B
lRÎMCt Dünya Savaşının yoksul günlerinde, peri şan günlerindeydik. Kadı köy vapurundaydım. Yanımda ki arkadaşım yavaşça kolumu dörttü:— Mithat Cemal!...
Karşımızdaki sırada oturuyor du. Güzel yüzlü, gür sesli, alımlı bir genç adamdı: Otuz yaşında ancak... Elbisesi temiz, ama so luktu. Gömleği ütülii, ama yıp ranmıştı. Hele siyah iskarpinle ri, sağlı sollu, makine dikişiyle yamalıydı!... Mithat Cemal’di bu, Mithat Cemal:
ölmez bu vatan, farz-ı muhal, ölse de hattâ, Çekmez kitrenin sırtı o tâbût-ıı cesîmi! Mısralarını yazan şair!... Büyük ve saltanatlı sözün çok beğenildiği o yıllarda, bu iki mısra bütün bir edebiyata bedel di. Sonra, bu iki mısraı, Birinci Büyük Millet Meciisi kürsüsün den Mustafa Kemal bile okuya caktı !
Aradan kaç yıl geçti, sayamı- yacağım. Bir akşam, onun Mısır apartmanındaki dairesinde çaya dâvet edildim: Eski ve seçme eş ya ile döşeli, kibar bir salondu bu... Artık, Adliye veznesinden maaş bekleyen Mithat Cemal’in değil, Galata Noteri Mithat Ce m alin evindeydim!
Bu çayda Abdullah Cevdet vardı, Süleyman Nazif vardı... Başka, kim vardı, bilmiyorum. Güzel konuşuyordu, bol konuşu yordu, süslü konuşuyordu.
Aradan bir kaç ay geçti, onu tekrar gördüm : Halil Nihat Boz- tepe’nin evinde: Şıktı, gümüşî pı rıltılı saçları, beyaz benekli nefti papiyonu ile pek şık. O akşam, galiba daha çok sevdim onu... Ama, dostluğumuz, tesadüflerin dostluğuydu: Bir öğle üstü Ab dullah Efendi Lokantasında, bir akşam üstü Lebon’da... Hepsi o kadar.
Asıl dostluğumuz, bir yaz gü nü başladı: Büyükada’da, Ana dolu Kulübü bahçesinde... Başı nı, siyah yapraklı, sert gövdeli bir ağacın gölgesine saklamış, geniş koltukta güneşleniyordu. Beni görünce, sesi sahiden se vinçli, elini telâşla sallayarak ça ğırdı:
— Buyurmaz mısınız?... Yandaki masadan bir koltuk alacaktım. Durdurdu: 4 s s r » s s a
OTanfgHi
İSİ ı i k f f PlÜll
I I I III. W « • ;ZUfCc
— Sakın haaa... Musaaa!... Beyefendiye şu koltuğu getir!
Daha otururken söze nasihatle başladı:'
— Ağır kaldırmayınız... Maddî ve mânevi yükümüz bize kâfi!..
Sonra, oturduğu, hayır, daha doğrusu yattığı koltukta biraz yana dönerek gülümsedi:
— Sizi bizim cemiyete âza ya zalım... Bilmiyorsunuz, değil mi?... Ben burada bir cemiyet kurdum: Ayağa Kalkmıyanlar Cemiyeti!... Aman birader, ra hat mı edeceğiz bu bahçede, yok sa gelene, geçene selâm mı dura cağız?...
Sonra, garsonun getirdiği kü çük acem bardağındaki çaya şe ker atmaya başladı: Bir, iki, üç... Tam sekiz şeker!
Ne dalgınlıktı bu?...
— Aman beyefendi, dedim, se kiz şeker attınız...
— Ne yapayım, dedi, daha faz la getirmemiş ki!...
O güldü, ben güldüm ve kar şılıklı iki kahkaha ile anlaştık!
Artık birbirimizin tiryakisi ol muştuk. Konuşmamız, sizli değil, senliydi. q
Bir akşam, yemek salonunda, baktım, masasından alevler yük seliyor. Tutuşmuş bir meyva ta bağıydı bu: Kaysıler, şeftaliler, erikler yangını!...
Yarım saat sonra, bahçede kahvelerimizi içerken öğrendim: Tifo’yu yakıyormuş!
