çınlayan bir acayip âlemdir. Fakat, fotoğraftaki adamın böyle bir ka- hotik âlemle hiç münasebeti yok görü nüyordu. O ne Victor Hugo gibi saçı sa kalına karışmış, ne de Lord Byron gibi göğsü bağrı açık saçık romantik şairlere benzeyordu. Hele, resminin altında ismi ni okumamış bulunsaydım, onu, ilk ba kışta bir şairden ziyade ya meşhur Av rupalI diplomatlardan, ya da Londra ki bar âleminin Dandy'lerinden biri sanaca ğıma şüphe yoktu.
«İlk bakışta» dedim. Fakat, sonra bu resmi daha dikkatle gözden geçirirken onda yalnız zarafeti değil, asalet ve aza met gibi özellikleri de bulmağa başla mıştım. Fikret «munis nazar» diyor. Doğrudur ama, bence gözlerinin insana tepeden bakan veya derin hülyalara dal mış bir adamın gözleri gibi insanın üs tünden kayıp giden bir ifadesi de var dı.
Hele, sağ gözündeki ince kaytanlı monoklü bu ifadeye olempiyen bir meha bet katmıştı.
Sözün kısası, Abdülhak Hâmid, bu res- mile benim üzerimde eserlerinden daha
( I ) Sonsuz fezasile, denizleri, dağla-
rile, parlak renkli çiçekleri, gecelerin
karanlıklarıyla, bütün
volkanlarıyla,
korku saçan fimfekleri ve yıldırımla
rıyla, türlü olayları, sevinçleri ve kır
gınlıklarıyla - garabetler dolu bir yara-
dıhf, bir görünüş, bir âlem...
Hâmid'in. Kalaosmanağlu'nun gençlik çağında üzerinde büyük tesir yapan resmi.
büyük bir tesir yapmıştı. Öyle ki, yaşı ma başıma, boyuma bosuma bakmadan ben de onunki gibi bir resim çıkartmak hevesine düşmüştüm, ilk gençlik çağı mın, daha doğrusu son çocukluk yılları mın bu özentisi, bir gün gelip bana, yüksek yakalı kolalı gömleğim, şatafatlı kravatım ve son modaya göre biçilmiş kostümümle bir fotoğrafçının önünde Şairi Azam'ın pozunu almak cüretini verecekti.
O tarihte onaltı yaşımda ya var ya yoktum ve modelim olan haşmetli ihti yarla ancak sekiz yıl sonra karşı karşıya gelecektim. Yalnız karşı karşıya gelmek m i? Hattâ bir grup hayranları arasında onunla birlikte resim çektirmek şerefi ne erecektim.
Yıl 1911-1912. Abdülhak Hâmid Beyefendi, o zaman İstanbul basınında bazı polemiklere yol açan haksız bir muameleye uğrayarak Brüksel Elçiliğin den alınmış ve Istanbula henüz dönmüş bulunuyordu. İşte, başka bir yıldızdan inişi andıran bu dönüş münasebetiledir ki, günün birinde, başta Cavit ve Cahit Beylerin bulunduğu bir tertip heyeti ta rafından onun şerefine Tokatlayan ote linde bir öğle yemeği verilmiş ve yeni yetişen bazı edebiyatçılarla birlikte ben de bu ziyafete davet edilmiştim. Hattâ sebebini pek iyi hatırlamadığım bir ge cikme yüzünden bu ziyafete en son ka tılan da ben olmuştum. Herkes çoktan gelmiş ve, yemek yenmeğe başlamıştı. Ayaklarım birbirine dolaşarak gidip ye rime oturduğum anda kalbim öylesine çarpıyordu ki, az kalsın bir baygınlık geçirecektim. Bereket versin, o kırk elli kişilik sofrada, hiç kimse ne geç geli şimin, ne de orada bulunuşumun farkın da değil gibiydi. Bütün davetlilerin dik kat merkezini Şairi Azam teşkil ediyor du.
O, kendisine durmadan bir şeyler söyleyen Maliye Nazırı Cavit Beyi dinle- yor ve arada kısa kısa sözlerle mukabe lede bulunuyordu. Ne dediğini işitmeyor- dum. Çünki, alçak bir sesle konuşuyor du. Bununla beraber, ben o seste kulak larımı okşayan bir âhenk seziyordum. Doğrudan doğruya göğüsten ve derinden gelen kalın, yumuşak, tatlı bir erkek se siydi bu. Öyle ki, ben yanımdaki arka daşlardan birine iğilip, şimdi ne mâna
ifade ettiğini pek anlamadığım şu sözle ri mırıldanmıştım:
«— Sesinde bile «dâhiyane» bir ton var bu adamın I»
Belki öyle ama, gözümün ucuyla ken disine her bakışımda bu «dâhiyane» İlk ten hiçbir İz bulamamakta idim. O kır sakallı altmışlık şiir üstadı zorlu mü meyyizler huzurunda imtihan geçiren bir mektep çocuğu gibi şaşkın ve sıkılgandı. Nitekim, yemeğin sonuna doğru söyle nen nutuklara ( II) mukabelede bulun mak sırası gelince önceden hazırlanmış bir nutuk suretini cebinden çıkarıp bir başkası tarafından okunmasını reca et miş, bu vazifeyi de İsmail Müştak yerine getirmişti.
Neredeydi, benim sekiz yıl evvel gör düğüm fotoğraftaki «harlkulâde» insan? Ondan yalnız bir kalıp kıyafet kalmıştı. Ama, yine ne kalıp, ne kıyafeti En yaşlı mızdan en gencimize kadar hepimiz onun yanında birer mahalle çocuğu gibi kalı yorduk.
İncecik ve uzunca boyu, her kıvrı mından, her çizgisinden zarafet akan re dingotu ve nâzik, kibar tavurlarıyle ağır ağır aramızda dolaşırken hissediyorduk ki, o başka bir devir, başka bir mede niyet örneğidir. Hangi devir, hangi me deniyet? Buna Tanzimat devri mi diye ceğiz, Tanzimat devrinin İstanbul şehrin de meydana getirdiği konak ve yalı me deniyeti m i? Bunu hâlâ tayin edemiyo rum.
