• Sonuç bulunamadı

Bölgenin Ağası Cadıl

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bölgenin Ağası Cadıl"

Copied!
18
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

BÖLGENİN AĞASI

Mehmet Cadıl: “1947 yılında Antalya Korkuteli’nde doğdum. 5

kız kardeşim var. Babamın lakabı Yörük Süllü’dür. İlkokulda her zaman sınıfın en sonunda oturuyordum, üstüm başım çok rezil bir haldeydi. Başta ana yok baba yok, doğru dürüst yıkanma yok. Yakamın simsiyah olduğunu biliyorum. Tabi o yıllarda hep kınanan, hep dışlanan biriydim. Ezik büyüdüm. O yıllarda bütün hayalim para kazanmaktı. Simitleri sattığım tepsinin üstüne, simidin susamları dökülürdü, ben o susamları yiyerek simidin tadını alıyordum. Açlığın ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Çünkü ben çoğu simidi suda ıslatıp, yediğimi hatırlıyorum. Yanında peynir- ekmek mi; ne peynir ekmeği, zeytin yok, peynir yok. Zaten simit parasını zor buluyorduk. O simidi koklayarak, kokusunu alarak açlığımı giderdiğimi unutmuyorum.

Emanet paralarla açtığım ilk dükkânımda çok zorluklar çektim. Ama 3- 5 ay sonra; dükkânın yanında bir oda var, o odada yatıp kalkıyoruz, pencerelerine naylon çektik, pencere yok, o soğuğu siz hesap edin. 1964 yılının ikinci ayında Ziraat Bankasına gittim, müdürüne dedim ki “500 lira bozuk param var ben bu parayı bütünleştirmek istiyorum.” O zamanda kağıt mor 500’lük Bucak’ta, Burdur’da bulunmaz, ağada beyde olurdu. Müdür 1,5 ay sonra Merkez Bankasından getirttiğini haber verdi. Bugünlerde ‘Babama acaba niye o mor 500’ü verdim’ diye kendime soruyorum. Üniversitelerde konfer-ans verdiğim gençlere de aynı soruyu sordum.

Antalya’da geçen yıl, yılın işadamı ödülünü aldım. ANSİAD’dan firma bazında iki tane ödül alan tek kişiyim.

ABSTRACT: Mehmet Cadıl reports ‘I was born in 1947 in Korkuteli ,Antalya. I have 5 sisters. The nickname of my father is Yörük Süllü. I was always at the back row of the class in the primary school, my clothes were miserable. No mum, no dad, no bathing opportunities. I remember my collar was almost black. Obviously I was always the one who lashed and excluded, so I was a poor boy. At those years all my dreams were to earn money. Simitleri sattığım tepsinin üstüne, simidin susamları dökülürdü, ben o susamları yiyerek simidin tadını alıyordum. Açlığın ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Çünkü ben çoğu simidi suda ıslatıp, yediğimi hatırlıyorum. Yanında peynir- ekmek mi; ne peynir ekmeği, zeytin yok, peynir yok. Zaten simit parasını zor buluyorduk. I never forget that I lessened my hunger with the smell of Turkish Bagel. I had great struggles at my first shop which is financed by borrowed money, still a few months later we lived in a room next to the shop; there were not any windows so we covered them by nylons, think about what a cold. In 1964, in February I went to Ziraat Bank and I asked the manager to give change for 500 TL. In those days, purple 500 bank notes can be found neither in Burdur nor in Bucak just at notable men. The manager brought the banknote 1,5 months later from the Central Bank. Nowadays I ask myself why I gave that banknote to my father. I have asked the same question to the youth when I lecture at the universities.

Last year I was awarded the businessman of the year in Antalya. I am the only one who received two awards as a company by ANSİAD.’

(2)

Yıllar önce Burdur’a ilk geldiğim zaman-larda Burdur’u ve bölgesini tanımak için, ilçe ilçe ziyaretlerde bulunmuştum.

Bucak ilçesi personelinden bilgi alırken Sayın Cadıl’ın ismi sık sık kullanılıyordu. Personelimin ağzından Sayın Cadıl’ın ‘ağa’ niteliğinde benzetmeler kullanılması beni çok şaşırtmıştı. Bunu yıllar sonra da Sayın Cadıl’ın Kırkpınar ağası olarak tasdiklemesi tatlı bir tesadüftür.

Bucak demek Cadıl demektir. Çünkü Bucaklı birçok insan Cadıl’ın mutlaka ekmeğini yemiştir. Dikkatimi çeken en büyük unsurlardan biride budur. Yıllarca ekmeğini yediğiniz yerde mutlaka yanlışlıklar görülür. Fakat ne ilginçtir ki Sayın Cadıl hakkında bu yanlışlardan hiç bahsedilmiyor. Kiminle bu konu hakkında konuşsam ‘bize kapısını açtı’ diyerek yüzlerinde sadece tatlı bir tebessüm oluşuyor.

Toplum olarak varlıklı bir insan gördüğümüzde mutlaka yaftayı yapıştırırız. Gömü buldu, kaçakçılık yaptı, birisini dolandırdı gibi. Bana göre her başarılı iş adamının ve işverenin geçmişi, okullarda ders verilebilir niteliktedir. Dünya çapında baktığımızda Bill Gates, Steve Jobs; bizim Burdur’umuzun Bucak İlçesinde de Sayın Cadıl. Yoksulluktan ‘Yörük Sülünün Oğlu’ diye anılırken, bölgenin Cadıl Ağası nasıl oldu?

Yüzlerce insanın ekmek kapısı olan Sayın Cadıl’ın ve bu ekmek kapısının nasıl kurulduğunun tatlı fakat bir o kadar zahmetli hikâyesi…

BEKTAŞ: AĞAÇ YAŞ İKEN EĞİLİR DERLER, ÇOCUKKEN NELER YAŞADINIZ, BİZE ÇOCUKLUK YILLARINIZI ANLATIR MISINIZ?

CADIL: 1947 Antalya, Korkuteli

doğumluyum. Bir anne babadan 5 kız, 1 oğlanız. Annem 36 yaşında ölmüş; o zaman ben daha 6 yaşındaydım. Tabi babam o yıllarda 5 sefer üstü üstüne evlenmiş. Ama çok rezil bir hayattan geliyoruz. Mücadele yok, para yok, fakirlik diz boyu. Tabi hayat böyle devam etmedi. Ben ilkokula yazıldım, o yıllarda annemin vefat etmesiyle okula gidemedim ve devamsızlıktan okulda kaldım. İlkokulu 6 yılda bitirdim. Okulu bitiriş tarihim 1960 yılı. 1959- 1960 yıllarımda 4 ve 5. sınıfım o yıllarda hiç iyi ile geçmedim. Hep orta ile geçtim. Her zaman sınıfın en sonunda oturuyordum, üstüm başım çok rezil bir haldeydi. Sosyete çocukları, bir hakimin kızı bana diyor ki ‘Pis, Yörük bunlar’, dediği doğru. Başta ana yok baba yok, doğru dürüst yıkanma yok. Yakamın simsiyah olduğunu biliyorum. Tabi o yıllarda hep kınanan, hep dışlanan biriydim. Ezik büyüdüm.Ben üniversitelerde bazen seminer veriyorum ve o seminerlerde ‘olacak çocuk küçüklükten belli olur’ diyorum. Allah o günlerde bana öyle bir yetenek vermiş. Babam 5 tane kız oldu, Oğlan olmuyor diye bir kere daha evlenmiş. Benden 2 ay önce doğan öbür biraderim var; o oluyor ve iki ay sonra ben de oğlan oluyorum. Oğlan doğunca babam annemi, biraz dışlamış. Eskiden, biliyorsunuz bir sülalede oğlan olmak bir ayrıcalıkmış.

Herkesin; hele babam koca bıyıklı ve namı olan birisi için. Tabi o yıllarda bütün hayalim para kazanmaktı. Simitleri sattığım tepsinin üstüne, simidin susamları dökülürdü, ben o susamları yiyerek simidin tadını alıyordum. Bir tane simit yesem, kazancım 40 kuruşa düşecek

ve 1 liradan, 10 kuruş eksilecekti. Babama her gün 1 lira vermek zorundaydım. Süllü’nün oğlu babasına her gün 1 lira verirmiş’ deniyordu. Babam çok kalıplı, iri yarı bir adamdı ama iş yoktu. Babam kök kazacak, satacak ama o yıllarda çarşıda odun alacak kaç tane memur var? Onun için hayat zorla geçti.

BEKTAŞ: HAYATA NASIL ATILDINIZ. HANGİ ZORLUKLARLA KARŞILAŞTINIZ?

CADIL: Okul 1960 yılında bitti. Dayımın oğlu akü tamircisi idi. Ben de akü tamircisi olacaktım. Babamın beni pek gönderesi yoktu. Hiç unutmuyorum; bana ‘Oğlum para yok ki seni nasıl göndereyim?’ dedi. Babam beni iyi kötü idare etti. Benim büyüğüm, ablam öğretmendi, babamı o ikna etti. Ve beni Antalya Şarampoldeki sanayiye çıraklığa götürdü. Oraya ben, küçük bir döşek, bir yastık ve bir de yorganla gittim. Babam beni dayımın oğluna teslim etti. O anda unutmuyorum, babam bana 7,5 lira verdi. Bir 5 lira, bir de 2,5 lira kâğıt para. 2,5 lirasını kendi aldı, çünkü geri dönecek parası yoktu.

O yıllarda dayımın oğlanları bize sabah 50 kuruş, öğleyin 50 kuruş, bide akşam 50 kuruş veriyordu. Ekmek; 25’e peynir 25’e öyle karnımızı doyuruyorduk. Akşam çalışırsak, geç kalırsak, ekmek kalmazsa Şarampoldeki bir simitçi fırını vardı, bayat simit bulursak, sevin-irdik. Ben çok aç yattığımı biliyorum. Simidin tanesi 10 kuruştu; biz bayat olmasını, bayat kalmasını isterdik çünkü bayat olunca iki tanesini 10 kuruşa alıyorduk. Bayat olduğunda daha hesaplı idi. Bizim için bayat olması önemli değildi çünkü ben çoğu simidi suda ıslatıp, yediğimi hatırlıyorum. Yanında peynir- ekmek mi; ne peynir ekmeği, zeytin yok, peynir yok. Zaten simide para bulamıyorduk.