Meraklıydı, çok meraklı: Va purda bir pencere açılsa telâşla yalvarırdı:
— Aman ne yapıyorsunuz, zâ- türree giriyor içeri!...
Biraz bencildi, biraz vehimliy di, ama servete eğilmez, kuvvete eğilmez, yalnız... Yalnız güzele eğilirdi: ister ağaç olsun, ister ipek olsun, ister kadın!
Kadında, güzellik anlayışı baş kaydı onun: Kemik güzeli derdi, çizgi güzeli derdi, renk, ışık gü zeli derdi... Eğer ucu bir şeytan fiskesiyle hafifçe havaya kalk mış bir burun görürse, yahut in ce bilekli iki kılıç bacak, yeterdi ona: Bu güzel kadındır!... Yaşa bakmaz, ellilik bir «şûh-u gü- zeşte» ye:
— Hayat var onda, hayat... Mektep kokmuyor!
Diye âdeta iç çekerdi...
Şairdi, güze! şair, gür sesli şa- fr. Kelimenin de tadını alırdı, kafiyenin de... Adı şarlatan bir şöhretle kanatlanmadıysa, ede biyatın siyasetini yapmadığı i- çindir. Biraz da elindeki kalem, vatanım, milletini, tarihini ko
nuşmaktan, kalbini konuşmaya pek az vakit bulduğu için!
Kitabının adı bile bunu söy lüyor bize: Türk’ün Şehnamesi!
Son sahifede sıralanan şiirle rin isimlerine bakınız: Yurt Duyguları, Atatürk’ün Heykeli önünde, Gazi’ye, Atatürk'ün Ce nazesi Ankara'da Karşılanırken, Büyük Ölü’ye, Millî Hâkimiyet Şarkısı, Talât’ın Tabutu Önünde, Topkapı Müzesinde, Fatih’e, Ko lu Kesik Asker’e, Meçhul Asker’e, Rüstem Paşa Camii, Çanakkale, Gençlerin Şarkısı...
ister acı olsun, ister sevinç, her büyük günde onun sesi var dır. Cumhuriyet’in onbeşinci yıl dönümünde yazdığı şiirden dört mısra alıyorum:
Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse, Sen asrım, üstünde izin varsa benimse! Bayrakları bayrak yapan üs
tündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen var
sa vatandır! Atatürk’ün tabutu önünde han gi kalem, Mithat Cemal’den baş ka, ona yaraşan şu büyük sesle konuştu:
Yine onbeş sene evvel gibi Ga zi geliyor, Yine onbeş sene evvelki kadar
yükseliyor. Yine başlarda oturmuş, yine göklerde başı, . Yıldırımlar yine bir eski silâh
arkadaşı. ölümün bitmeyen ufkunda ya
tarken yine- sağ, Bir avuç toprak olurken yine yüksek, yine dağ. Rüstem Paşa Camiini gezerken, Fatih’in türbesine bakarken, Ça nakkale’yi düşünürken, Mithat Cemal, hep bu Mithat Cemal’dir. Millî Hâkimiyet Şarkısında da bu:
Bir tek saray on bin evi, yüz bin evi yerken, Bir nazlı kadtn on köyü bir
günde giyerken, Sen toprağa artık «vatanim
dir» diyemezsin! O, eşine, çocuğuna, evine de daima otuz altı buçuğun üstün de bir ateşle âşıktı. Kadınlarımı zı, yabancı kadınların saltanatı nı kıskanarak sever:
— Bizim Ayşelerimiz, bizim Fatmalarımız bunların giydikleri kürklerin, sürdükleri kokuların
adlarım bile bilmezler!
Diye sesi ağlayarak iç çekerdi. Karısı Nâile hanıma yazdığı şu mısrağlarda onun âşık kalbini görürsünüz:
Her hamleme bir başka ka- nad, başka ufuksun, Koptukça kanadlar gibi az
mimden ufuklar... Yırtılmış, atılmış o kâğıtdır
ki hayatım Her parçası, her büklümü üs tünde adın var! Hayat arkadaşının öleceğini duyduğu gün hayat ona ölüm ol du. Aylarca, iki lokma yemeğini tabağına damlayan gözyaşlariy- le karışık yedi.