Abdülhak Hâmid, doğum ve yetişme tarihleri bakımından, şüphesiz ki, bir Tanzimat Efendisi, bir konak ve yalı ço cuğu idi ve bu özellikleri, tanıdığım bir çok Tanzimat Efendilerinden, konak ve yalı çocuklarından daha prototipik bir surette taşıyordu. Fakat, bunun arkasın da başka bir Abdülhak Hâmid vardı ki, nerelerden geldiği, ne gibi sosyal ve kül türel tesirlerin altında yetiştiği hiç belli değildi. Bütün ölçüleri aşan taşkın mi zacı, bütün görgüleri, gelenekleri kırıp geçiren yaşayış tarzı ile o bize her şey den evvel zaman ve mekân dışında bir varlık gibi görünürdü.
(Devamı gelecek sayıda)
(I I) Bu nutukların en güzelini, en
özlüsünü Hamdullah Suphi ( Tanrı-
över) söylemişti.
Yakup Kadri Karaosm anoğlu'nun Gençlik V e E d e b i y a t H â t ı r a l a r ı : 24
Hâmid. Mariette İsimli Dansözle Pek
İ l g i l e n i y o r d u
YAZAN: YAKUP KADRİ K A R A O S M A N O G L U
TT- ~
ÇIKAN KISMIN ÖZETİ — Ka-
raosmanoğlu, Mehmet Rauf, Sa
habettin Süleyman, Ahmet Ha
fim, Yahya Kemal, Cenap Sa
habettin ve Süleyman Nazif’ten
sonra bugünkü yazısında fair
Abdülhak Hâmid’e ait hâtıra
larını anlatmaya devam ediyor.
B
U bakımdan, Süleyman Nazif'i bir ulu çınara benzeten Ahmet Haşlm, Abdülhak Hâmid'I acaba hangi ağa ca benzetebilirdi? Bana öyle geli yor ki. Göl Saatleri şairinin sınırsız mu- hayyelesl gerçeklerin üstüne çıkıp onu ancak, kökleri gökte olan Tûba ağacına benzetirdi ve bununla pek de aşırı bir «teşbih» te bulunmuş olmazdı. Zira, Hâ- mid'in bizzat kendisi, bakınız, kendini nasıl anlatmıştır:Sanmayın, yer katında bir bodrum,
Açmifim gökyüzünde bir uçurum
Ki derununda ben varım ancak,
Bununla beraber, biz, yine Abdülhak Hâmid'I yeryüzüne çekmeye çalışalım ve onu zaman ve mekân dışına çıkaran fak törlerin neler olduğunu araştıralım: Bu yolda, bize en iyi rehper onun biyograf- yasıdır: Buna göre, Hâmld'in, gözlerini dünyaya devrin en parlak kültür ışığıyle aydınlanmış bir aile çevresi İçinde açtı ğını, İlk tahsil ve terbiye çağını bir ya nında o zamanın hür fikirli ulemâsından Hoca Tahsin Efendi, öbür yanında Ed- remltll Bahaettln adıyla tanınmış diğer bir aydın Hoca olarak geçirdiğini görü rüz. 10 yaşında ya var ya yokken bu Hocalardan biriyle Paris'e gitmiş; orada bir okula devam etmiş; bir yıl sonra İstanbul'a dönüşünde tekrar bir ecnebi Kolejine girmiş; derken Tahran Elçiliği ne tâyin edilen babası onu alıp İran'a götürmüş; orada Fars edebiyatının İçine dalmış, daha sonraları da Golos, Bom bay konsolosluklarından başlayarak Bü yükelçilik Başkâtibi ve müsteşarı vazife leriyle tam yirmi yıl Londra'da bulun muş; Londradan Elçilik pâyeslle Lahey'e, Lahey'den Brüksel'e geçmiş, bu suretle demek oluyor kİ, bütün gençlik ve ol gunluk çağlan boyunca yeryüzünün son Güney bölgesinden, son Kuzey bölgesine kadar türlü türlü İklimlerde, türlü türlü memleketlerin, cemiyetlerin sosyal şart
Abdülhak
Hâmid’in ünlü * Makber»
fiirinin kahramanı
Fatma Hanım
ları içinde yaşayarak hep yurt dışında kalmıştır.
İmdi, böyle bir İnsana — yerglleme maksadile değil, harfi harfine lügat ma- nasile— kozmopolit, yani «dünyanın adamı» demekten başka ne denilebilir? Gerçi, Abdülhak Hâmid «Milletim nevi beşerdir, Vatanım ruylzemln» sözünü kendine bir hayat düsturu olarak alma mıştır ama, her gittiği yere kendi vatanı gibi bütün kalblle bağlandığına ve hele ömrünün son yıllarını derin bir Londra hasreti İçinde geçirdiğine şüphem yok tur. Vakitsiz ölümüyle ona edebiyatımı zın en yanık ağıtlarını ilham eden Fat ma Hanımdan sonra İse gönül verdikleri nin hep yabancı kadınlar olduğu herkes çe bilinen bir hakikattir.
Abdülhak Hâmid, altmış yaşını aşmış olarak İstanbula dönünce bekleyorduk kİ, ya gidip çocukluk çağının tatlı hatı ralarıyla dolu Boğazlçlnde bir yalıya, ya da İlk İlham kaynağı olan Çamlıcada bir köşke yerleşecektir. (Nitekim yıllardan
beri görmediği kızkardeşl şair Fahrün- nlsa Hanımefendi orada oturmakta idi). Oysa Hâmid, bunun tam tersini yapmış, uzun bir süre Beyoğlunda Tokatlayan otelinde kalmıştı. Kendisine İstanbulun hoş ve «âsûde» bir semtinde oturmayı tavsiye edenlere de şu cevabı veriyordu: «— Ben sessiz, ıssız yerleri hiç sev mem. Burada büyük bir şehrin gürültü leri var diye oturuyorum. Hele, geceleri el ayak çekildikten sonra oteldeki elek trik motorunun sesi yok mu, bana âde ta ninni gibi geliyor.»