(3)

AÇLIĞIN NE OLDUĞUNU ÇOK İYİ BİLİRİM

Açlığın ne olduğunu çok iyi bilirim. O simidi koklayarak, kokusunu alarak açlığımı giderdiğimi unutmuyorum çünkü yesem 10 kuruş gidecekti. O simidi kokarak nefsimi böyle körelttiğimi biliyorum. El gibi yiyebilir miydim, evet yerdim ama yeseydim 10 kuruş eksilirdi. Babama bütün 1 Lira veremezdim. Benim bütün idealim buydu.

3 yıl geçti. Ben bu anımı konferanslarda da anlatıyorum: Herkese bir postacı mektup verir, ama o mektuba hazır olmak lazım. İçinden ne çıkacaksa şansına. O zaman kamyoncular vardı, 30 kadar. Ama kasalarında da “Bucaklılar” diye yazıyordu. 1962’de Bucak’ın ticaret olarak gelişeceği bu kamyonlara yazılan Bucaklılar yazısından belli idi. Mesela; Dereköylü Mehmet’in Volvo kamyonu vardı, buradan Terzi Bekir’in kamyonlarının kasasında da boydan boya Bucaklılar yazıyordu. Bu Bucak için reklamdı. İşte Bucaklıları ön plana çıkartan bu reklamdı.

Uğurlu köyünden Tuncay diye bir arkadaş var; Mehmet Ateş diye başka bir arkadaşımız var. O şoför. Biz de onun aküsünü tamir ediyoruz. Eskiden, göğüs matkabının ucundaki 20 milimetreyle kurşunu deliyorduk. Atom Ali lakaplı ustaya Uğurlu Köyü şoför Tuncay dedi ki arkadaşım ‘şoförlükle adam olunmayacak; Bucak gelişiyor, bir akücü kalfası kandırıp Bucak’a gitmeli. Bucak’a akü tamircisi açsam bundan iyi olur’ dedi. Burada kurşunu delerken, hemen kafama dank etti. ‘Ben kalfa oluyorum’ dedim. Benim önümdeki kalfa çıkınca iş bana kaldı, ben de önümdeki her işi kısa zamanda yapardım. 3 yıl çıraklık yapmıştım. Kendi kendime dedim ki ‘Mehmet Cadıl, Bucak’a gidiyorsun, oraya dükkân açıyorsun.’ İşte postacı herkese bir mektup getirir mi, getirir; ben o anda kalfa olmasaydım o mektup benim işime yaramayacaktı. Herkese soruyorum, ‘Bucak’a dükkân açsak olur mu?’ diye etüt ediyorum. Herkes de gelmemi ve Bucak’ta akücü olmadığını söylüyor. Bakınız, bir yatırım yapacağım, araştırma yapıyorum. Bir güz günü babama ‘Ben çıkıyorum.’ dedim. Babam para mı var, pul mu var; ‘Sana dört tekerli bir at arabası alayım, bahçelerden elma çek, sandıklarla çek, parayı kazan.’ dedi.

Ablamın öğretmen olduğunu söylemiştim; 500 lira ablam, 1.000 lira da Mustafa Avcı isminde okul müdürü vardı, ondan 3 aylık ödünç para aldım. 1500 TL para ile dükkân açtım. Babam da yok, olsa babam para verecek. Açtığım dükkânda iyi kötü bir masa, bir

çingen körüğü vardı. 1963’ün 10. ayında iyi kötü bir tamirci dükkânı açtım Bucak’a. 2 gün sonra, Yaşar Sarı’nın bir pikabı vardı, o pikabın aküsünü tamir ettik ve bir 20 lira aldık. O 20 lirayı alınca sanki dünyalar bizim oldu, çok sevindik. İki üç gün daha geçti ve bir baktık bu iş olacak. Ama 3- 5 ay sonra; dükkânın yanında bir oda var, o odada yatıp kalkıyoruz, pencerelerine naylon çektik, pencere yok, o soğuğu hesap edin; Karayvatlar Mahallesinden Alaaddin Mahalles-ine rüzgâr gelir, o soğuk insanın ciğerini deler.

Babam, ablamın ona verdiği paradan 140 lirasını bana verdi, 10 lirasını kendine aldı ve biz de babama bir takım elbise aldık. 1964 yılının ikinci ayında Ziraat Bankasına gittim, müdürüne dedim ki 500 lira bozuk param var ben bu parayı bütünleştirmek istiyorum. Müdür ne yapacağımı sordu ben de babama vereceğimi söyledim. Müdür, 500 liranın Bucak’ta olmadığını, Merkez Bankasından da birkaç ayda ancak gelebileceğini söyledi. Parayı verdim, bir buçuk ay sonra Ziraat Bankası müdürü paramın geldiğini bana haber verdi. Bu parayı aldık, cebimize soktuk. Ben, bankaya bir dünya para

vermiştim, müdür bana bir tane para verdi. Ben tabi o beş yüzün ne demek olduğunu bilmiyor-dum. Bunu götürdüm, Yörük Süllü’ye verdim. Babama Yörük Süllü derler. Babam o paraya evire çevire baktı. Öyle bakıyor ki, ‘Oğlum bu nedir? ’dedi, ‘Bu beş yüz liraymış baba. ’dedim. Bana ‘Bu parayı sakın ola ki bir yerlerden çalmadın değil mi ’dedi, bende ‘Yok baba kendim kazandım, bankaya gittim bütünleştirdim. İstersen bankanın müdürüne sor’ dedim. Babam şaşırmıştı, bu kadar kısa zamanda bu kadar iş olmaz dedi. O zamanlarda herkeste olmaz. Ağada beyde olur sadece o mor 500’lük. O an babam belki de dünyanın en mutlu insanı oldu.

Bugünlerde ‘Babama acaba niye o mor 500’ü verdim’ diye kendime soruyorum. Üniver-sitelerde konferans verdiğim gençlere de aynı soruyu sordum. ‘Ben o dönem acaba neden o mor 500’lüğü babama vermiştim?’ 17 yaşında o parayı vermek; belki de dayımın oğullarının çekememezliği idi.

Daha yetişkin olmadığımı ve ayrı işyeri çalıştıramayacağımı söylerlerdi.

(4)

Tabi o yıllarda dayım bizden daha varlıklı idi. Tabi boyum da kısa idi ve benim böyle bir şey yapamayacağımı söylediler. Az önceki sorunun cevabı; o yıllarda anlattığım bu durum-lar beni hırslandırdı veya kendimi kanıtlamak istedim. Dayımın benden biraz büyük kızı vardı, belki de ona ispatlamak için idi o yıllarda. Kısacası babama o mor 500 lirayı vermemim o yıllarda pek çok sebebi olduğuna yorumluyo-rum. Sonraki günlerde oralara gittiğimde şu cümleleri duydum: “Süllü’nün oğlu var ya, bacak kadar şey, babasına mor 500’lük kazanmış vermiş.” Merhum Kara Veli’nin oğlanları vardı,

askerden gelmişlerdi, onlara “Siz eşek

kadarsınız, askerden de geldiniz ama bak Süllü’nün oğlan para kazanmış.” dedi. Benim parayı vermemden sonra mahallemizde “Oğlun olsun ama Yörük Süllü’nün oğlu gibi olsun.” denilmeye başlandı.

ÖKÜZLE ÇİFT SÜRMEDE HERKESLE YARIŞIRIM

Korkuteli’ne gittiğimde de bahçeler sulanacaksa sular, ekin varsa biçerdim çünkü babam kanun gibi söylerdi ve sabaha kadar ben sulardım. Ben burada işverenim, babama para veriyorum ama Korkuteli’ne gittiğimde acıma olmazdı ve bahçeleri sulardım. Ayrıca ben, öküzle en güzel çifti de sürerim. Bugün hem de ödüllü olmak şartıyla istediğiniz kişiyle yarışırım. Buğday tarlasında da elimle buğday biçerim. İstediğiniz yoncayı kavrama ile biçerim. Çifti de iyi yaparım. Çünkü rahmetli babam çok disiplinli biri idi ve çift sürerken ‘Adam gibi sür, çizi öküz sidiği oluyor!’ derdi. Ancak bakınız, eğer ki babam “Boş ver ya, çocuk arada yetişsin.” deseydi ben böyle olabilir miydim? Buradan, derginizin okuyucularına da şu mesajı vermek istiyorum: “Çocuğunuzu çok seviyorsanız ve disiplinsiz yetiştiriyorsanız, Yörük Süllü’nün oğlu gibi olamaz.” Ben babama para veriyorken, evimizin bütün ihtiyaçlarını gideriyorken beni hiç el üstünde tutmadı. Disiplinlerinden hiç taviz vermedi. Korkuteli’nde su sırası geldiyse Mehmet Cadıl, gidip su sulamak zorunda olurdu. Onlarca akü fabrikam olsa bile yeri geldiği için söylüyorum, su sırası geldiyse gider sulardım. Neden, çünkü beni yetiştirmiş. O günlerde belki babama kızmışımdır ama bugün bakıyorum ki babam beni her dalda yetiştirmiş. Ben köy işlerinde her konuda ve iş yerimde her dalda ustayım. Her dalda patronum. Tarihte gözümden kaçan hiçbir şey olacağına inanmıyorum.

BEKTAŞ: BU SÜREÇTEN SONRA MEHMET CADIL İSMİ NASIL OLUŞTU, NASIL BÜYÜDÜ?

CADIL: 1963 ile 1970 yılları arasında akücülük yaparken biraz para kazandık ve 11.832 Liraya iki tane arsa aldık. Rahmetli Mehmet Bektaş diye bir amca vardı, ondan aldık ve o bizi ev sahibi etti. Merhum, “Ödersiniz, zamanla ödersiniz.” dedi, bizi borçlandırdı ve ev sahibi etti.

1970 yılında akü plaka imalatına başladım. Plakayı yapanlar İstanbul’da var bir de Aydın’da var. Aydın’ a, dükkânım olduğu halde gittim dedim ki “Bey efendi hem çalışacağım hem de yanınızda işi öğreneceğim.” Beni

çalıştıramayacaklarını söylediler. Sonrasında İzmir’e gittim. Otobüse bindim ve içimden dedim ki “her doğru her yerde söylenmez!” Hedefinize ulaşacaksanız her doğruyu her yerde söylemeyin. Ben orada normal işe girecektim, Şuh Akücüsünde çalışacaktım ve bana da uygundu. Atölye idi, fabrika değildi.

Ali adlı bir arkadaş beni işe aldı. Baktım ki benim atölyem oradan daha iyi. Özür diledim, benim daha iyi yerimin olduğunu ve akü imalatını öğrenmek istediğimi söyledim ve işten ayrıldım. Oradan da Varan otobüs firmasına vardım. Yolcu olduğum için üstüm başım yıpranmıştı ve Varan otobüs firması bana bilet olmadığını söyledi.