Ömrünün son yıllarında bir kadına âşık olduğunu biliyorum. Ama ne aşk, ne umutsuz, ne kıs kanç aşk... Aşağıdaki şiir onun için yazılmış ve hiçbir yerde çık mamıştır:
O KADINA
Kendi aşkımda ben vefâ aradım, Bana siz verdiniz o hârikayı.
Uçurumsuz bir irtifa aradım, Sizde buldum bugün o şahikayı! İstemem vuslatın hakikatini, Yetişir vuslatın hayali bana. Bahtiyar olmak istemem, yetişir Bahtiyar olmak ihtimali bana! ömrümün günleriyle birliktir Gecelerden uzun tahayyülünüz, Talihim gülmemişse kendi bilir, Bana âlemde sade siz gülünüz!.,
Bu kadın da Mithat Cemal’i seviyordu. Ona varmağa hazırdı Ama, Mithat Cemal almadı. Göz lerinden yaşlar akarak:
— Alamam Yusuf Ziyaçığım dedi, alamam... Kadın zengin, ben züğürdüm. Parası için aldı derler!
Sevdiklerine yazdığı mezar taş ları, dostlarına verdiği fotoğraf lara yazdığı mısrağlar içinde de sahiden güzelleri vardır, acıları vardır, nüktelileri vardır. Bir gün, Galatadaki dördüncü Note- lik dairesinde, Nihat Erim’e:
— Baş kâtibim, baş arkadaşım, baş belâm!
Diye takdim ettiği Süreyya Or mancı'ya hediye ettiği, fotoğra fın üstünde şu kıt’a var:
Sen gıyaben de huzurumdasın Ey mihr-i zekâ, Seni, zannetme gözüm sadece gördükte arar. Yerin üstündeki yıldızları bil mezse adam, Yedi kandilli Süreyyayı, gider
Doğrusunu isterseniz, Süreyya onun değil, o Süreyyamn baş belâsı idi. Dairenin bütün so rumluluklarını, bütün yükünü bazı bembeyaz dişleriyle güle rek, bazı gözbebekleri çıldırarak taşırdı... Taşırdı, çünkü Mithat Cemal’i yalnız seven değil, du yan, anlayan, tadan adamdı!
Mithat Cemal Kuntay, tanıdı ğım insanların en çalışkanların dan biridir. Güçlükten yılmazdı. Fransızcayı kendi kendine ve sa hiden öğrenmişti. Zengin ve za rif kitaplığında, kalemle okun mamış tek kitap, kenarına not yazılmamış tek sahife bulamaz sınız.
Namık Kemal, Mehmet Akif, Türk edebiyatına büyük emek lerinin iki armağanıdır.
Bize bir de Tevfik Fikret ve recekti : Bilmediğimiz şiirleri, hicivleri, mektupları, öfkeleriyle bir Tevfik Fikret...
Kaplan gücü ve karınca sab- riyle topladığı bir sandık dolu su vesika acaba nerede, ne oldu şimdi?...
Hiç kimse, bu yazılmamış ese ri onun büyük sabriyle yazamaz. Ama ne olursa olsun, Mithat Ce- mal’i kaybettik, vesikaları kay betmesek!
Kuntay, bütün hayatınca güzel, ama daima parasız yaşadı. Maç ka’da eski ve seçme eşya ile dö şeli iyi bir apartmanda oturur du. Otomobilden başka taşıta binmezdi. Yalnız Abdullah Efen di Lokantasında bol ve pahalı yerdi. Daima en büyük terziler de giyinirdi... Ve meteliksiz ge zerdi !
Ne zarif insandı, ne hazır ce vap insandı bilseniz... Nükteyi, kendisine karşı bile olsa feda et mezdi.
Bir gün, Kolaro’nun camında pek şık bir mendil gördü: Koyu lâcivert üstüne kibar desenli, büyük, ipek bir mendil... Telâş la beni de sürükledi içeri:
— İki gözüm, kaça o came- kândalci mendil?...
— Otuz beş lira beyefendi... I- ki tane kaldı: Biri gördüğünüz, biri de onun bordosu...
Çıkardı. Sahiden güzeldi ikisi de...
— Peki, lütfen sarınız, bağla yınız !