NEDEN BEYOĞLU'NDA YAŞARDI?
Abdülhak Hâmld'in Beyoğlunda yaşa mayı tercih edişinin sebeplerinden biri, belki de, sefahate düşkünlüğü ve gece hayatına alışkanlığı idi. Nitekim, bazı ar kadaşlarla Tepebaşında Garden Bar'a gi dişlerimizde ona sık sık rasgeldlğlmiz olurdu. Önce, yanına yaklaşmaya cesa ret edemeyerek uzaktan seyrine dalardık: Şairi Azam, vakit henüz pek geç değilse,
»
Bir gece, ne yapıp ne edip
ve hepimizin cebinde ne
varsa bir araya getirip,
Mariette’i masamıza ça
ğırmak cüretinde bulun
duk. Fakat, kızcağız, bi
zim yanımıza gelmek üze
re kırıta kırıta yürürken,
bir de ne gördük: Hâ
m id Beyin masası önünde
duraklayıp kalmasın mı?
Süleyman Nazif ve Süleyman Neslp gibi birkaç hayranda birlikte İçki İçip soh bet etmekte ve vakit bir hayli geciktik ten sonra İse — «Cemşidl koyar bu hal merakta - Meyhane yıkıldı mest ayakta» mısralarının İfade ettiği hale kendi du- rumuyle örnek vermek İstercesine — önünde bir Viski kadehlle tek başına kalmakta, bakışlarını durmadan Bar kız larının üzerinde dolaştırmaktadır. Hemen hepsi Fransadan getirilmiş o kızlar bir birinden güzel görünürdü bize. Ama, bunlar arasında Mariette adında bir dan söz vardı ki, gerek sahnede oynarken, gerek ortada dolaşırken yüreğimiz ağzı mıza gelir gibi olurdu ve uzaktan baktı ğımız zaman Hâmld'in de en ziyade onunla İlgilendiğini sezerdik. Bu yüzden Mariette'ln değeri gözümüzde bir kat da ha artardı.
Bir gece, ne yapıp ne edip ve hepi mizin cebinde ne varsa bir araya getirip onu masamıza çağırmak cüretinde bu lunduktu. Fakat, kızcağız, bizim yanımı za gelmek üzere kırıta kırıta yürürken bir de ne gördüktü: Hâmid Beyin masa sı önünde duraklayıp kalmasın m ı? Hâ mid Bey, oturduğu yerden ona bir şey ler söyleyor, o da «ben şu masaya an gajeyim» demek ister gibi elile bizim tarafı gösteriyordu. Şairi Azam monoklü nü takdı; Marlette'l bileğinden tutmuş olarak uzun uzadıya bulunduğumuz nok taya baktı. Bizi gördü mü, görmedi m i? Gördü İse tanıdı mı, tanımadı m ı? Bll- meyorum. Tanımamış olacak kİ, bizi hi çe sayarak bileğinden tuttuğu kızı çekip yanına oturtmuş, ya da tanımış olacak
kİ, biraz sonra Garden Bar'ın Baş Gar sonunu gönderip bizi masasına davet et mişti.
Her halde, bu hâdise, öyle karışık bir durum yaratmıştı ki, hepimiz şaşırmış kalmış ve birer somnambül şuursuzluğu içinde üstadın masasına gitmiştik. Uç kişiydik ve Marlette'le birlikte, o saçlı sakallı «muhteşem» İhtiyarın çevresinde herkesin dikkatini çeken acayip bir da ire teşkil etmiştik. Ona, kızını, oğul ve ya torunlarını (çünkl aramızda bol bol kırk yıllık bir yaş farkı vardı) etrafına toplamış bir baba, bir büyük baba, bize de bir âile reisinin sofrasında oturan çocuklar denilemezdi.
Kaldı kİ, o anda Hâmid Beyefendi tam manasile sarhoştu ve bizimle muamelesi ilk andan Iytibaren o kadar yarence, Ma- rlette'e karşı davranışları o kadar lâuba- II bir şekil almıştı ki, görünüşümüze tür lü. türlü şüphe uyandırıcı manalar veri lebilirdi. Şairi Azam ikide bir kadehini kaldırıp bizimle toka ediyor ve her yu dum içkide bir, Mariette'ln şurasına bu rasına öpücükler konduruyordu. Sonra, bize dönüp:
«— Bu mezelerin en tatlısı. Fırsat ka çırmayın; siz de öpün bu nâdide mahlû ku» diyordu. Önceleri, utancımızdan ye rin dibine geçeyazdık. Fakat, yavaş ya vaş biz de açılmaya başladık. Kâh, Şairi Azamla şakalaşıyor; kâh onun tavsiyesini yerine getirmek teşebbüslerinde bulunu yorduk. Ama, doğrusunu söylemek lâ- ztmgelirse, bu teşebbüslerimiz daima yarıda kalıyordu. Zira, Mariette hep Şa iri Azamin kolları arasında İdi ve ense sinde, gerdanında, kulaklarının ardında, hattâ dudaklarında onun boş bıraktığı bir nokta kalmayordu.
Biz, arada b ir :
«— Üstad, Auteuil - Otöy'de, Lakta Kaskatta Fransız dilberlerde böyle mİ va kit geçirirdiniz?» diyor ve şu şiirini oku yorduk :
Üç (fiyakr) üz.re kenarı (Sen) de
Bir gece hep Otöy’e gitmif idik,
Seyri mehtaba dalıp gülfende
Ne sofalarla sabahı elmif idik...
O İse, bizi kâh işltmemezlikten geli yor; kâh tatlı uykusundan uyandırılan bir adamın mahmur ve karık seslle:
«— Kim yazmış bu hezeyanı? Otöy de neresi?» diye söyleniyordu. Bunun üzerine hep bir ağızdan (Divaneliklerim) deki şu mısraı tekrar ediyorduk:
Lakta, Kaskatta randevular var idi...
Lâkin, Hâmid Bey, bize artık cevap vermeye bile lüzum görmeyor, Mariette' İn kulağına bir şeyler fısıldıyor; Mari ette İse kıkır kıkır gülüyordu.
Yci
le
tıp Kadri K a ra o sm a n o ğ lu ’nun G ençlik
’ire Edebiyat Hâtıraları: 25
.
I l İS li
Y A Z A N : Y A K U P K A D R İ K A R A O S M A N O Ğ L U
"'Derin uykumdan dehşetli bir gürültü
ile uyanmış ve yatağımdan fırlaya
rak, merdiven başına koşmuştum. Bir
de ne göreyim? Beyefendi, korkunç
bir hal almış, avazı çıktığı kadar ba
ğırarak ve sövüp saymaları arasında
durmadan «Söyle o herif nerede?»
sözünü tekrar ederek üstüme yürüyor"
ÇIKAN KISMIN ÖZETİ — Ka-
raosmaııoğlu, sırasıyla, Mehmet
Rauf, Şahabettin Süleyman, Ah
met Hafim, Yahya Kemal, Ce
nap
Şahabettin ve Süleyman
Nazif’ten sonra bugünkü yazı
sında Abdülhak Hâmid’e ait
hâtıralarına
devam
ediyor.
t
ŞTE, o gece, biz de Garden Bar'da böylece «sabahı etmiş idik», iş bu nunla kalsa iyi... Fakat, Şairi Azam bizi «hâibi - hâsır» bırakarak Fransız güzelile birlikte sallana saltana çıkıp gitmiş idi. Nereye? Ne yapmak için? Bunu, müteakip gecelerin birinde Ma- riette'e sormuştuk:«— Seni alıp götürüyor. Ya sonra ne oluyor?». Ve Mariette şuh bir kahkaha atarak :
«— Mais, qu'est que vous croyez, mes petits Messieurs? Il est un tigre» ( I ) demişti.
Fransız kızının bu sözünü, elli üç yıl sonra bile hâlâ kelimesi kelimesine Fran sızca olarak hatırlayışıma göre, anlaşılı yor ki, bende pek derin bir tesir bırak mıştır. Neden mi, diyeceksiniz? Biz yaş ta bir kızın altmışbeşlik bir adamdan «kaplan» diye bahsedişinin ve bunu söy lerken bir de bu sözüne «Mes petits Messieurs» hitabını kalışının delikanlılık gururumuza ne kadar dokunmuş olduğu nu burada açıklamaya hacet yoktur sanı rım.
Kaldı ki, bunu söyleyen kız, nice za mandan beri uğrunda nice uykusuz ge celer geçirdiğimiz güzel, şuh ve işveli Mariette idi. Ve bu yüzden, — neden itiraf etmeyeyim — Mariette’in bende uyandırdığı kıskançlık yüzünden Şairi Azam, gözüme bir kaplan değil, o sıra larda müsveddelerinden bazı parçalar okuduğum «Finten» deki Davalaciro'nun tâ kendisi gibi görünmeye başlamıştı.
Fakat, bir gün gelecek, onun hakkında sevgili karısı Lucienne Hanımın ağzından işittiğim bazı sözler ve edindiğim bilgi ler sayesinde Mariette'in kullandığı KAP LAN vasfının ne kadar yerinde olduğunu anlayacaktım ve Hâmid Beyle aramızda ki eski rakabet ( I ) çoktan silinip gitti ği için, onu Davalaciroya benzetmek aslâ aklımdan geçmeyecekti.
( I ) Ne sanıyorsunuz, Küçük Beyler?
O bir kaplan.
Lucienne Hanım derdi ki : «Ben, Bey efendiden başka iki kocaya daha varmış bir kadınım. Onların her ikisi de yaşça küfvüm olan kimselerdi. Fakat, itiraf ederim ki, tanıdığım tek erkek Beyefen didir. Bütün ihtiraslarıyla aşk denilen şeyi de yalnız onda gördüm».
«Bütün ihtirasları»... Yani bütün fe veranları, fırtınaları ve kıskançlıklarıyla ! Burada sözü yine Lucienne Hanıma bıra kıyorum. O, aşağı yukarı şöyle demişti : «— Benim arzum üzerine Bebek'te bir eve yerleşmiştik. Çok geçmeden ora daki sâkin hayatımız Beyefendiyi sıkma ğa başlamış olacak ki, akşamları geç vakitlere kadar şehirde kalıyor, bazan da geceleri hiç eve dönmeyordu. ilk za manlar, kendisini sabahlara kadar bekle diğim olurdu. Gerçi, sokak kapısının anahtarı ondaydı ve eve istediği saatte girebilirdi ama, o gelmeden gidip yat mağa yine gönlüm razı olmazdı. Aklıma bir sürü kötü ihtimaller gelirdi. Ya yol da bir kazaya uğradıysa, ya fazla içkili olup da bir yerde sızdı kaldıysa diye gö züme uyku girmezdi. Fakat, zamanla in san her şeye alışıyor, yahut da insanın sinirleri gerile gerile'birden gevşeyiveri- yor. Ben de her şeyi oluruna bırakarak, en geç geceyarısı yatıp uyumağa başla mıştım. Beyefendi, dilediği saatte gelir, anahtarıyla sokak kapısını açar, kâh sessizce, kâh yüksek sesle bir şeyler söy lenerek yatak odamızdan içeri girerdi.
KIRILAN BASTON
«İşte, bu gecelerin birinde idi; derin uykumdan dehşetli bir gürültü ile uyan mış ve yatağımdan fırlayarak merdiven başına koşmuştum. Bir de ne göreyim? Beyefendi, korkunç bir hal almış, avazı çıktığı kadar bağırarak ve sövüp sayma ları arasında durmadan «Söyle o herif nerede?» sözünü tekrar ederek üstüme yürüyor.
«Nutkum tutulmuş,' donmuş kalmış tım. Beyefendi, beni elinin tersile iterek yatak odasından içeri daldı. Karyolanın altına bakıyor, perdelerin arkasını yok luyor, elbise dolabını açıp içini araştırı yordu. Derken beni kolumdan yakalayıp çekerek evin bütün odalarını, bütün bu caklarını ayni heyecanla araştırmaya baş ladı. Ne mutbak kaldı, ne bodrum kaldı, ne de hizmetçi odası. Burada yatan aşçı kadının ne hale uğradığını pek hatırla mıyorum. En son olarak ben kendimi «entré» de, sokak kapısının ardında bul muştum. Burada ilk gözüme çarpan şey kapının zorlanmış, kilidinin örselenmiş ve emniyet zincirinin yerinden fırlamış
olmasıydı. Fakat, o anda Beyefendinin gözüne büsbütün başka bir şey çarpmış tı : Vestiyerde kendine ait olmayan bir baston! Kolumu bıraktı, iki elile o bas tonu kavradı ve bana dönerek hışımla sordu: «Bu baston kim in? Söyle, bu baston kimin?». «Ne bileyim? Sizi ziya rete gelenlerden birinin unutup gittiği bir baston olacak...» demek istedim. Fa kat, Beyefendi hiçbir söz dinleyecek hal de değildi.» ( I I ).
Şimdi, bu drama sebebiyet veren ola yı, yine Lucienne Hanımın verdiği tafsi lâta göre ben size anlatayım: Hâmid
Bey, anahtarını çevirip kilidi açınca bir de bakmış ki, kapının ardına, ilk defa olarak, emniyet zinciri takılmıştır ve bu mutad hilâfı tedbir Lucienne Hanımın âşık kocasında derhal acı bir şüphe uyandırmış, bu şüphe bir kıskançlık fe veranına inkılâp ederek Hâmid Beye, bü tün hızıyla kapıya yüklenip zinciri sök mek ve her şeyi kırıp geçirmek gücünü vermiştir.
Böyle bir hâdisenin kahramanı olarak Şairi Azami Finten'deki Davalaciro'dan
(I I)
Düşünmeli ki, bu vakanın geç
tiği tarih, bizim Garden Bar âlemleri
miz günlerine tesadüf etmektedir.
ziyade Otello'ya benzetmek daha yerinde olmaz m ı? Şüphenin zehri, kıskançlığın ateşi o Berberinin damarlarındaki kan gibi Hâmid'in kanını da ağılayıp tutuş turmuştur. Hattâ, bu iki eşit ruh sıtma sı üzerinde Desdemona'nın mendiliyle ki me ait olduğu bilinmeyen bastonun ayni rolü oynadığı söylenebilir. Çünki, Hâmid üe — yine Lucienne Hanımdan işittiğime göre — vakanın ertesi günü veya günle ri, şuraya buraya vurarak kırdığı o bas tonun sapını tıpkı Otello'nun avcundaki buruşuk mendil gibi, eline alıp taraf ta raf dolaşarak sahibini aramağa çıkmış
tır. Çünki, o bez parçasile bu odun par çası her iki kıskanç âşık için yegâne «ihanet» belgesiydi.
BİR BABA ŞEFKATİLE
Lâkin, bir gün gelecek, Şairi Azamin feveran halindeki kalbi sönmüş bir vol kanın tepesi gibi küllerle örtülecektir. Artık, yaşı yetmişbeşi aşmıştır. Lucienne Hanıma aşkı yavaş yavaş bir baba şef kati yumuşaklığını almağa başlamıştır. Onunla birlikte Pera Palas otelinde otur makta ve Beyoğlunun levanten cemiyet hayatı içinde yaşamaktadır. Davetler, soire'ler, çay ve yemek ziyafetleri... Hâ mid Bey bunların hepsine yanında Luci
enne Hanım olduğu halde katılmakta ve genç karısının dans etmelerini, şu veya bu genç adamla konuşup gülüşmelerini geniş bir hoşgörürlükle karşılamaktadır. Nitekim, günün birinde, o danslar, o gülüşüp konuşmalar Lucienne Hanımla bir İtalyan Kontu arasında ciddî bir mü nasebete yol açınca, Hâmid Bey, her hangi bir tepkide bulunmak şöyle dur sun, bu münasebeti meşru şekle sokmak için büyük bir feragat gösterecek, yani Lucienne Hanımı boşayıp o İtalyan Kon tu ile evlendirecektir.
Burada, sözü yine Lucienne Hanıma bırakıyorum :
«— Nikâhımızın kıyıldığı günün ak şamıydı. Hep birlikte oturduğumuz Pera Palas otelinde bir düğün ziyafetinden sonra Beyefendi kulağıma iğilip demişti ki: «Sen git, odana çekil. Yeni kocanla ben bu gece kendi aramızda bir âlem yapacağız. O bekârlığa vedaaının ilk gü nünü ben de evliliğimin son gününü bir likte kutlayacağız. Ne vakit döneceğimiz belli olmaz. Sen yatağına girer, uyur sun. Fakat, sakın, ara kapıyı kitleyeyim deme! Ben yatmazdan evvel seni bir ke re daha görmek ve mesut olman için dua etmek isterim!» Bunun üzerine, her ikisi de beni otelde yapayalnız bırakıp, kol kola, çıkıp gitmişti. Ben, Beyefendi nin talimatına göre, hemen odama çeki lip yatağıma girdim ama, uyuyabilirsen uyu... Bir sağa bir sola dönüyor; duru mumun acayipliği içinden bir türlü çı- kamıyordum. Böylece saatler geçti; n i-• hayet uyuyakalmışım.
NE SENİNLE, NE DE SENSİZ YAŞANABİLİR
«Lâkin, sanırım, sabaha karşı idi, ko ridordan akseden bir takım konuşmalar, gülüşler ve kahkahalarla uyanmıştım. Bu konuşma ve gülüşmeler arasında önce yeni kocamın «Bonne nuit, bonne nuit...» diye bağırarak sağ bitişiğimdeki odasına, biraz sonra eski kocamın Türkçe bir şeyler söyleyerek sol bitişiğimdeki oda sına girdiğini işittim. Fakat, kendimi hiçbir şey duymamış ve uykudaymış gi bi yaptım. Nitekim, bir çeyrek, yirmi dakika sonra Beyefendi ara kapıyı açıp bana bakınca uyumakta olduğumdan, sa nırım, hiç şüphe etmemişti ki, bana kar şı, yavaş sesle küfürler savurmağa baş lamıştı I Bu küfürleri ikide bir kesip ellerini havaya kaldırıyor, bir takım du alar mırıldanarak üzerime üfürüyordu. Zilzurna sarhoştu ve ayakta duracak me cali yoktu. Doğrusu, bu hali pek içime dokunmuştu; fakat, ne yapabilirdim?
Olan olmuştu ve onun arzusuyla ol muştu».
Evet, onun arzusuyla olmuştu ama, aradaki bağlar bir türlü kopmasını bil- memişti. Lucienne Hanım evlendikten birkaç gün sonra İtalyaya gidecek, ora da birkaç yıl Beyefendisinden uzak ka lacak, Beyefendi de kâh Viyana'da oğlu nun yanında, kâh istanbulda dost ve ah bapları arasında Lucienne Hanımın boş bıraktığı yeri doldurmağa çalışacaktı ve ona gönderdiği mektuplarda «Ne senin le ne de sensiz yaşanabilir» diye yaza- .çaktı.
Lucienne Hanımın yazdığı mektup lar ise, eski tâbirde, birer ilânı aşk» ı andırıyordu. Bunlardan bir tanesini Hâ mid Bey bana göstermişti; sonu şöyle bitiyordu : «Je baise votre front de génie et vos yeux de carresse» ( III) .
Bu hasret devrinde, Abdülhak Hâmid'i çok defa yalnız başına Beyoğlunda dola şırken gördüğümüz olurdu. Sakalı iyice ağarmış, üstü başı eski düzenini kaybet miş ve bütün mânasile derbederleşmiş olmakla beraber, yine gözündeki monoklü ve dimdik yürüyüşüyle, sokak kalabalı ğının içinde, kadın erkek herkesin başı nı kendinden yana çevirten bir başkalı ğı vardı.
SIKINTILI GÜNLER
Acaba, yine eskisi gibi gece âlemleri ne devam ediyor muydu? Hiç sanmıyo rum. Şairi Azamin buna bedeni gücü yetse bile, mâli gücü aslâ elveremezdi. Çektiği geçim sıkıntısı hepimizce malûm olan acı bir gerçekti. Zaten, kendisi de bunu saklamıyordu. Viyanada rengi at mış bir pardesü ve altı aşınmış kundu ralarla dolaşışını tasvir eden bir şiirile nasıl bir yoksuzluk içine düştüğünü âle me ilân etmiş bulunyordu. İstanbul hü kümeti memlekete dönebilmesi için ona ancak bir yol parası gönderebilmiş; bu kadarcık bir yardım da bazı demagogla rın söylentilerine yol açmıştı. Abdülhak Hâmid'in o söylentilere verdiği cevap — ki, bir gazetede yayınlanmıştı — hâlâ hatırımdadır. Bu cevabında Şairi Azam aşağı yukarı şöyle diyordu: «Be nim kalemim harci - âlemdir. Devletten olsun, milletten olsun, gördüğüm yar dımların hesabını kimseye vermeğe mec bur değilim». Sanırım ki, Hâmid Beyin siyasi polemiklere karışışının ilki ve so nu da bu olmuştur.
(Devamı gelecek sayıda)
(I I I )
Delıalı altımızdan ve okşayıcı
gözlerinizden öperim
ÇIKAN KISM İN ÖZETİ:
Ka-raosmanoğlu, sırasıyla Mehmet
Rauf, Şahabettin Süleyman, Ah
met Hafim, Yahya Kemal, Ce
nap
Şahabettin ve Süleyman
Nazif’ten sonra bugünkü yazı
sında Abdülhak Hâmid’e ait hâ
tıralarını anlatmaya devam edi
yor. Hâmid son efi husyen Ha-
nım’la kendi hassasiyeti ve kıs
kançlıkları yüzünden epey fırtı
nalı bir hayal geçirmif, yaşla
ntnca daha sakin hale gelmiştir.
URAYA kadar bahsini ettiğim Hâmid, benim gençlik hâtıra larıma karışmış olan Hâmid' dir. Onunla ancak yıllar sonra, kirası İstanbul Şehlremanetl tarafından ödenen ve Luclenne Hanımın zevki, öze- nile döşenip dayanmış olan bir apartman dairesinin rahat, ferah salonunda tekrar buluşacaktım. Şairi Azam, Lucienne Ha nım yanına döneli, artık Beyoğlu cadde sinde gördüğüm düşkün ve perişan ha linden kurtulmuş, İstanbul Milletvekili olduktan sonra ise (Abdülhak Hâmid, bir ara seçimde Milletvekilliğine aday gösterilişini, benim evvelce kendisi hak kında yazdığım yazıların tesirine atfede
rek bana karşı sevgisi bir kat daha art mıştı) mali vaziyeti düzelmiş, giyinişi eskisi gibi itinalı, vücutca, aradan beş altı yıl geçmiş olmasına rağmen, kendi sini ilk tanıdığım zamanlardaki kadar dinçti.
Salıncaklı bir koltukta hafif hafif sallanarak erkek kadın bir grup ziyaret- cisile sohbet ediyordu.
«FESLİ ADAM» TİPİ
Karımla birlikte salondan içeriye gir diğimizde, bizi birkaç saniye derinden derine süzmüştü. Beni derhal tanımıştı ama, karımı bu İlk görüşüydü. Hemen yerinden kalktı ve onunla selâmlaşmak
için uzattığı elinin öpülmek istendiğini görünce:
«— Yok, Hanımefendi, olmaz. Ben si zin elinizi öpmeliyim,» dedi.
Böylece Hâmid Beyi, ilk defa olarak, bir de salon adamı durumunda görüyor dum.
Çok konuşmuyor; ziyaretçilerinin sözlerini kısa kısa cümlelerle karşılayor- du. Ama, bu cümlelerin herblrinden kâh bir Garplı «esprit» sinin, kâh bir Şarklı nüktesinin tadını almamak mümkün de ğildi.
Bu bakımdan. Şairi Azam, bana Finten’in birinci perdesinin, birinci tab losundaki «Fesli Adam» tipini
hatırlat-26
ve Edebiyat Hâtıraları:
Tanzimat devrinin Şark
kültürü ile Garp kültürü
arasındaki
çatışmaları
ilk meydan muharebesini
onun ruhunda vermiştir.
mağa başlamıştı. O Fesli Adam, Londra' da Grosvenor Square'da oturan kibar bir Ingiliz kadınının çayına davetlidir. Lady Dick adını taşıyan bu kadınla Fesli Adam arasında şöyle bir konuşma olur;
«Lady Dick — Biraz önce (Hakaret muhayyerdir, red olunur) dediniz. Bu sözü oldukça beğendim. Musikiyi sever misiniz?
«Fesli Adam — Herkes kadar... «Lady Dick — Müstesna bir surette sevmeli değil misiniz? Çünki, musiki de şiir ailesindendir.
«Fesli Adam — Birkaç kızkardeşin hepsini birden beğenmek olur ama, sev mek olmaz zannederim.»
Bu arada şahıslardan Dr. Thomas adın da biri söze karışır.
«Dr. Thomas — Bu güneşsiz memle keti nasıl buluyorsunuz?
«Fesli Adam — Güneşi pek seyrekse de yıldızlarının çokluğundan güneşin yokluğu hissedilmiyor!»
Tekrar Lady Dick konuşur.
«Lady Dick — Finten adındaki kırmı zı yıldıza siz de hayransınızdır elbet.
«Fesli Adam — Gayet uzaktan...» Salondakilerden başka biri sorar. «— Sizin mi yeriniz uzak, onun mu yakın değii?
«Fesli Adam — Bilmem... (Lady Dick'e dönerek) Yalnız bilirim ki, sizin yanınızda yerim son derece yüksektir.»
HUGOVARİ METANET
İşte, Hâmid Bey, Maçka Palas apartma nının yer katındaki dairesinde tıpkı böy le konuşuyordu. Kocasından daima hay ranlıkla karışık bir hayretle bahseden Lucienne Hanım, o sırada kulağıma eği lip demişti k i ;
«— Şu neşeli neşeli konuşan adamın üç gün önce oğlunun ölüm haberini al mış bir baba olduğunu kim söyleyebilir?
«— Nasıl? Nasıl?...
«— Aa, bilmeyor musunuz? Beyefen dinin oğlu Londra’da vefat edeli bir haf ta olmadı... Fakat, başsağlığı dilemeye kalkmayın. Telgırafı aldığı vakit çok üzülmüştü. Sonra, birden kendini topar layıp «Bu bahsi kapatalım artık» dedi.» Lucienne Hanımın bu sözleri üzerine, Hâmid Bey benim gözümde Finten'deki Fesli Adamdan ziyade Victor Hugo'yu andırmağa başlamıştı. O (jüyük Fransız şairi de, biyografyacılarının özel hayatına dair verdikleri bilgilere göre, iki yetiş miş evlâdını gömdükten sonra Paris'teki konağının salonlarında eşe dosta ziyafet ler çekerek böyleslne gamsız ve kayıtsız bir ömür sürmüş değil miydi?
Bu aklıma gelince, Hâmid Beye şu su ali sormaktan kendimi alamamıştım:
«— Beyefendi, Paris'te bulunduğunuz tarihlerde Victor Hugo’yu yakından gö rüp tanışmak vesilesini bulmuş muydu nuz?
Ve Türkiye'nin en büyük şairi, Fran sa'nın en büyük şairine dair bana yalnız bu baştan savma cevabı vermekle yetin mişti :
«— Ha, evet; şimdi pek iyi hatırla mıyorum, sanırım, Etolle Meydanı civa rında bir büyük evde otururdu. Her haf ta mı, her ay mı bilmeyorum, bir kabul günü vardı. İşte, o kabul gününe birkaç kere ben de gitmiş, onu yakından gör müştüm. Fakat her gidişimde etrafı o kadar kalabalıktı ki, kendisile konuşmak nasip olmadı.»
«— O kalabalık arasında genç ve gü zel kadınlar da var mıydı?
«— Vardı ve Hugo hepsine yiyecek gibi bakardı.»
«Nasıl, o yaşta bile m i?» diyecektim. Bereket versin ki, Lucienne Hanımın sö ze karışıp «Meğer, bunda da biribirinize benzeyormuşsunuz!» demesi ve Hâmid Beyin «Neden olmasın? Kadın eti her za man «leziz» dir» cevabını verdikten son ra bana dönüp yavaş sesle «Fakat, haz mı gü çl» diye mırıldanması öyle bir pot kırmamı önlemişti.
Lucienne Hanım, ayni zamanda Şairi Azami şiir ve edebiyat bahislerine sürük lenmekten de kurtarmıştı sanırım. Zira, benim «Victor Hugo'yu tanıdınız m ı?» su- alile açmak istediğim sohbet konusu bundan başka bir şey değildi, Hâmid Be ye, bunun ardından Victor Hugo'nun li rik ve dramatik eserlerinden hangilerini beğendiğini soracaktım. Daha sonra, ba zı edebiyatçılarımızın telâkkisine göre, en çok tesiri altında kaldığı sanılan bir diğer büyük şair hakkındaki fikrini ve bilgisini anlamağa çalışacaktım. Bu bü yük şair de Shakespaere'den başka biri değildi.
Oysa, Hâmid Beyin bütün bu çeşit edebi konular üzerinde durmaktan kaçı nır bir hali olduğu öteden beri gözüm den kaçmamıştır ve bundan dolayı hiç de hayrete düşmemişlmdir. Zira, bilirdim ki, yüksek değerde ve geniş ün sahibi şair, yazar ve sanatkârların çoğu kendi lerine «selef» veya «üstad» tanımayı sevmezler. Tanıdıkları takdirde, yaratıcı lık vasıflarına gölge düşmesinden kor karlar. Hele, şu veya bu çığırın kuralla rına, geleneklerine bağlı görünmeyi hiç İstemezler. Çünki, her şeyi yoktan var ettikleri kanaatindedirler.
Abdülhak Hâmid ve efi husyen Hanım.
GARABETLERLE DOLU İNSAN
Abdülhak Hâmid de acaba böyle bir gurura kapılanlardan biri miydi? Belki evet, belki hayır. Bu hususta hâlâ kesin bir hükme varmış değilim. Ancak, eser lerini tekrar gözden geçirirken yaptığım bazı müşahadelerin ışığında, ne kadar içinden çıkılmaz bir kahos karşısında bulunduğumu anlayorum. Tevfik Fikret, bu hali «pür garaip bir tecelligâh» diye ifade etmiştir. Fakat, neden garabetlerle dolu? Bunu şimdiye kadar edebiyat eleş tirmecilerimizden hiçbiri bize açıklaya mamıştır. Sebebi, öyle sanıyorum kİ, Hâ- mid'i insan olarak yakından tanımamış bulunmalarıdır.
Yukarıdan beri anlatmağa çalıştığım bu insana, kusursuz bir garplı kalıbı içinde tam bir şarklı denilebilir. Fakat, onun doğup yetiştiği devrin hangi fikir, sanat ve edebiyat adamını, kısaca hangi aydınını bu tarifin dışında bırakabiliriz? Bu bakımdan Fikret, bize Hâmid'den baş ka türlü mü görünür? Hattâ, bugün ço ğumuz garplı kalıbı içinde bir takım şarklılar değil miyiz? iç yüzümüz dış yüzümüzle hâlâ bir sürü tezatlarla çeli şip durmuyor m u?
Öyleyse, neden yalnız Abdülhak Hâ- mid'i bu tarifin içine sokmakla kalıyo rum ? Çünki bu çelişme Hâmid'de bir savaş haline girmiştir de ondan. Evet, daha açık bir ifadeyle diyebilirim ki, Tanzimat devrinin Şark kültürüyle Garp kültürü arasındaki çatışmaları ilk mey dan muharebesini onun ruhunda vermiş tir. Ayni devrin örnek simalarından hiç birinin böyle bir duruma düştüğü söyle nemez. Şinasi'ler, Namık Kemal'ler, Ziya Paşa'lar o iki zıt kültürü kendi nefis lerinde bir «muvazaa» ipliğiyle bağlama sını bilmişlerdir. Bu da onlar için çok güç olmamıştır sanırım. Zira, garplılık ları şarklılıklarıyla boy ölçüşebilmek gü cünden hayli yoksundu ve herhangibir zorlanmaya hacet bırakmaksızın berikile uzlaşabiliyordu. Hattâ burada «uzlaşma» yerine «mezcolup gitme» demek gerçeğe daha uygun düşer. Öyle bir mezcolup gitme ki, yazdıkları eserlerin hiçbirinde yaşadıkları çağın Garp edebiyatından ve fikir cereyanlarından ne ruh, ne şekil
itibariyle bir iz bulamazsınız. Hepsi de, başlarında fesleri, sırtlarında istanbulin leri ve yarımyamalak fransızcalarıyla git tikleri Avrupadan derinliğine bir şey görmeksizin, açıkça bir şey anlamaksı- zın, yine ayni kıyafette, yine «münacat» lar, «İlâhi» ler, «kaside» ler ve «gazel» ler okuyarak dönmüşlerdir.
ÇAĞDAŞ ROMANTİK CEREYANIN TESİRİ
O çağda ki, ingilterede Byron'ların, Moor'ların, Keats'lerin; Fransada Cha- taubriand'ların, Lamartine'lerin, Hugo'la- rın, Almanyada Novalis'lerin, Schiller'le- rin, Kleist'ların romantik soluğu ruhlar ve kafalar üstünde büyük rüzgâr gibi esiyordu.
Tanzimat devrinin şair ve yazarları arasında bu rüzgârı alnında hisseden yal nız Abdülhak Hâmid olmuştur. Fakat, ne yazık ki, onun kendisini değii, ancak uğultusunu getirebilmiş ve bu uğultuyu da kâh Ehramları, kâh Babil Kulesini, kâh eski Fars tapınaklarını andıran bir «beyan» mimarisinin içine sokmuştur. Burada artık ne Shakespaere'i, ne Hugo’ yu bulmamızın imkânı vardır; ne de Almanların «Sturm und Drang» adını verdikleri büyük romantizim fırtınasının insanı enginlere sürükleyip götüren kud retini.
Şu halde Abdülhak Hâmid'i hangi sı nıf şairler arasına katabiliriz? Abdülhak Hâmid ne yapmıştır? Yukarda söylemiş tik ki, o gerek şahsı, gerek eserleri ba kımından zaman ve mekân dışındadır ve kendi çığırını kendisi açmıştır. Bu çığır bazı açılardan bize kahotik görünebilir ama, her oluş halindeki âlem gibi aza metli, hayret ve dehşet verici fenomen lerle doludur ve bunların hepsi birden Hâmid'in damgasını taşır. Namık Kemal ona yazdığı mektupların birine şöyle başlar: «Hâmid, sana kendi adından da ha yüksek bir hitap bulamadım.»
Ben de onun için son söz olarak «Hâ mid Hâmld'di» demekle yetineceğim.
GELECEK HAFTA:
T e v fik F ik r e t
•¿
4-3
Kişisel Arşivlerde İstanbul Beııegı Taha Toros Arşivi