(5)

Arkamdan biri geldi, ona bilet verdi ve ben de dedim ki “Kardeşim ona bilet verdiniz, bana niye bilet yok diyorsunuz?” Oradan Yüksel otobüsleriyle gittim. Yıllar sonra bir baktım ki demek ki elbise ve yürüyüş önemliymiş. Gideceğim yere vardım elimde tahta bir valiz, Beyoğlu Otelinde kaldım; çatıda yatarsanız 125 kuruş, odada yatarsanız 2,5 lira idi. Çatı katında kaldım. Aksaray’daki akü firmasına işçi olarak girdim. Orada 2 ay kadar çalıştım. O süreçte ben burada ne yapmalıyım diye düşündüm ve ustabaşılarıyla samimiyet kurdum. Diyaloğu artırdım ve onlarla fabrikada yemek yemedim. Sadece samimiyeti ilerletmek için lokantalarda tanesi 2,5 lira olan tas kebaplarıyla yemek yedim. Belli bir süre sonra ustabaşılarına Bucak’ta işimin olduğunu ve bu işi öğrenmek için İstanbul’a geldiğimi söyledim. 2 ay sonra akü plaka dökmesini ve kurşun plaka sıvamasını öğrendim. İstanbul’da Tophane’de Reha Usta’ya akü kalıbı yaptırdım. Tophane’den Bayrampaşa’ya 30 kilogramlık o kalıbı omzumda taşıdım. İlk omzuma aldığımda kalıp kuş gibi hafif geliyordu, Unkapanı, Galata Köprüsü, Perşembe Pazarı, Fatih derken kalıp omzumu kesmeye başladı. O zaman montum yok, iki gömlek üst üste giyiyo-rum, bir gömleğimi çıkardım ve heybe dediğimiz şekilde gömleğimi yapıp, akü kalıbımı omzuma astım. Bayrampaşa’da Ali Usta’ya vardım, kalıbı döktürdüm, kalıp düzgün çıktı. Sirkeci nerde Bayrampaşa nerde? Bu sefer de kalıbı omzuma asarak otele geldim. Sabah uyandığımda sol kolum kalkmıyordu. O gün işe vardım ama sol kolumu hiç kullanamadım. İzin aldım. O mücadelelerle alacağımızı aldık, öğreneceğimizi öğrendik. 1970 yılında akü plaka imalatına başladım. Bir evin altına da ahşaptan, alt katta imalat diye odalarda başladım. 4 metreye 8 metre idi yaptığımız odanın genişliği. İstanbul’da yaptığımız kalıp çalışmadı. 15 gün aç susuz o kalıbın başında çalıştım. O zamanın Belediye Başkanı Cemal Aktaş’a gittim ve imalathane yapacağımı söyledim. Resmi olarak izin olmadığını söyledi ama bir yolunu buldu ve izin verdi. Benim hayatımda, bugün Mehmet Cadıl olmamda emeği olan insanlardan birisi Cemal Aktaş idi ve bir de Hasan Kart ve Lüfti Alp idi. Bu insanlardan Hasan Kart önüme düşüp bana yol gösterdi, Bucak’ta Orman Dairesinden 12 tane maden direği aldık ve Cemal Aktaş sayesinde plaka imalatına başladık. Bu bölgede hiç akü plaka imalatı yoktu. Ses çıkarıyordum. 24 saatte 2 saat uyuyordum, 22 saat çalışıyorum. Benimle beraber eşim de devam ediyordu. Ben sabaha karşı uyuduğum zaman, hanımım kalıpları yakar, işçiler gelesiye kadar her şeyi hazır ederdi. 30 işçiye kadar çıktık ve ürettiğimiz plakalar yok

satıyordu.

Tabi Allah, insana ‘Yürü Kulum’ diyecek. Tarihlerini tam hatırlamıyorum ama Ecevit iktidarıydı, bize gelen elektrik hattı Ağlasun’dandı ama her gün kesilir idi. Günün yarısında elektrik yoktu. Abbas Şenel muhasebecimizdi. İstanbul’a gittik tekrar. Jeneratör alacağız. Jeneratör için

İstanbul’da Çukurova Dış Ticaret diye bir şirkete vardık. Jeneratör olmadığını söyledi. Üstüme başıma bakarak bunu söyledi. O gün 1820 lira idi jeneratör. Orada olduğunu biliyorduk ama bize yok dediler. “ Ben var olduğunu biliyordum ama satış elemanı benim o jeneratörü alacak olduğuma gözü tutmamıştı. Beni muhatap almadı. Dedim ki, “Perşembe Pazarında Şen Metal var, Nurettin var, Mehmet Cadıl’ı onlara sor.” Sonrasında aynı yere birkaç saat sonra bir daha gittik. Sekreter bizi öyle bir karşıladı ki. Yuvarlak büyük bir masa, beyaz renkli masa, kahve istedik ama neskafenin ne olduğunu o zamana kadar bilmiyordum, neskafe geldi. Ye kürküm ye; bizi

içeri almayan adam, öğleden sonra toplantı odasına aldı. Neskafe ikram etti. “Mademki Nurettin sizin arkadaşınız, size jeneratörü kıyak yapacağım; turbolusunu vereceğim.” “Fiyat farkı var ama o farkı almayacağım lakin 1 hafta sonra vereceğim. “ dedi. Hatır- gönlün de ne kadar kıymetli olduğunu orada öğrendim. Jeneratörü aldık, Bucak’ta çalıştırmaya başladık. Ve “Cadıl, İstanbul’dan bir jeneratör getirmiş, cereyan kesildiği an çalışıyormuş, üretim hiç durmuyormuş.” dediler. Ondan sonra akü plakalarını yaptık, evi yaptık, sonrasında da Allah “Yürü kulum” demeye başladı. Elbise, yürüyüş, para konuşmayı öğretir. Para kazandığınız zaman eğer aklınızda yatırıma dönük düşünceler varsa duramazsınız.

1970’de akü plaka imalatına başladık; 1980 yılında şimdi buradaki Barbaros Mahallesinde Akü Fabrikasını kurduk. Aradaki 10 yıl içinde geliştirdim. Hayatımın bir noktasında jeneratör aldım. Bir zamanlar İstanbul’a Ford marka kamy-onlar aküsüz geliyordu, başka bir akü ile çalıştırıp, aküyü buradan kara borsa gibi bulup çalıştırıp gidiyordu. O zaman biz, jeneratör almakla, akü fabrikasını kurmakla büyüdük. 1980 yılında Mercan, Meces, Eren marka akü fabrikasını kurdum. Neden 3 markada kurdum. Banttan 500 akü yapıyorum, bunun 300 tanesi Mercan, 150 tanesi Meces, 50 Tanesi Eren. Kalite aynı; fiyatları 30 lira, 25 lira ve 15 lira. Bunu neden yapıyorum?

Allah insanlara bir yetenek vermiş. O zamanki şartlarda düşünün. Burdur’a ve bölgemizdeki büyük ilçelere akü satıyorum. Mesela, iyi, güçlü ve öz olana Mercan’ı verirsiniz, bu markadır, az daha zayıfa Mecaz verirsiniz, çamur atanlara da Eren veriyorsunuz. Ne yapmış olduk; 3 tane kendi markamızı kendi içinde rekabet yaptırdık. Böylece başka birinin pazar payını sokmuyoruz. Belki ucuz verdiğiniz aküde para kazanmıyorsunuz ama başka firmayı da sokmuyorsunuz. Bu bir ticaret stratejisiydi. Bucak’ın gelişmiş her insanından örnekler aldım. Burada, derginizdeki bu yazıları okuyan herkesi, o günkü şartlarda düşünmelerini istiyorum ve buradan başta Hasan Kart olmak üzere, Musa Aktaş, Lütfi Alp’e, Mehmet Akıncı’ya sonsuz teşekkür ettiğimi söylemek isterim. Ben tatlı dille, tüm Bucak’ın ileri gelenlerinden örnekler aldım. Bucak’taki eski kamyoncuların hepsinden faydalanmışımdır. Hiçbir gün de değişmedim.

1980 yılında Gebze’deki Marmara Üniversi-tesinde ‘Pazarlama seminerlerine’ katıldım. O yaşta niye seminere katıldım, katılmak nereden aklıma geldi; işte gezip, göreceksin, gördüğünü de uygulayacaksın. İşte, o İstanbul’daki bazı firmalara çok gitmemin, bazı masalarda oturmamın faydalarını gördüm.

(6)

HER EĞLENCEDE BİR FIRSAT DOĞAR

Hayatımda ağzıma alkol koymadım ama eğlenmeyi çok severim. Her eğlencede bir fırsat doğar. Kafasında kelimeleri olup da konuşamayan, içinde bir şeyler olup diyemeyen kişiler bunları alkol masasında kusar. Senin hiç hayalinde olmayan ancak hayatını değiştiren cümleler, planlar o masada olur. O eğlence ortamlarında alacağını alırsın, işine bakarsınız. Eskiden mal her yerde olmazdı. Malın kravatlısı, kravatsızı vardı. Ama o masalarda her şey konuşulur. Bunu bileceksin. Ben stratejik olarak bunları uyguladım. Benden büyüklerin, fabrikalarında 2- 3 tane markasının olduğunu gördüm. Ben de bunu yapmaya çalıştım işte. Kafamda çok büyük bir proje varsa, önce bunu ressam gibi kâğıda dökerim, kâğıtta görürüm ve gözünle gördüğümü, kulağımla duyduğumu uygularım. Hayatımda 10 sefer düşünüp, 1 sefer işlemekle bunların faydasını gördüm. Ve hayatımda hiçbir kez ‘Keşke’ demedim. Keşke dememek için kendimden olan tecrübeli insan-lardan örnekler aldım. Mesela İstanbul’da ki Mutlu Firması. Onlar da insandı. Fabrikanın sahibinin, çok erken geldiğini, fabrikasına çok dikkat ettiğini, temiz olduğunu öğrendim. Her şeyi ustabaşılarına değil, kendimin de işime erken gelip, işimin başında olarak uyguladım.

Benim kafam çalışmaz ama gözüm iyi çalışır. Mesela akü plakadan akü fabrikasını yaptım. Akü fabrikasında çalışırken PORTSAN iskeleye geçtim. Ahmet Tolunay, Yüksel Baysal, Aşur Hamdemir ile Portsan’a ortak oldum çünkü o yıllarda Portsan’ın işleri aksamaya başlamıştı. Bizde de para vardı o dönemde. Bir ortaklık meselesi çıktı ve ben ortak olabileceğimi söyledim. Ben gözümün gördüğünü, kafama uyanı saniyesinde uygularım. İsterlerse ortak olabileceğimi ve kaç para isterlerse verebileceğimi söyledim. Sonuçta 6 ortakla Portsan’a devam ettik. 1983’de Belediye Başkanı Kemal Kaplan, Kahveler Mevkiine istediğimiz zaman yıkmak şartıyla bina ruhsatı verdi. Bina yaptık. Güçlü olunca, iskele ,kısa zamanda Antalya’da ses getirdi. O zaman Özal Hükümeti başladı ve Antalya’ya çığ gibi oteller yapılmaya başladı. Öyle mallar üretiyor ve satıyoruz ki aklınız hayaliniz durur. O dönem bir adet IBM bilgisayar aldık, 1 milyon 800 bin liraya, yer yerinden oynadı. “Portsan 1.800.000 liraya IBM bilgisayar almış” diye namımız oldu. O bilgisa-yarda demir hesaplarını yapıyorduk. Bu IBM bilgisayar almamız benim unutamayacağım anılarımdan biridir. 2 yıl sonra eski Karayolları Kantarı arkasındaki yeri satın aldık. Orada büyüdük. Sonrasında Portisan, uçaksavar gibi büyüdü. 1988’e geldik ve 6 yılda nerelere geldik.

1988’in altıncı ayında ne yapalım diye düşündük çünkü iyi para kazanıyorduk. Dedik ki herkes kafasından bir iş kursun ve o işi yapsın; tamam. Antalya’da birkaç arkadaşım mermer işi yapıyordu; annem öldüğünde mezarına mermer yaptırmıştık, İlhan Mermer’den. İlhan Mermer’de sarı renkli bir Mercedes vardı ve bizi çok etkiliyordu. Bizim dediğimiz yıllarda her gencin hayalinde bir Mercedes var idi. Eski kasa sarı bir Mercedes vardı, annemin mezarını yaptırırken, o Mercedes’e baka baka gözüm orada kalmıştı. Antalya’ya gittiğimde her mezar işi yapanda, her

mermercide Mercedes vardı. İş büyüdükten sonra gördük ki, mermercilerin işini yaptığı müteahhitler, parayı ödemeyince altlarındaki bindikleri Mercedes arabaları mermercilere veriyorlarmış.

1988 yılının altıncı ayında inşaata başladık. 1990lı yıllarda tüm arkadaşlar dağıldık. Örnek vereyim; ekinler biçilir, deste olur, destelerin arasında çil keklik yavruları vardır, kavramayı destelerin arasına soktuğunuzda keklik anası uçar gider, çil keklik yavruları nereye gideceğine şaşırır kalır.

(7)

Biz burada iki yıl çalıştık. Biz de dağıldık. Ben de bu boşlukta mermer fabrikasını almak zorunda kaldım. Merhum İsmet Bütün vardı, bana almam için çok çok ısrar etti. 1 lira ise biz 2 liraya Portsan Şirketindeki hisseleri devraldık. Çok pahalı olsa da bu hisseleri aldım. O dönemde iş yürümüyor, yürümeyince ve ben de hisseleri alınca diğer ortaklarda bana satmak istedi. Tamamını alacaktım ama o kadar param yoktu. O zamanda bu yörede ağalık yapıyorum. Allahtan Mercan akünün kasaları doluymuş. Tamamını aldım ama o dönem “Cadıl, batmış.” dediler. Batmadım. Çok rezil çalışıyordum. Çamlık’a ocak açtık, 7 kürekçimiz, iki el arabası vardı; kepçe yoktu. Tam iki yıl böyle çalıştım. Akşam saat beşe kadar akü fabrikamdayım, beşten sonra da ocağa gittim. Şunu da vurgulayayım; öyle balyoz sallarım ki kayayı jiletle kesmiş gibi kırarım. Ne kadar büyük olursa olsun, bir taşa vurmasını ve vuracağınız yeri bildikten sonra kırarsınız. O çok çalıştığım dönemlerde eğer yenilgiyi kabul etmeyeceksem o balyozu vurmasını ve o taşı kırmasını bilmeliydim. Ve ustalardan iyi balyoz sallarım. 1990’da İstanbul’dan kepçe satın aldım.

O zaman için, bir arkadaşla mermer ocağına, yukarıya çıktık, işçiler fark parası istiyor. Alt katta pijamalı mermer çıkıyor, beyaz mermer çıkmıyor, üst kata çıktık, kepçe çalışıyor, kepçe çalışırken tesadüf eseri büyük bir kayaya bir vurdu, kaya bölündü ve kar gibi beyaz kaya çıktı. İşte o gün akşamdan fakir, sabahtan zengin olduk. O beyaz taşı keserek koyduk, Abbas Nur diye Ciddeli bir arkadaş geldi, anlaşma yaptık ve bir dakika içerisinde zengin olduk.

(8)

Kapatacak olduğumuz fabrikada zengin olduk.

Hani ne derler kul sıkışmayınca Hızır yetişmez. Bize bu manada Ciddeli Abbas, Hızır olarak geldi, ondan sonra, o 1990lı yıllardan sonra ağır ağır ihracata başladık. İhracat derken, Abbas amca bizim dev makineler almamızda da yardımcı oldu. 1990’da yeni bir hayatımız başladı. İhracata başladık, ihracatın ne demek olduğunu öğrendik.

ZORU BAŞARMAK İÇİN KANAAT EDİN BEKTAŞ: SAYIN CADIL, YENİ BİR İŞ KURMAK, BİR İŞE BAŞLAMAK ZOR VE SIKIN-TILI BİR İŞTİR. SİZ, YENİ BİR İŞE ASIKIN-TILIRKEN NE GİBİ ZORLUKLARLA KARŞILAŞTINIZ?

CADIL: Yani işlerim stresli oldu. Akü fabrikasında da, mermer fabrikasında da stresli oldu. Biz, iskele fabrikasında çok zorluklar çektik, mermerde de aynı zorlukları çektik ama zoru başarmak lazım. Zoru başarmak için kanaat etmek lazım. Kanaat etmediğin hiçbir iş senin değildir. Onun için kanaat edeceksiniz ve sabır edeceksiniz. Sabır, koruk olur, üzüm olur yenir. Ama o gün gök üzümü yiyemezsiniz, sabred-erseniz, erer ve tatlı olarak da yersiniz. İş hayatı da budur.

Mermer diyoruz ama bu mermer bana böyle gelmedi. Mermeri kurduğumuz zaman İstanbul’a bedava bloklar gönderdim. Yöresel bazda Denizli ve Afyon mermeri var, ben de bu illerin mermerinin yanında Bucak mermerini tanıtmak için bedavaya bloklar gönderdim. Ve işte ileriyi görebilmek budur. Bakınız, burada dördüncü katta oturuyoruz arkamda tarla var ve tarlada ne olduğunu göremezsen sanayici olamazsın. Eğer arkamda duvar olduğunu söylersem olmaz. İnsanlar iş hayatlarında önler-ini görebildiği kadar arkalarını da görmek zorundadır. Göremiyorsan başarılı olamazsın. Ben Bucak taşının İstanbul’da bu kadar çok satılacağını düşünmeseydim bunu başaramazdım. Ben ihracat yapıyorum diye iç piyasayı körleşeydim burada olamazdım. Gün gelir ihracat artar iç piyasa azalır gün gelir ihracat azalır iç piyasa artar. Bunlarla da artı, eksiyi götürüyor. Dünyada hem artı vardır hem eksi vardır. Eksiyi alırsanız artı hiçbir işe yaramaz. Elektrik hatlarının en büyüğünü getirin, eksisini almadıktan sonra, topraklamayı yapamadıktan sonra ışığı yakamazsınız. Mesela altınınız var ama altın tek başına hiçbir işe yaramıyor üstadım. Neden, derecelendirmek için altına gümüş katmak zorundasınız. Çünkü altın gevrektir ve gümüş de altını yumuşatır. Ticarette

de bu budur. Ticarette ‘Ben hükümdarım, astığım astık, kestiğim kestik.’ derseniz bir yerlere varamazsınız.

BEKTAŞ: BİR İŞVEREN OLARAK, ÇALIŞANLARINIZLA DİYALOĞUNUZ NASIL, OCAKLARINIZDA VE FABRİKANIZDA KAÇ İŞÇİ ÇALIŞIYOR?

CADIL: Şu anda mermer ocağımda belli zamanlarda çalışan sayısı değişiyor. Ortalama 650 personelle çalışıyorum. Bir başka anlamda nafaka olarak aylık 2- 3 bin kişiye bakıyorum. Burdur’da en büyük işçi çalıştıran firma sayılırım. Burada kazandığımız paralarla Burdur’da birinci olduk, geçen yıl bir arkadaşımız, 30 bin lira farkla beni geçti ama ben 6- 7 yıldır Burdur ilinin vergi birincisiyim. Aynı zamanda Mehmet Cadıl olarak da birinciyim. Antalya’da geçen yıl, yılın

işadamı ödülünü aldım. ANSİAD’dan firma bazında iki tane ödül alan tek kişiyim. Hem firmamla hem de şahıs olarak ödül aldım.

Halktan aldığın parayı halka aktarmak zorundasın. Yoksa bir gün tökezlersiniz. Eğer dua almazsanız, hayır duaları almazsanız başarılı olacağınıza inanmıyorum. Yeri geldiğinde işçinle olacaksın. Yeri geldiğinde işçinle beraber olmalı, onunla yemek yemelisin yoksa işçin sana para kazandırmaz. Eğer işçinin gönlünü alırsan dağları devirisin. Biz firma olarak bunu yaptık. Ben, firma bazımda işçilerimi senede bir veya iki sefer ödüllendirmişimdir. Dışarda ağalık yapıp da işçinde ağalık yapmazsan olmaz. Eğer böyle olursa işçin ‘Bizim kazandırdığımız parayla

dışarıda ağalık yapıyor.’ der. Biz şu anda olsun, geçmişte olsun yılda birkaç kez işçilerimize pirim veririz. Binlerce lira dağıttım. Neden, bu parada; ben varsam onlar var, onlar varsa ben varım. Eğer biz bu şekilde yapmasaydık buralara gelemezdik. Bakınız, Abbas Nur bizi gördü ve Burdur’un Bucak ilçesinde bizi bularak, bizimle anlaştı. Biz de ihracatçı olduk. O zaman ne oluyor, geniş kapsamlı düşünmek zorunda oluyorsunuz. Her firmanın bir geçiş dönemi var; Abbas Nur da destekledi ve varlığa doğru ulaştık. Bununla beraber, sosyal manada da kendimizi geliştirdik.

SANAYİ YAPILMAZ YARATILIR

BEKTAŞ: BURDUR İÇİN MERMERİN ÖNEMİ NEDİR?

CADIL: Cenabı Allah her bölgeye bir

maden vermiş. Geniş düşünelim, Allah Soma’ya öyle bir kömür vermiş. Önceden çıktığı gibi gidiyordu şimdi ne yaptılar, oralara işleme tesisleri kurdular. Burdur’a, Bucak’a da mermeri vermiş. Bucak’ın Çamlık bölgesindeki traverten ocağında, bu ocaktan bir kamyon mal satmadım, bağış verdim. Molozunu dahi. Bucak’ta işledik, hem Türkiye içine hem de dünyaya sattık. Eğer biz bu malı blok olarak satsaydık, Bucak bu kadar mermer konusunda gelişir miydi? Serbest ekonomi var. Burdur’daki idarecilere de bunu söyleyelim. Malın %50’sini satsın, %50’sini de Türkiye’de işlesin. Burada ilk önce Burdur’un idarecilerine bunu sormak lazım.

(9)

Emirle, baskıyla hiçbir şey olmaz üstat. Benim gönlümü almazsan paramı alamazsın. Dünyada serbest ticaret var yasalara dayanır ama Burdur’daki ocaklar da şunu yapabilir. Gider önce firmanın gönlünü alır, Burdur’a işleme tesisi yaptırır. Burdur’un 1. Sanayisi dolmamış, 2. Sanayisi hiç iş yapmıyor. Bir de bu açıdan bakalım. Üzüm üzüme baka baka kararır denir. Burdur’un kendi sanayisinde de bu eksikliği arayalım. Sanayi yapılmaz; yaratılır üstat! Yaratacaksınız.

Ben Çinlilerin blok mermer götürmelerine o açıdan bakmıyorum, ben sanayiciyim. Çinlilerin çoğunun götürdüğü taşları burada Türk sanayicisinin fabrikasına getirtip işletecek tesisi yok. Bir defa o taşı işlemek için tesis kurmak, tesis kurdurmak lazım. Mesela, biz o eksikliği gördük. Ben çatlak ve patlak taşın tamamını işleyebiliyorum. Bizden sonra Burdur’da bir arkadaş da ona yakın bir tesis kurdu. Ama devlet için Türkiye’de yarısını işledikten sonra göndermeleri istenebilir. Çinlileri çalıştırmayacağım diyemeyiz. Çünkü dünyada bir sistem var. Çin’de garanti var, işlemeden sattırmıyorlar. Çin’e de işlenmiş malzemeyi aldırmıyor. Bir kere Çin ekonomisini

ve sanayisini kurmuş, çok ucuza mal ediyor. Türkiye’den ucuz mal ediyor, işgücü anlamında, orada bir adam en çok 150 dolara çalışıyor ama biz 600 dolardan aşağı fiyata işçi çalıştırmıyoruz. Bu da bin liranın üstünde. Çin devletinde işçinin maliyeti 200 dolar. Yani bir kere buradan kârı var. Çatlak taşları da parça parça yapıştırıyor ve işçiye levha başına para veriyor. Bir levha yaparsan 50 dolar üç levha alırsan 150 dolar diyor. Mesela bugünlerde İlci’nin taşı çıktı, Burdur’da bugün-lerde en çok İlci’nin taşı var, Karamanlı ’da. Burdur’da sanayici geç davrandığı için mermer ruhsatlarını başkaları alıyor. Yani burada yarı işlenmiş bir tesis kurulabilir. Bunu da idareciler ön ayak olabilir ama baskıyla da bir şey olmaz. Burdur’u Organizesi var. Bucak ile Burdur’u mukayese etmek değil ama Bucak’ta 2. Organ-ize Sanayi Bölgesi de doldu. Şu anda yer kalmadı. Ama Burdur’da kendi yatırımcısı da olmalıdır. Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde gelmez. Kendinden parası olan arkadaşlar yatırım yapmalıdır.

BEKTAŞ: BURDUR’UN

GELİŞEMEMESİNİN SEBEBLERİ SİZCE NELERDİR?

CADIL: Pasası Burdur’a kalıyor, nimetleri

başka yere gidiyor. İhracatta; Antalyalı olan Antalya Ticaret Odasına, Denizlili olan Denizli Ticaret Odasına, Ankaralı olan Ankara Ticaret Odasına gidiyor. Burdur’da ne oluyor, şubesi olursa çok az bir para yatıyor. Bilmiyorum ama Bucak Ticaret Odası, Burdur Ticaret Odasından hemen hemen güçlü. Niye güçlü? Bugün Bucak Ticaret Odası hiç kredi almadan altyapısını yapıyor. Neden, Bucak’taki firmaların tamamı Bucak Ticaret Odasına kayıtlı. Mesela AS Çimento var o da Bucak Ticaret Odasına kayıtlı. Bir şubesi Antalya’dadır, Antalya’ya da kayıt olabilirdi. Burdur milliyetçiliğini ön plana almak lazım.

Düşünelim; bana göre Burdur neden geri kalıyor: Geçmişteki bir Vali vardı, Çerçin Isparta Yolu yapılıyordu ama ‘bana kalsa ben bu yolu kapatırım.’ dedim. Isparta IYAŞ’a bakınız. Kaç tane işadamı gün boyu kazandığı parayı gidip IYAŞ’ta bırakıyor. Para nerede kalıyor, Isparta’da kalıyor. Para güçtür. Güç her şeyi yaptırır. Burdur’da kazanıp, Isparta’da bırakmak olmaz. Bakınız, Gölhisar, Çavdır, Yeşilova’da kazanacaksın Denizli’ye yatıracaksın, bu böyle olmaz. Söğüt tarafından düşünelim, bu bölgede kazanacaksın, Antalya’ya bırakacaksın. Üç ilin arasında bir il tokat vurulursa öksüz gibi olur. Burada bunu düşünmek lazım. Siz ilçene veya ilinize IYAŞ gibi modern bir yer yapmıyorsan; nasıl büyüyeceksin, bu konuda belediyelere büyük iş düşüyor. O halde belediyeler bedava versin. Bu tür modern bir tesis için bedava yer versin. Karşılıksız versin. Ben olsam veririm. Ayrıca sen Isparta’nın yolunu modern açarsan insanlar Isparta’ya gider; şu anda Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi’nin bazı hocaları Isparta’da. Burdur’daki belli başlı bazı idare amirlerinin evi Isparta’da. 20 dakikada gidip geliyorlar. Ben idareci olsam ilk önce o yolu kapatırım. Kısa yolu kapatırım, uzun yolu açarım.

Ben aslen Antalya Korkuteli doğumluyum. Ama bana göre ilk önce doğduğum yer değil doyduğum yer gelir. Ben Bucak sanayisinde akü plaka fabrikasını kurdum. Akü Plaka Fabrikasından sonra Mercan Akü’yü kurdum. Mercan Akü Fabrikasından sonra PORTİSAN iskele Fabrikasına ortak olup, en büyük hissedarı oldum. Bununla beraber 1988’in altıncı ayında PORTSAN Mermer Fabrikasını kurdum. Daha sonrada Mercan Mermer’i kurdum Ben tüm bunları gider Korkuteli’ne kurabilirdim. Benim bir sloganım var: Ben Bucak’ta doydum, Bucak halkından parayı alıyorum ve bu parayı Bucak halkına harcamaktan da şeref duyuyorum. Derginizin okuyucuları belki sitem edebilir ama Burdur ne yapmış? Burdur’da kazanmış Antalya’ya yatırım yapmış.

(10)

Mermer karşılığı biraz daire aldık ama belli zamana kadar benim Antalya’da oturacak evim yoktu. Bucak’taki bir PTT görevlisi, kızıma; “Baban sağda solda güreş ağalığı yapacağına ilk önce başını sokacak bir ev yapsın.” demiş. Ben uzun süre ahşaptan evimde oturdum. Ve o gün kızım beni aradı ve PTT görevlisinin dediklerini şikâyet ederek, oturacak evimiz olmadığını söyledi. Doğrudur. Ben ilk önce işyerimi düşünürüm. İşyerim iyi olsun. Bucak’a 51 yıl oldu geleli, 10 yılını tanımasam 41 yıl oldu; Burdur’un iki tane girişi var. Girişlere bedava ev yaparım, belediye olarak bu evleri dağıtırım. Sonuçta işveren olarak yatırım yapmak zorundasınız. Bir ilde lider bir tanedir ama binlerce işçi vardır.

25 YIL ÖNCE BURDUR’UN DAĞI TAŞI ALTIN DEMİŞTİM PORTSAN’ın 2 tane lideri olsaydı bu kadar başarılı olur muydum derseniz olmazdım. Burdur’da 20- 25 yıl öncesi demir- çelik üzerine hattane vardı ben orayı almak istemiştim; o yıllarda ‘Burdur’un dağı taşı altın ama kimse kıymetini bilmiyor.’ demiştim. Bakınız bu yirmi- yirmi beş sene önceki konuşmam çıktı ve bugün Burdur’un dağı taşı altın oldu. Değil mi? Ama bu altını değerlendirmek lazım. İdarecisiyle, sanayicisiyle, bürokratıyla bir bütün olmak lazım. Her şeye tenkit ile varırsak olmaz. Ocaklar, dağları ilk önce bozabilir ama bozarken yaptırmasını da bileceksi-niz. Ben Çamlık civarında Mehmet Cadıl diye bir dağ var, gidip bakabilirsiniz adam boyunda çam, akasya ağaçları oldu. Ben bu açıdan Türkiye’de ilkim. Neden bunu diyorum. Bunu İtalya’da yapmışlar, orada gördüm; bir gün de bize gelecekti ve işte geliyor. Yasalar bu yönde oldu. Çevrecilik Bakanlığı oldu. Şimdi şu şekilde düşünelim: Gelişmekte olan bir ülkeyiz, gelişmekte olan bir Burdur’u düşünelim. Ben, kaşığı çatalı, pilavı koyacağım; yarımı elleme bütünüme dokunma ama yine de karnını doyur; böyle bir ticaret yok. Dağlarda bu kadar gelir var ise biz hem bozmasını, yeri geldiğinde de yapmasını bilmeliyiz. Ekonomimiz İtalya kadar güçlü olsaydı, dağlarda o delik deşik olan alanları düzeltirdik. Ama biz henüz apalıyoruz, koşma devrine gelmedik. Örneği var. PORT-SAN firması dağı ağaçlandırdı. Çıktığımız yerleri de ağaçlandırıp çıkabiliyoruz. Firmaları ise güç bazına göre ayarlamak lazım. Her açılan ocak da para kazanmıyor. Eğer biz o taşları yoklamasaydık, Burdur bu kadar aranmasaydı iyiyi bulamazdık. Sadece kötü yönüne bakarsak bir yere varamayız. Burdur, belki kendine para bırakmıyor ama Türkiye ekonomisine bir güç katıyor. Burdur’a para bırakmıyor ama değneğin öbür tarafına bakarsak ülke ekonomi-sine güç katıyor. Sonuçta Çin’e de verilse Çin’den alınan para Türkiye’de harcanıyor.

BURDUR’UN DAĞLARINDA PARA KAZANILIYOR

Biz sıfırdan doğduk, elbise, don, gömlek, okul medrese bulduysak hayat da budur. Dünya da budur. Mesela İtalya’yı düşünelim. İtalya, Carrera ile başlamış orada fuar şehri varmış oradan Verona’ya geçmiş. Carrera’nın iç kısımlarına gittiğiniz zaman, bizimle hiçbir farkı yok. Ama güçlendiğiniz zaman orayı tevzi yapmış. Ama güçlenmiş. Suçu sadece sanayiciye bulmayalım, İtalya’nın hükümeti mermer ocağının önüne kadar asfalt yapmış, yolunu, elektriğini getirmiş. Ondan sonra da ‘Bedelini de öde’ demiş. Bizim, köylerimizin yollarına bakalım, çok iptidai, hemen toprağın üstüne asfalt döküyorsun, iki santimetre asfalt döküyor-sun onu da mermerci bozuyor. Ama mermercinin Burdur dağlarında ne kadar işçi istihdam ettiğini bir hesap edelim.

(11)

Çevrelim ters yüzünü, demin eleştirmiştik şimdi de buraya bakalım. Burdur’un dağlarına akşam baktığınız zaman hepsi ışıl böcü gibi. Burdur’daki o ışık yanan köylerdeki adamların çoğu ve hatta hepsi şimdi ocaklarda çalışıyor. En küçük operatör 2 bin tl maaş alıyor, bekçi 1500 tl maaş alıyor. Köyde yılda 10 bin tl’lik gelir olmaz-ken, bir kişi oraya 10 Bin tl gelir getiriyor, hayatını sigortalıyor. Bu açıdan düşündüğünüz zaman iyi mi kötü mü? Sazak köyünden bize usta olarak geldi, Bekir Öz, şu anda Fabrikası var. Kardeşlerinin köyünü satın alır. Eğer orada o mermercilik olmasaydı bu gelişebilir miydi? Bu açıdan düşündüğünüzde hem artısı var hem eksisi var. Bizim idareciler bu artıyı eksiyi görsün. Burdur’da her çıkan taş Türkiye’de kesilir, biçilir mi? Ona bakalım. 100 taştan 30-40’ı biçilmez ama Çin’de ekonomi güçlü olduğu için gelişmiş ülke olduğu için o çatlak- patlak taşları yapıştırıyor, orijinali gibi cillop gibi dediğimiz şekilde yapıyor ve satıyor. Eğer biz de epoksi dediğimiz o yapıştırıcı teknolojisini ilerletirsek; buna tek taraflı bakmayalım. Bugüne kadar hangi tane bir tane bu kadar üniversite var, bu konuda ARGE yapmış, geliştirmiş? Yok. Türkiye’nin eksikleri burada da var. Buraları bulduğumuz zaman sadece mermer üstüne değil. Bu bir dergide yayınlanacak, bu dergiyi okuyanlar yazının tamamını okuyacak ki iyi tarafı da var, kötü tarafı da var. Kötü tarafı ne çevre görüntüsü. Ama biz burada bu görüntül-eri, dağın taşını aldıktan sonra düzeltebilir miyiz?

Bucak’ta herkes birbirinin elini sıkar. Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın bir toplantıda insanlar birbirinin elini sıkar; küs- dargın olup olmadıklarını bilemezsiniz. Ama Burdur’da bu mümkün mü, değil. Ben neden Kırkpınar Ağalığını alıyorum, ne işim hem kendimi hem de firmamı reklam etmek zorundayım. Bu benim kendi gücümle kendi yarattığım bir hadisedir.

BENİM OLDUĞUM YERDE BAŞARI OLACAK

Efendim ben, Bucak’ta 4 yıl üst üste güreş turnuvası düzenledim. Niye yaptım o yaşta, Bucak’ta uzun yıllar Bucak İmam Hatip Aile Derneği Başkanlığı yaptım o yaşta, Atatürk Okulunda Aile Koruma Derneği Başkanıydım. Ve iki okulla ses çıkardım.

Biz o yıllarda, talebe başına 50 Lira maaş vermeyen, talebesini kaydetmiyordu ama Burdur ilinden ve Isparta ilinden daha başarılı

talebe yetiştiriyorduk. Yarış vardı. Benim ömrümde tek sloganım var: Benim Olduğum yerde Başarı Olacak. Ben Bucak Atatürk Okulunda da aynısını sağladım. Benim olduğum yerde başarı oldu. Niye, insanlar başarıyı kendi yaratır sistemiyle. Ben Atatürk Okulunun tamamını o okulun öğretmenlerine badana ettirdim. Hademeye gömlek pantolon aldım, çay, pasta, tatlı alıyordum ve ‘Ben para harcıyorsam siz de bedenen yorulacaksınız’ diyordum.

Ben hiç unutmuyorum, Yusuf Çomak, Nurdan Erk var; Atatürk Okulunun bütün sınıflarını herkes son sınıf öğrencileri ile badana etti. Bu sistemin gereğidir. Ben o yıllarda güreş ağalığım vardı, Mercan Akü diye. Güreşlere kim gidiyordu, orta halli vasıtalar, ben Mercan Akü’yü reklam çağında bütün güreş sahasında

kisvet giydiriyordum. Oralara vardığımızda, güreş ağalığına katılmıyordum ama teberru veriyordum. Ne yaptık, akümüzün ve kendimi-zin reklamını yaptık.

BURDURDA Kİ SANAYİCİLERİN BİRLEŞMESİ LAZIM

Burdur ili de kendini reklam etmesini bilecektir. Kısa vadede bunları alırsak olmuyor, ama uzun bir çerçevede baktığınızda, o yıllarda alsaydım, bugün Burdur’da bir çelik hattanesi olabilirdi. Ben %51’ini alıp, söz hakkım olsun istedim, bu ovada mermer fabrikasını yaşatıyorsam demek ki Burdur’da da o hattaneyi yaşatacaktım. Biraz zamanı ve zemini çalmak lazım. Burdur’daki arkadaşların birleşerek fabrikalar kurması lazım. Burdur Organizesi; efendim, 1. Organizesi henüz dolmuş değil. Sen nasıl 2. Organize düşünürsün.

(12)

İtalya’nın kuzeyi güneyi var. Güneyi naren-ciye bölgesi kuzeyi de sanayi bölgesi. Ama İtalya bugün sanayisiyle övünüyor, narenciye ile hiç övünmüyor. Ama sen yıllar önce Burdur’da ticaretin en güzelini yapıyormuşsun, tren rayı oraya geliyormuş, Antalyalısı Ispartalısı alışverişlerini Burdur’dan yapıyormuş. Ama bir deprem Burdur’u küçültmüş bence. Depremde büyük sanayiciler kaçmış ama benim doyduğum, benim toprağım demek lazım diye düşünüyorum. Burdur’daki Şeker Fabrikası da canlandırılabilir, daha verimli olabilirdi. Biz çarşaf olarak Burdur’un bütün sorunlarını dökersek çok şey söyleyebiliriz. Ama siz kurulan tesislerin hepsini kaybetmişsiniz. Sahip çıkmamışsınız ama belediye olarak ama siyasi olarak. Herkes şapkasını önüne koymalı ve düşünmeli; bu tesisler neden kayboldu, şimdi yeni tesis neden yapılmıyor? Sen hazırı kaybetmişsin, il olarak da küçülmüşsün. Burdur Şeker Fabrikası kurulduğunda kaçıncı fabrikaymış, Burdur’a süt fabrikası kurulduğunda kaç ilde böyle fabrika varmış. Ama o günün siyasileri hatır gönül demiş, bir adam yerine on adam doldurmuş o da zarar etmiş. Özel teşebbüs tasarruftan para kazanmak zorundadır.

BEKTAŞ: YATIRIMLARINIZIN YANINDA SİZİ HAYIRSEVERLİĞİNİZLE DE TANIYORUZ, HAYIR YAPMAK SİZİN İÇİN NE ANLAM İFADE EDİYOR?

CADIL: Benim hayırseverlik anlayışım konusunda; 1960’dan önce ilkokulda zorluklarla okuduğumu, süt dağıtımında süt ile beraber bir de tülü pantolon (iki gün sonra arası söküldü)

aldığımı unutmadım. Birisi bana o yıllarda bunu verebildiyse ben de imkânlarım olduğu zaman bunu vermeliydim. Ben o günleri hiç unutmadım. Simidi sattım, yiyemediğimi hiç unutmadım. Antalya’da çalışırken, beton evlerde ve merdiven altlarında yattığımı hiç unutmadım. İşte Mehmet Cadıl oralardan

buraya geldi. Kazandın ve öleceksin. O çille de o fakirliği, paranın esiri olmadan, kazandığım parayı birine verirken Allah şahittir gerçekten zevk alırım.

Ayakkabımın altına pençeyi vurdurmalıyım ama birine yeni ayakkabı

almalıyım. Bu benim sloganım. Bununla beraber benim bu yaşadıklarımda eşim ve çocuklarım destek oldu. Bizim evde pinti ve cimri hiç adam yoktur, herkes cömerttir. Bir torunum var, Ankara’da TOBB’da okuyor, benden sonra inşallah Mehmet Cadıl’ı ona bırakacağım, benim aynım olacak. Çok kazanmasını bilecek ve çok dağıtacak. Simit satıp, Yörük Süllü’ye 1 lirayı vermeyi biliyorsan şimdide kazandığın parayı fakire fukaraya verebilirsin. Ben okumadığım, okuyamadığım o okulda, şehirli çocuklarının bana ‘Pis yörük’ diyerek yargılamalarını ve pıstırmalarını unutmadığım için bu güzel okulu onun için yaptım. Ben okuyamadım okuyan biri olsun. Her yaptırdığımda bir ibret vardır. Annem 36 yaşında vefat etmiş ve ben 6 yaşında öksüz

kalmışım. Babam, “Annemin öldüğüne

yanmıyorum da, 10 gün sonra Isparta’dan ilaçları geldi, o ilaçların parasını ödeyemedim ona yanıyorum.” dedi. Babam annemin öldüğüne yanmıyor, ilaç parası yok buna yanıyor. Bir anne ölmesin diye Bucak Devlet hastanesini onun için yapmıştım. Bunu yaptığım gibi Korkuteli Devlet Hastanesinin

önüne de poliklinik servisi yaptırmışımdır. Yani o kadar zor kazandığın parayı vermek herkese nasip olmamıştır.

Ben şunu düşünürüm; üç ya da beş evim daha, üç ya da beş fabrikam daha olabilirdi ama biz doğmasını biliyorsak ölmesini de bileceğiz.

(13)

Ölürken Sultan Süleyman avucunu tabuttan dışarı çıkarmış derler, ben hiçbir şey götürmüyorum. Ardımdan iyi bir seda götürebilirsem. Ben, servetimin tamamını dağıtmıyorum. Benim arkamdaki çorum- çocuğum da bu okulları bunun için yapmışımdır. Bir çocuk okusun, Türkiye’yi bundan sonra gelişmiş ülkelerdeki hızlı trenleri, rayları, uyduları yapabilen o beyinler bizim okullarımızda da, Türkiye’de de yetişsin istiyorum. Karıncaya sormuşlar bu yürüyüşle hacca mı gidilir, ‘ben hedef koydum’ demiş. Ben de hedef koydum ve ben iki ilden daha başarılı talebe yetiştireceğim. Benim hedefim bu. Her öğretmenin, her okul başlangıcında kendisine elbise alabilme gücü vardır. Ama başarı olması için, biz okulun ilk haftasında Altınyıldız olmak üzere en kaliteli ayakkabı, elbise kravat alırız. Ben öğretmenleri böyle giydirdiğim zaman mutlu oluyorum. O elbise, o öğretmeni anıldığını ona saygı duyulduğunu gösterir. Her öğretmen elbette elbisesini para ile alabilir. Ama bir okulu yapanın bir çöp dahi alması etkili olur. Mesela bir zengin çocuğu okulda bir simit dağıtıyor, o simitlerden zengin çocuğu da fakir çocuğu da alıyor. Ama o kadar mutlu oluyor ki, cebinde parası da var ama senin dağıtman ayrı bir şeydir. Ben de bunu yapıyorum. Ben hem doğduğum yere hem de doyduğum yere işimi aksatmıyorum. Burada bir nokta var; herkesin anımsamadığı. Ben milyonlarca dua alıyorum. Ben hiç unutmam, babam Yörük Süllü’ye her para verdiğimde bana “Oğlum avuçladığın toprak altın olsun.” derdi. Ne altın oldu; Çamlık’ın taşı altın oldu önüme geldi, ben bu taşı kesiyo-rum. Akıl bende değil, aldığım duada. Mevlana da söylemiyor mu; ne olursan ol dua alacaksın, fakiri sevindireceksin, kazandığının bir kısmını vereceksin. Ama binlerce dua aldım; ‘Birin bin etsin’ diye dualar aldım. Dünya dua ile kurulmuş, cenabı Allah. Hz. İbrahim Peygamberimizin çocuğu susuz kalmış, dua etmiş zemzem kuyusu çıkmış. Biz de bu manada bir zemzem kuyusu yaratıyoruz, alıyoruz; sağ elle alıp sol elle veriyoruz, sol elle alıp sağ elle veriyoruz.

(14)

BEKTAŞ: DEVLET MERMER KONUSUNDA NE YAPMALIDIR?

CADIL: Çevreciler şimdi mermerciler dağları mahve-diyor mahve-diyor. Efendim mermerci dağın taşını alıyor, bu taraftan alıyor, öbür tarafa aktarıyor. Yağmur var su var. Bir gün gelecek geçmişteki harabelere bakın hepsi yeşermiş. Buralarda yeşerecek ama yıllarca bu maden, bu dağ- taş dursa, ekonomiye hiçbir katkı etmese, doğa ne verecek, tamam bozmayalım. Devlet her şeyi yapamaz. Devlet şemsiye olur. Devlet en güzelini bilir. Bunda bir fon koyar mı, bu fonu koyarsa ne getirip, ne götüreceğini bilmeli, bu taşın ne kadar iç piyasaya gittiğini, dış piyasasını bilmeli. İkna ederek olacak. Bucak’ta hiç işsizlik yok ama Burdur’da var. İşsizliği önlemek için, devlet bazı fabrikaların kurulmasına önayak olabilir. %50’sini işletme şartı getire-bilir. Biz bütün kanunları gelişmiş ülkelerden almıyor muyuz, Çevre Bakanlığı’nı gelişmiş ülkelerden almadık mı? Ama artısını eksisini düşünmek zorundasın. Avrupa’nın her vatandaşı üniversite mezunudur. Ama sen Türkiye’de üniversite mezunu belli değil. İyi bir portif kullanacak, iyi bir operatör, uzman hiçbir adamımız yok. Bir proje üretecek bir proje yazacak beynimiz yok. Sen bunları geliştirmeden yasaları geliştirirsen olmaz, dünya da bunu yapmış, İtalya’da, İspanya da bunu yapmış. Biz ilk önce bozmasını sonra da yaptırmasını bileceğiz, bunu devlet yapacak; yasalarla. Şartnameyi koyacak, ‘Ben ürettiğim taşın %50’ini Türkiye’de üretmek istiyorum.’ diyecek. %50’sini ham olarak sat, %50’sini de işle diyebilir-sin. O zaman eli kolu bağlanmamış olursun. Şimdi adam blok satıyorum diye dağlarda yıldırım gibi çalışıyor. O zaman ileriye dönük de bu madenleri yayarsın. Şimdi çıkardığı gibi sattığı için bugünkü kara bakıyor. Ama projede uzun vadeli bakmak lazım. Ocaklarımız bitiyor, bu konuda haklısın.

Değerli ocaklar kayboluyor. Herkes bugün kazanmayı düşünüyor, yarını düşünmüyor. Bugün kazandıktan sonra elektronik bir fabrika kuruyorsa, buradan kazandığım parayı daha bir başka yatırımlara çeviriyorsa olur. Yükte hafif pahada yüksek ekonomi yapıyorum diyebiliyor muyuz? Bizim en büyük eksiğimiz bu. İtalya ve İspanya mermeri yavaşlatmış ama sanayi gücünü yükseltmiş. Sanayisini geliştirmiş. Burdur’da hangi sanayimiz var. Mermer makinesini Burdur’da yapamıyoruz.

Ama Bucak’ta yapıyoruz. Bunu geliştir. Burdur’un tüm ocaklarında kullanacağım makineyi Burdur’da üretiyorum diyebiliyor muyuz? Maalesef. O zaman sanay-iciye ne diyeceğiz, çuvaldızı kendine iğneyi bana batır diyeceğiz. Şimdi dünya artı ve eksiyle kurulmuş.

Biz, bir taraftan Burdur’un dağını eleştiriyoruz ama Burdur’un sanayisini de eleştirelim. Kimse sanayici olmak istemiyor.

(15)

BURDUR SANAYİSİ İÇİN PANELLER YAPILMALI

Paneller yapılacak. Eğer, gölün kurumasına ve dikkuyruğa bu kadar gayret ettiğimiz kadar Burdur sanayisi ne yapmalıdır diye paneller düzenleseydik bugüne kadar bu anlattıklarımı daha iyi yapabilirdik. Ben 40 yıldır aklım eriyor, 40 yıldır Burdur’da göl, dikkuyruk, baraj. 40 yıldır konu gölün kuruması, dikkuyruğun gitmesi. Biz bunca zaman sanayiciler panel yapsaydık, ‘Efendim, Denizli şunu yapmış, Antep bunu yapmış, Kayseri bunu yapmış; Burdur ili neden geri kaldı, biz Denizli’den ileriydik neden geri kaldık.’ gibi paneller yapsaydık böyle olmazdı. Dağların durumu kağıda döken, dağları çeken-ler yıllardan beri bunu yapsaydı, ‘Burdur’un Dünü, Bugünü; Sanayisi’ şeklinde olsaydı daha iyiydi. Hiç sanayiden bahseden biri var mı? Gözüken bir şey var ama gözükmeyeni de dile getirelim. Ben sanayici olarak bunu söylüyorum. Herkes şunu söylüyor keşke Burdur’da bir Mehmet Cadıl daha olsaydı. Bu Mehmet Cadıl değil, biz takım olarak oynuyoruz. Eğer Bucak’taki herkes eteğindeki taşı dökmeseydi, eğer buradakiler güç almasaydı olmazdı. Mademki biz basının gücü güçlü, o halde bunları dile getirelim. Bütün üniversitelerde paneller oluyor, hatta geçenlerde Ermeni soykırımı paneli oldu ama bunlar olmuyor. Burdur ne oluyor diye bir panel düzenleyelim. Burdur’un dününü bugününü, neden böyle olmuş bir eğitim düzenleyelim. Bu söyleşimiz bir vesile olsun. Fakat o eğitime çağırdığınız zaman sanayici olarak kimse gelmiyor. Üzüm üzüme bakarak kararır, Burdur sanayici değil mi sanayici ama 3 aylık sanayici. Herkes tarım üzerinde sanayi yaptığı için 3 ay çalışıyor, 9 ay

yatıyor. 3 ay satıyor, 9 ay idare ediyor. Ama sanayide her gün satılır ve devir daim olur. Böylece olan sanayi daha fazla güç kazanır. Patoz da bir numaraydık, biçerdöver yaptık ama imalat sanayi arkasından gelmedi. Bugün BURTRAK traktör fabrikasını ekrana getirebilsey-dik, sanayici olarak o konuda birleşseygetirebilsey-dik, devlet olarak, hükümet olarak, belediyesiyle valisiyle dile getirseydik ama bugüne kadar baktığınız zaman uzun vadede Burdur’un belediye başkanı, valisi bir araya gelememiş. Paneller yapmalı ama her panelde de üçü de ön koltuğa oturmalıdır. Biz üç idareci isek üçümüz de aynı lokma yapmalıyız. Ama uzun müddet siyasi arenalara bir arada gitmeli. Bucak’a

Organize yapılmış, kaç tanesi dolu? Eğer mermercilik ne getiriyor, ne götürüyor, ne yapmalı dersek, Burdur’da bugün estedir, silim makinesidir yapılsaydı bu göz biraz daha yakın olabilirdi. Biz devlet olarak şunu isteriz; %50’ye %50 üretim şartnamesi getirebilir. Hem olduğu yere yapabilir, illa Organize Sanayi Bölgesi olması şart değil. Dünyaya baktığınızda, ABD, İtalya’ya baktığınızda muhitlere yayılmış, biz hepsini Burdur’un içine alırsak işçi sorunu da büyür.

Ama bir bölümünü Karamanlı ’ya yapar-sak, efendim Çavdır’a bir bölümünü yaparsak o zaman Burdur’un ilçeleri de güçlü olur diye düşünüyorum.

(16)

BEKTAŞ: GERİYE DÖNÜP BAKTIĞINIZ ZAMAN KEŞKE ŞUNU YAPSAYDIM DEDİĞİNİZ KONU VAR MI?

CADIL: Kafamdaki bir eksiklik, keşke bu okulları 20 yıl önce yapsaydım. Üniversiteye göre, bana göre çalışkan bir talebe yaratsaydım. Keşke. Bir tek bunda yanıldım. Bu okulu çok önce yapmam lazımmış. Böylece şimdi kendime göre makine mühendisi, kendime göre ekonomist olabilirdi. Burada bir üniversite yapsaydım ama burada hoca ne yazık senin tipinde olacak. Bucak’ta okulum var, bu okuldan ben her sene en az 70 tane Mehmet Cadıl mezun ediyorum. 10 yıl sonra inşallah doktoru, hakimi, Mehmet Cadıl kuralında; hem vermesini

hem yapmasını bilecek. Ben simidi paylaşmayana hakkımı helal etmem diyorum. El öpen, eğilen nesil yetiştiriyorum. Dünya milletlerine bir bakın, Japonya’ya bakın, geçmişine o kadar saygılı ki, kiliseye geldiğinde eğiliyor. Bizim üniversite gençliği her şeyi yapar, yapsın kardeşim, sevgiyi saygıyı da öğrensin. Hocasını sevmiyor, hocasına hakaret ediyor. Hocasını dinlemiyor. Dinlemiyorsan okula niye geldin. Eğitim boş bir kavanozdur, o kavanozu dolduracaksın. Doldurduğun kavanozu hayatında parçalayacak ve dağıtacaksın. İnşallah benden sonra torun devam eder. Ben Burdur Aziziye Şenliğini yapıyorum. Neden; geçmişine sahip olamayan geleceğine sahip

olamaz. Burdur Aziziye Şenliğini 14 senedir yapıyorum; en az 10 bin kişiye hizmet ediyorum. Neden, ben orada ilkokulda çocukların yörük dediğini unutmuyorum. ‘Yörük yürümüş, kıllı deri sürümüş’ dediklerini unutmuyorum. Yörüğün de bir sanayicisi var. Onun da bir geleneği, örf ve adeti var. 10 kişi, 15 kişi 6-7 metrekare çadırda yatmış ve kanaat etmiş. Kanaati ön plana alacağız. Sanayicilikte kanaat etmiyorsan büyüyemezsin. Şimdi herkes yazıhane güzel, sekreter güzel, araba güzel; fabrikanın içi güzel mi kardeşim? Ben iddia ediyorum bunu da yazmanızı özellikle istiyo-rum, benim bu yazıhanem kadar fabrikam güzel. İddia ediyorum. Mermer fabrikasında ayakkabının köselesi batarsa bana küfredecek-sin. Çünkü örnek olacaksın. Ama Türk Sanay-isinin, kusura bakmasınlar arka bahçeleri düzgün değil. Sanayiciler arka bahçelerine de önem verecek, önem vermezsen olmuyor. Niye Mercedes’e biniyorsun kardeşim; Mercedes’e biniyorsan fabrikanın içerisini de güzel yapacaksın. Benim sloganım bu. 4 fabrikam var, 10 sene sonra yeşil bir vadi seyredeceğiz. Buradaki bu yazıhanem 4. yazıhanem. İnsanlar işini gücünü geliştirdiği zaman oturduğu mekanı da geliştirecek. O zaman Avrupalı oluruz. Gençler de bunu bilmeli. Ama okumadan, sahip olmadan olmaz. Ayakkabısı Nike, kazağı Lacoste, gömleği Hatemoğlu. Olur, ama bunlar güzel parayla olur. Marka değerini kazanmış. Sen de işinde marka değeri yaptıysan bunları giy ama babasının parasıyla anasının yemeyip, gönderdiği parasıyla Lacoste giyilmez kardeşim. Bilgisayarın içindeki programı yap, yaz, kazan ve istersen dünyayı al, ayı al müda-hale etmiyorum. Ama hazırcıyız. Kazanılmadan elin parasını harcamak kolay oluyor. Ben gençlere ve üniversitelilere bunu tavsiye ediyo-rum. Ve önlerine örnek seçtikleri, nasıl güzel elbise giyip, markalı giyinmeyi tercih ediyorlarsa başarmış insanları örnek alsınlar. Beğenirler veya beğenmezler. Benim en beğendiğim kişi merhum Sakıp Sabancı. Hacı Ömer Ağa Kayseri’ye semeriyle gitmiş. Benim hayatımda budur, bu adam neden semerinden bahsediyor. Sakıp Sabancı ceplerini gösterirdi bir işçi kadar yiyecek parası olmazdı. Yiyemiyor ki, zamanı yok ama 30 bin işçiye bakıyor. Biz üretmeyi seven insanlar, sanayici olacaksan üretmeyi seveceksin yoksa bir yerden bir menkul satın alırsın ve onların kirasını alırsın, bir yer kurarsın sonra da Marmaris, Bodrum gezer turlarsın. O zaman da marka değerin olmaz. Benim gençlere tavsiyem budur.

(17)

BEKTAŞ: SON OLARAK, DERGİMİZE VE GENÇLERE MESAJINIZ NEDİR?

CADIL: Ben okullarda seminerler ve konferanslar veriyorum, dün de, Süleyman Demirel Üniversitesi Madencilik Bölümünden maden mühendisleri son sınıf öğrencilerinden 50 tanesi misafirim oldu. Gençlerin daha çok ve daha da çok çalışmaları gerektiği öğütlerini verdik. Derginizi okuyan gençlerimiz, bu yazının tamamını okumalı ve çok çalışmalıdır. ‘İmkânım yok ki hiçbir şey bulamam’ denmemeli, çalışarak imkân oluşur. Çalışanın arkadaşının babası vardır onu ikna eder, babasının sermayesiyle birleşir bir sanayi kurar. Bizim de sermayemiz yoktu. Yörük Süllü’nün oğlu geldi, burada çok çalıştı ve sevilen insan olmamız buradaki sanayi-cilere payende oldu, biz de varlık sahibi olduk. Gençlerimiz bir defa çok çalışmalı ve çok okumalıdır. Ellerindeki eğlence için bilgisayar ve

internet hadisesi kaldırmalıdır. Eğer bunları kaldırmazsak biz Amerika’nın ve İsrail’in kölesi olmaktan kurtulamayız. Bize o kadar engeller var ki; gençlerin ruhuna akacak internette öyle projeler var ki gençleri bağlıyor ve okumaya zaman ayırmıyor. Ben 22 saat çalışmalı 2 saat uyumalıdır diye tavsiye ediyorum. Çünkü gelişmiş ülkeler bunu yapmış. Biz engellerle, yapamam, olamam hadisesini kaldıracağız. Konuşmamım başlangıcında da söylediğim gibi her gence postacı bir mektup getirir, o mektuba hazırlıklı olmalıdır. Her genç dünyaya geldiyse cenabı Allah ona bir nasip ayıracak. Gece olur, sabah olur, rüyasında olur bilemem. Gençlere şunu tavsiye ediyorum. Ben 1960lı yıllarda bir kaportacı kalfanın bir müjde, ‘Mehmet Cadıl, sana bir müjdem var’ deyince ona bir şekerli

kahve ısmarladım, ‘Seni Yat Limanında

Konyaaltı’nda denizin üstünde ölü ve batmamış

olarak rüya gördüm, babama yordurdum, sen ileride çok büyük zengin olacaksın.’ dedi, 1959. Ben o rüyanın arkasına düştüm ve buraya geldim. Her genç bir rüyaya ve örnek aldığı bir kişinin arkasına düşsün, muhakkak hedefe varacaktır. Varmayacak diye bir şey yok. Ama bugün karamsar olmasınlar ve yollarına devam etsinler. Ve arkadan önden gelen tehlikeleri kendince ezsin. ‘Ben şurada şu hatayı yaparsam ne olur’ diye on sefer düşünsün ve keşke demesin. Ben ömrümde hiç keşke demedim. Dememek için plan- proje ile gideceksin. Ben bir fabrika yapıyorum, fabrikanın temelini, rüzgârı- depremi düşüneceksin, ben fabrika yaparken prefabrik yapmamaya çalışıyor hep çelik çatı istiyorum. Neden, bu bölge deprem bölgesi, keşke dememek için, çok okusunlar çok çalışsınlar. Çalışmadan hedefe varmak hiç mümkün değil.

(18)

Referanslar

Benzer Belgeler

Havadis Gazetesi-Poli Kıbrıs adasında gazetecilere düşen görev; biraz daha toplumun dile getirilmemiş hikayelerine odaklanmak ve toplumun hafızasına ışık tutmak

Sonuç olarak kısa metinleri okumada kâğıt gazete ile tablet bilgisayar ekranından okuma arasında süre yönüyle önemli bir farkın olmadığı, ancak okunan

Bu araştırmada, COVID-19 pandemisi sürecinde uzaktan eğitim uygulamasına ilişkin sorunlar öğretmenlerin bakış açısıyla anlatılmaya çalışılmıştır. Bu

Okuma, başta kişinin kendisini bilmesini, yeteneklerini geliştirmesini, hayatı okuması ve yakalamasını sağlayan temel bir dil becerisidir. Kişisel olduğu kadar toplumsal

3 — Hacıbaba dağının güneyinde (Başkış- la'n ın KB.) yer alan Dedebağ tepe ve Meke tepesi uzamış iki tepe olup, bu iki tepede Üst Jura yaşlı, kristalize

Taraf-ı Aliyye-i Hüsrevâniyeden Hatt-ı Hümâyûn-ı Sa„âdet-makrûn ve Emr-i Şerîf-i Âlî-yi Şân sâbıkan Yeniçeriler Ağası olup azlolunan Köse Mehmet Ağa‟nın esbâb u erzâk

Belli bir alanı sınırlandıran kendini kesmeyen dayanak eğrisine (s) sahip olan si- lindir yüzeyinin sınırladığı bölgeye silindirik bölge, silindirik bölgenin E ve P

Burada A noktası sıfır açılan (başlangıç) nokta; B noktası Ölçünün bittiği (altı çift çizgili)