Sardılar, bağladılar...
— Şimdi, lütfen masanızın gö zünde dursun... Param olduğu gün gelip alacağım!
O, mağazanın kırk yıllık müş- terisiydi. Adam yalvardı:
— Beyefendi, alınız... Rica e- derim... Ne zaman emrederseniz o zaman verirsiniz parasını...
— Hayır Kolaro’cuğum, ol maz!
— Canım Mithat Cemal bey, ben sizi bilmez miyim?..
Bu söze, Mithat Cemal, zehir gibi bir kahkahaya zehir gibi bir nükte katarak cevap verdi:
— Her halde benim kadar bil mezsin!...
Ankara’da Butterfly Operasını çok sayıda polisler seyretti... (Gazeteler)
O pera’da H ayalet! Yazın, Ada’da, Anadolu Kulü bünde — Eyvaaah o da ölen — Ressam Kenan Temizan’la tavla oynamış. Kırk lira kaybetmiş. Yine başkâtibine gönderdiği mektupta bakınız, nasıl özür di liyor:
«Bu muvafık değil. Fakat kırk lirayı altmış üç seneme tak sim edersen her yıla yetmiş beş kuruş bile düşmez!
ömrümde ilk defa olan bu hâ diseyi hoşgörüver!»
Nasıl?... Koca adam, yaptığın dan, başkâtibine, başdostuna kar şı çocuk gibi utanıyor, değil mi?.
1955 yılının yazında yine Ada da, yine Anadolu Kulübü bahçe- sindeydik. Gittikçe durgunlaşı yor, donuklaşıyordu neş’esi... Az yiyiyordu, az konuşuyordu, az gü lüyordu. Henüz mevsim sonu gelmeden İstanbul'a dönmeğe ka rar verdi ansızın. Bıkkın bir ses le:
— ilk defa Ada’dan sıkılıyo rum, dedi... Kış için damarlarım da, kemiklerimde biriktirdiğim güneş bile bana soğuk geliyor bu vaz...
Kaşa doğru yatağa düştü. Ön Üç dört gün sonra mendillere
kavuştuğu zaman çocuk gibi se viniyordu.
Yine bir gün, otomobil bula mamış, Maçka’dan otobüse bin miş. Arkasında cam açmışlar. He men biletçiye emretmiş:
— Camı kapayınız...
Buna, dik bir erkek sesi kar şılık vermiş:
— Hava alacağız...
Mithat Cemal bu, hemen ceva bı yapıştırmış:
— Burası Çamlıca tepesi değil! 1951 yılında ilk defa Avrupaya gitti. Paris’ten «îki gözüm, ca nımın içi Süreyya» diye yazdığı mektuptan bir kaç satır alıyo rum :
«Mektubunda bana fazla, çok fazla şeyler yazıyorsun. Utanıyo rum.»
«Bizim aramızda ancak ağabey ve kardeş sevgisi sokulup girebi lir.»
«Başkalarının arasında güzel, çok güzel olan hürmet bile bizim aramızda sevimsizdir.»
«Paris denilen yer paraya doy mayan bir canavar. Cep cüzda nım mütemadiyen açılıp kapan madan on günde birkaç senelik eskidi!»
«Yolcu! Burada bir karı, koca yatıyor. İkisine bir Fâtiha ye ter!»
Y u su f Z iya ORTAÇ
A B A N T
Bolu’nun güzel gazetesi Abant iiç yaşına basmış. Kurucusu Tur gut Çulha’yı ve yazı ailesini teb rik eder, genç arkadaşımıza ba şarılı, uzun ömürler dileriz.
5 ce soğuk algınlığı sandı, sonra astm, daha sonra da verem... Asıl hastalığı, kanser, aklına gel miyordu bir türlü!...
Vefalı dostu, büyük doktoru muz Ekrem Şerifin göğsünden kalkan geniş alnına hayranlıkla bakıyor:
— Başı kafasına sığmıyor, di yordu.
Bir gün, on yıldır kapısını aç madığı eşinin yatak odasına geç mek istedi. Onun hayata gözleri ni yumduğu yatağa uzandı ve bir daha uyanmamak üzere uyu du.
Mezar taşını kendisi yazmış tır:
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi