• Sonuç bulunamadı

Rönesans Resim Sanatı'nda ölüm teması

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Rönesans Resim Sanatı'nda ölüm teması"

Copied!
120
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER FAKÜLTESİ GÜZEL SANATLAR ANABİLİM DALI

RESİM BİLİM DALI

RÖNESANS RESİM SANATI’NDA ÖLÜM TEMASI

Mehmet AKSOY

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Doç. Dr. Mutluhan TAŞ

(2)

i T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Yüksek Lisans Tezi Kabul Formu

Öğ

renci

ni

n

Adı Soyadı Mehmet AKSOY Numarası 104256002009 Ana Bilim / Bilim

Dalı Resim/Resim

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora Tez Danışmanı Doç. Dr. Mutluhan TAŞ

Tezin Adı RÖNESANS RESİM SANATI’NDA ÖLÜM TEMASI

Yukarıda adı geçen öğrenci tarafından hazırlanan “Rönesans

Resim Sanatı’nda Ölüm Teması” başlıklı bu çalışma ……../……../…….. tarihinde

yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

(3)

ii T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Bilimsel Etik Sayfası

Ö

ğr

enc

inin

Adı Soyadı Mehmet AKSOY Numarası 104256002009 Ana Bilim / Bilim

Dalı Güzel Sanatlar Fakültesi Resim / Resim Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tezin Adı RÖNESANS RESİM SANATI’NDA ÖLÜM TEMASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

(4)

iii T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

ÖZET

RÖNESANS RESİM SANATI’NDA ÖLÜM TEMASI

Sanat var olduğu günden bu yana, ressamlar ölüm temasını işlemiştir. Ölümün sanattaki yerini görebilmek için öncelikle tanımını, dinlerdeki ve felsefedeki yerini ve çağlar boyunca yüklendiği anlamları bilmek gereklidir.

Ölüm, canlının, yaşamsal faaliyetlerini kaybetmesi olarak tanımlanır. Semavi dinlerde, diğer dünyaya geçiş yolu olarak algılanırken, ölümün bir son olmadığı tam tersi ebedi hayatın başlangıcı olduğu inancı hakimdir. Felsefe alanında ise ölüm için birçok düşünce ortaya atılmıştır. Tüm tanımları ve ölüm hakkındaki fikirleri kapsayan bu araştırma, ölüm ve sanat ilişkisi kapsamında üretilen sanat eserlerinden örneklerin incelenmesini de içermektedir.

Sanat, bilim, felsefe ve mimarlık alanlarında Grek ile Roma arasındaki bağın kurulmasını sağlayan Rönesans, insanın keşfedilmesidir. Şüphesiz bu keşfin resim sanatına da getirdiği yenilikler vardır. Bu araştırmada, değişen ve gelişen resim sanatının süreci, ölüm teması dikkate alınarak incelenmiştir. Seçilen ressamların hayatları ve ölüm temalı eserleri analiz edilmiştir. Rönesans resim sanatının gelişim ve değişim sürecini yakından etkileyen görseller seçilmiştir. Rönesans resim sanatında üretilen ölüm temalı resimler, ölüm şekillerine göre incelenerek, ortak ve farklılık gösteren yönleri ortaya konulmuştur.

Anahtar Sözcükler: Ölüm, Rönesans, , Sanat, Resim sanatı, Felsefe, Din

Ö ğre ncini n

Adı Soyadı Mehmet AKSOY Numarası 104256002009 Ana Bilim / Bilim

Dalı Güzel Sanatlar Fakültesi Resim / Resim Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora Tez Danışmanı Doç. Dr. Mutluhan TAŞ

(5)

iv T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Ö ğr enc inin

Adı Soyadı Mehmet AKSOY Numarası 104256002009 Ana Bilim / Bilim

Dalı Güzel Sanatlar Fakültesi Resim / Resim Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora Tez Danışmanı Doç. Dr. Mutluhan TAŞ

Tezin İngilizce Adı THEME OF DEATH IN THE RENAISSANCE VISUAL ART

SUMMARY

THEME OF DEATH IN THE RENAISSANCE VISUAL ART

Theme of death in the Renaissance Visual Art The theme of death has been used by artist throughout the time since the existence of art. In order to see the place of death in the arts, it is necessary to know its definition, its place among the religions and philosophies, as well as its meaning that has been carried throughout the ages.

Death has been described as losing all the symptoms of life. However in Abrahamic religions death has been accepted as a road to another world thus not accepted as an end to everything on the contrary the beginning of an eternal life. In relation to this, in the scope of philosophy, many ideas has been produced about death. This study tries to cover all these definitions and opinions about the death while examining and inquiring the samples of artworks that has been produced within the scope of the relationship between the death and visual arts.

Renaissance lead world to make connections for Art, science, philosophy and architecture in between Ancient Greek and Rome and is usually described as discovering humanity with all aspects. Undoubtedly, these revelations and discoveries brought reformation along with them. In this study, the course of changing and developing visual arts has been inquired while specifically considering the theme of death. The lives of artists and artworks has been analysed via visuals. Used examples were chosen among the ones that played important part in the progress of renaissance art. The artworks which depicts death were examined and similarities and differences were displayed according to their approach to the ways of death.

(6)

v

ÖNSÖZ

Araştırmada bahsedilecek olan konu, en yalın haliyle, öncelikle ‘ölüm’ temasının Semavi dinler, felsefe ve sanat açısından incelenmesidir. Sanat çerçevesinin daraltılarak, İtalya’da başlayıp, bütün Avrupa’yı saran ‘Aydınlanma

Çağı’ nın, sanata, sanatçılara getirdiği değişimin ve gelişiminin, resim sanatı

kapsamında ‘ölüm temalı’ resimlerin irdelenmesidir.

Ayrıca Rönesans öncesi, skolastik düşünceye hizmet etmek zorunda bırakılan Avrupa resim sanatı, Engizisyon mahkemelerinin baskısından kurtulmaya başlayan sanatçıların, bu sancılı süreci nasıl geçirdiklerini ortaya çıkarmaktadır. İnsanın ve insani değerlerin ön plana çıktığı bu dönemde, bilimin, sanatın; insan eliyle ve fikriyle üretilmiş, bütün olumsuzlukları ve kötülükleri, bertaraf etmeye yetecek güce sahip olduğunu, hatta bunu başarırken, gelecek nesillere bıraktığı estetik mirası, dönem dönem irdelemektedir.

‘Rönesans insanın keşfedilmesidir’ diyen Burkhard ile ‘öldüğüm gün, benim düğün günümdür’ diyerek, ölümü yeniden doğacağı güne yani Rönesans’a benzeten

Mevlana arasındaki bağ, bilime, sanata, dolayısıyla insana verdikleri önemden kaynaklanmaktadır. Bu keşfi sanatla yaparken, insanlığın en büyük fenomeni olan ölümü de buna dahil ediş serüvenini kapsayan bu tez çalışmasında, tecrübe, birikim, düşünce ve önerileriyle bana yol gösteren Prof. Dr Hüseyin ELMAS’a, Doç. Dr Ahmet DALKIRAN’a, Doç. Dr. Neslihan KIYAR’a ve tez danışmanım Doç. Dr. Mutluhan TAŞ’a ve destekleri için aileme sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

Mehmet AKSOY Konya–2014

(7)

vi

GÖRSELLER DİZİNİ

Sayfa No.

G.1. San Pietro Kilisesi (Çizim)...24

G.2. Albrecht Durer, Perspektif Çalışması, 1525...26

G.3. Michelangelo, İdeal Yüz (Detay)...28

G.4. Marcantonio Raimondi ,Masumların Katli, 1509...29

G.5. Albrecht Durer, Dua Eden Eller, 1508... 30

G.6. Leonardo da Vinci, Mona Lisa, 1503-1507, (Detay)...31

G.7. Rafaello, İmza Salonu Freskleri,1508-1511...32

G.8. Michelangelo, Sistine Şapel’i Freskleri, 1508-1512...33

G.9. Francisco Goya, Üç Mayıs Katliamı, 1814...37

G.10. Jacques-Louis David, Marat’ın Ölümü, 1793...38

G.11. Pablo Picasso, Guernica, 1937…...………..……..….….……..39

G.12. Eduard Fuchs, Bolszewicka, 1921………..……...….…...……40

G.13. Anselm Kiefer, Nuremberg Alanı, 1982..………..………….…...…...42

G.14. Masaccio, Kutsal Üçlü, 1425……….………....………….……...45

G.15. Antonio del Pollaiuolo, Aziz Sebastian’ın şehit edilişi, 1471………….……….….……...47

G.16. Rogier van der Weyden, Çarmıhtan indiriliş, 1435……….….….…….…..48

G.17. Matthias Grünewald, Çarmıha geriliş, 1515...……….…….…..……...50

G.18 Raffaello, İsa’nın Mezara Konması, .……….….……..………52

G.19. Hans Holbein, Ölüm Dansı, 1526…….………....…………54

G.20. Hans Holbein, Ölüm Dansı, 1526. ………...………55

G.21. Hans Holbein, Ölüm Dansı,1526………..………...………..58

G.22. Michael Wolgemut, Ölüm Dansı, 1493………...………..60

G.23. Master of Housebook, 1470,...61

G.24. Pieter Bruegel, Ölümün Zaferi, 1562...62

G.25. Hans Baldung, Üç Çağ ve Ölüm, 1540………..………63

G.26. Hieronymus Bosch, Dünya Zevkleri Bahçesi………..………..65

G.27. Albert Dürer, Mahşerin Dört Atlısı, 1498...67

G.28. Hans Holbein, Ölü İsa’nın Mezarındaki Cesedi, 1521...68

G.29. Hans Holbein, Ölü İsa’nın Mezarındaki Cesedi, (Detay)...69

G.30. Andrea Mantegna, İsa’ya Ağlayanlar, 1470...70

(8)

vii

G.32. Dieric Bouts, Aziz Erasmus’un Şehit Edilişi, 1458...73

G.33. Mehmet Aksoy, Oyun, 2014...76

G.34. Mehmet Aksoy, Cahiliye, 2014...78

G.35. Mehmet Aksoy, Deney, 2014...81

G.36. Mehmet AKSOY, Savaş, 2014...82

G.37. Mehmet Aksoy, Afrika, 2014...83

G.38. Mehmet Aksoy, Hiroşima, 2014...85

G.39. Mehmet Aksoy, İşgal, 2014...86

G.40. Mehmet Aksoy, Gölge, 2014...88

G.41. Mehmet Aksoy, İlkel, 2014...89

(9)

viii

KISALTMALAR

A.ü.y.b. ………...Ahşap üzerine yağlı boya Akt………...Aktaran Ark………...Arkadaşı Bkz………...Bakınız Cm………Santim Çev………...Çeviren Ekt………Ekleme tarihi G………..Görsel

K.ü.k.t. ………...Karton üzerine karışık teknik M………..Metre

R………...Resim St………..Saint (Aziz)

T.ü.k.t………...Tuval üzerine karışık teknik T.ü.y.b………..Tuval üzerine yağlı boya K.ü.k.t...Karton üzerine karışık teknik Yay………...Yayınevi

(10)

İÇİNDEKİLER

Yüksek Lisans Tezi Kabul Formu……… i

Bilimsel Etik Sayfası………...………….………ii

Özet………..…...….iii Summary………...….iv Önsöz………...v Görseller Dizini….……….……….vi Kısaltmalar ………..…..……….………....viii I.BÖLÜM 1. GİRİŞ…………...……….………….……..1 1.1. Konunun Tanımı………..…………..………..…….……...1 1.2. Amaç………...………...………….…..2 1.3. Önem………...………...………...2 1.4. Varsayımlar ………...……....……...3 1.5. Sınırlılıklar………....…...………...…..…3 II.BÖLÜM 2. ÖLÜM TEMASI..………...……….………..3

2.1. Ölüm Kavramına Genel Bakış ………...….………...…….3

2.2. Ölüm ve Din………..……….…….4 2.2.1. Yahudilik ve Ölüm………...…....……….…….5 2.2.2. İslamiyet ve Ölüm …………...…………...….…….6 2.2.3. Hıristiyanlık ve Ölüm ………...……..7 2.2.3.1. Hıristiyanlık ve İşkence...8 2.3. İki Başlıkta Ölüm ………..…………..……….……....9 2.3.1. İntihar (Özkıyım)……….……..………..….9 2.3.2. İdam ………..……….………....…10 2.4. Felsefede Ölüm ………...……..…………..….12 III.BÖLÜM 3. RÖNESANS ……….………….16

(11)

3.1. Rönesans’a Giriş...……….…………...…16 3.2. Rönesans Felsefesi ………...…..………...…20 3.3. İktidar ve Rönesans ………..………..………21 3.4. Rönesans ve Sanat……….………..………..……..23 3.4.1. Rönesans ve Resim ………..….……..…….…26 IVBÖLÜM 4. RÖNESANS RESİM SANATI’NDA ÖLÜM TEMASI………….……...35

4.1. Giriş……….……….…...35

4.2. Resimde Ölüm Temasına Örnekler………...………...35

4.3. Çarmıhta İnfaz Konusunda Ölüm Teması...……...43

4.4. Ölüm Dansı (Danse Macabre) Konusunda Ölüm Teması...53

4.5. Mahşer ve Cehennem Konularında Ölüm Teması...64

4.6. Yalnız Beden Konusunda Ölüm Teması……….…...67

4.7. Ağıt ve İşkence Konularında Ölüm Teması...69

V.BÖLÜM 5. YÖNTEM……….……….74

5.1. Araştırmanın modeli………..…..74

5.2. Evren ve Örneklem………….……….74

5.3. Veri Toplama Araçları………….………...…….75

5.4. Verilerin Toplanma Teknikleri…….………..….75

VI.BÖLÜM 6.1. ÖNERİ VE KAZANIMLAR……….….75 6.2. DEĞERLENDİRME ve SONUÇ……….………...………...92 6.3. KAYNAKÇA...93 6.4. GÖRSEL KAYNAKÇA...102 6.5. ÖZGEÇMİŞ...107

(12)

1

I.BÖLÜM

1.GİRİŞ

1.1.Konunun Tanımı

Hastalıklar, savaşlar, idamlar, intiharlar ve kazalar, sebebi ne olursa olsun insanoğlu tarafından kabul edilemeyen bir olgudur ölüm. Fakat ölüm, her zaman insan yaşamının merkezinde yer alır ve diğer canlılar için bir telef olma olarak değerlendirilebilirken, insan için özel bir anlama sahiptir. İnsanın ölüme dair bilinci en sarsıcı farkındalık halidir (Foulquie, 1998).

Ölüme din çerçevesinden bakıldığı zaman, birbirinden farklı anlatımları olsa da ölümden sonraki hayata atıfta bulunmayan hiçbir din yoktur (Karaca, 2000). Aslında ölüme atıfta bulunmayan hiçbir alan veya düşünce tarzı yoktur demek daha doğru olacaktır. Felsefe, içlerinde en karmaşık bakış açısını üreten alandır. Bu araştırmanın ikinci bölümünde, ölüme atıfta bulunan, dinlere, disiplinlere kısa bir yer verilmiştir. İdam olgusunu, çeşitli medeniyetlerde ve kültürlerde incelenip, ortak yanlarını ve farklılık gösterdiği noktalara yine kısaca değinilmiştir. “Ölüm dünyaya

ait bir olgu değildir” diyen Wittgeistein (Akar, 2007), “Ölüm, insan olmanın yok oluşudur ve bu nedenle ölüme hiddetlenmemiz gerekir” diyen Canetti (Malpas ve

Soloman, 2006), “ölüm yok oluş değil aksine bireyin varoluşunu

gerçekleştirmesidir” diyen Frankl (1996) bu araştırmada değindiğimiz düşünürlerden

sadece birkaçıdır.

İnsanlık için hala fenomen olan ve sürekli tartışılan idam ve intihar konularına da değinilen araştırmada, idamın gerekliliği ve intiharın bir hak mı yoksa bunalımın getirdiği bir tür sorun mu olduğu sorusuna cevaplar aranmıştır. Bazı toplumlar, yaşlanan erkeğin kendisini öldürmesini bir görev kabul ederken (Çuhacı, 1999), dinlerin genelinde ise affı olmayan bir hata (günah) olması bile, intiharı tartışmaya değer bir konu haline getirmektedir… Rönesans dönemi resimlerinde inceleyeceğimiz idam konusuna ufak bir giriş yapılmaktadır… İntiharda olduğu gibi idamda da durum farklı değildir. Hammurabi yasalarında, çalıntı malı saklama

(13)

2

idamla cezalandırılırken (Köse, 2001 akt. Köroğlu, 2011), onlarca insanı öldüren kişinin bile ölümü hak etmediğini savunan insanlar, bu başlığı içinden çıkılmaz bir durum haline getirmektedir.

Araştırmanın bir diğer bölümünde ise sanatın ölüme bakışı ele alınmaktadır. Resim ve heykel sanatından farklı sanatçıların eserleri incelenerek, bu konuya açıklık getirilecektir. Sanatın, bilimin ve felsefenin yeniden keşfedildiği dönem olan Rönesans’a ikinci bölümde değinilmektedir. “Rönesans insanın keşfedilmesidir” diyen Burkhard, araştırmanın üçüncü bölümünü özetlemiştir aslında.

1.2 Amaç

Sanat, çevresindeki veya üreticisinin hayalindeki her olaya ışık tutan ve izleyiciye aktaran bir araçtır. Üretildiği zamanın sosyal, ekonomik ve kültürel olaylarını ise belge niteliğinde aktaran sanat eserleri, Rönesans döneminin ölüm algısını ve ölüm biçimlerini de günümüze taşımıştır. Bu çalışma, sanat eserlerinden yola çıkarak dönemin (Rönesans) ölüm anlayışını verilen sınırlılıklar çerçevesinde incelemek amacı ile hazırlanmıştır.

Tez hazırlanırken, her biri tarihi belge olma niteliği taşıyan sanat eserlerinden, “Rönesans resim Sanatı’nda Ölüm Teması”nı işleyen resimler incelenerek, Rönesans döneminde yaşanan ölümlerin sebep ve sonuçları ortaya konulmuştur. Ayrıca konuya tamamıyla hakim olmak için, 14. yüzyıldan günümüze kadar uzanan resim sanatından çeşitli üsluplar örnekler gösterilerek, ölüm temalı eserler analiz edilmiştir. ‘Ölüm’ kavramına din, felsefe ve kültürel bakımdan ön araştırma yapılmıştır. Bu araştırmanın sebebi ise, Rönesans resim sanatındaki ölüm temaları incelenirken, oluşabilecek kavram kargaşalarını ortadan kaldırmaktır.

1.3. Önem

Ölüm kavramının insanlar üzerindeki etkisi ve bu etkinin sanata olan yansıması incelenirken, Rönesans gibi hem insanlık hem de sanat için çok önemli bir dönemin, sanat, din ve bilim sürecinin anlaşılması açısından bu çalışma önemlidir.

(14)

3

Ayrıca, değişen hayat tarzlarıyla ölüm şekillerinin de paralel biçimde değişiklik gösterdiğini kanıtlamak açısından, bu çalışma ayrıca önemlidir.

1.4. Varsayımlar

14. yüzyıldan itibaren yapılan sanat eserleri, skolastik düşünceye hizmet etmekten kurtulmaya başlamıştır. Bu nedenle sanat akımları çok hızlı biçimde değişmeye ve/veya gelişmeye başlamıştır.

1.5. Sınırlılık

Bu çalışma ana konusu bakımından incelediği “Rönesans Resim Sanatın’da Ölüm Teması” başlığı altında 14. yüzyıl ve 16. yüzyıl Resim Sanatıyla sınırlıdır. Fakat Rönesans sürecinin daha iyi anlaşılması amacıyla 14. yüzyıl ile 19. yüzyılları arasındaki dönemlerden örnekler de verilmiştir.

II.BÖLÜM

2.ÖLÜM TEMASI

2.1. Ölüm Kavramına Genel Bakış

Ölüm, canlı varlıklardaki yaşamsal görevlerin bir daha yinelememek üzere sona ermesi, hayatın sonu, yaşamın bitişi, ömrün sona ermesi veya bir insanın, hayvan ya da bitkide yaşamın tam ve kesin olarak sona ermesidir şeklinde tanımlanmıştır (Widera, 2002). Ama 19. yüzyıla varıncaya kadar ölüm ile ilgili olarak bilimsel açıdan yeterli bir tanımlama yapılmamıştır. İlk olarak Fransız bilim insanı Emanuelle Fodere “somatik ölüm” (vücut ölümü) tanımını ortaya koymuştur. Somatik ölüm temel vücut fonksiyonları olarak kabul edilen merkezi sinir sistemi, solunum ve dolaşım fonksiyonlarının irreversible (geri dönüşü olmayan) kaybıdır (Raton ve Arbor, 1993). Bu fonksiyonlardan birinin kaybı, otomatikman kısa bir süre sonra diğerlerinin de kaybını doğuracaktır. Somatik ölüm tanımı, hukuken geçerli olan ölüm tanımıdır; nasıl ki kişinin hukuki varlığı canlı doğması ile

(15)

4

başlıyorsa, sona ermesi de somatik ölüm tanımı ile olmaktadır. Somatik ölümü izleyen ikinci bir ölüm şekli daha vardır. Somatik ölümle birlikte, özellikle beyin sapındaki solunum ve dolaşım merkezinin devre dışı kalması sonucu süreç kaçınılmaz olarak tüm organ ve dokuların canlılık durumunu yitirmesi ile sonuçlanacaktır. Buna, “hücresel ölüm” (biyolojik ölüm) denmektedir (Knight, 1991).

Ölüm, insan yaşamlarının merkezinde yer alır. Diğer canlılar için bir telef olma olarak değerlendirilebilirken, insan için özel bir anlama sahiptir. Bilen ve ne bildiğinin bilincinde olan bir varlık olma özelliğindeki insan için sonlu varoluş ya da ölüme dair bilinç en sarsıcı farkındalık halidir (Foulquie, 1998). İnsanın “ölmek zorunda olan bir varlık” olduğunun bilincinde olması onu derinden etkilemektedir. İnsanın zihninde ölüm düşüncesine yer vermesinde kendi sonunu düşünmesi etkili olabildiği gibi, çevredeki bir takım uyarıcıların da bunda etkisi olabilmektedir. Hatta ölüm düşüncesinin oluşmasında çevresel faktörlerin daha büyük etkisi vardır. Ölümün insanların bizzatihi tecrübe alanı dışında gerçekleşmesinden dolayı, çevresindeki diğer insanların ölümleriyle ilgili olarak yaşadıkları tecrübeden yola çıkarak ölümle ilgili tutumlar geliştirmektedirler (Gibbs ve Achterberg, 1998).

Yaşamın ayrılmaz bir parçası olan ölüm, insanoğlunun her zaman ilgi duyduğu bir konu olmuştur. “Ölüm düşüncesi” kimi için bir stres kaynağı iken, kimi için stresten kurtulma yolu; kimine göre bir yok oluş iken, kimine göre de ölümsüz bir hayatın başlangıcıdır. Bu bakış açısı sonucunda kimi insan, ölüm karşısında çok kaygılanırken kimi sevinç duyabilmektedir (Geçtan, 1990 akt. Aksu ark. Okçay, 2010).

2.2. Ölüm ve Din

Hayatın ayrılmaz bir parçası olan ölüm, her devirde insanlar tarafından anlamı düşünülmüş ve onunla ilgili değişik tutumlar geliştirilmiştir (Hökelekli,1991). Her canlı varlık için doğmak ve ölmek, evrensel bir kanundur. Her doğum, ölümü getiren bir şarttır. İnsanoğlu, kendi ölümünü düşünürken ölümle ilgili bazı anlayışlar ve kabullenmeler geliştirebilir. İçinde bulunduğu yaşam ve kendisini çevreleyen tabiatın

(16)

5

uyaranlarıyla ölümü daha sık düşünen insanın zihninde, ölüm ve özellikle ölümden sonraki hayat düşüncesi, duygu dünyasında önemli bir yer tutar. Bundan dolayı ruhun ölümsüzlüğü ve ölümden sonraki hayatın varlığına dair düşünceler, sürekli tartışıla gelmiştir. Ölüm sonrası hayatla ilgili kavramlar, her zaman dinlerin ilgi alanı içinde olmuştur (Bayındır, 2010). Birbirinden farklı anlatımları olsa da ölümden sonraki hayata atıfta bulunmayan hiçbir din yoktur (Karaca, 2000).

2.2.1. Yahudilik ve Ölüm

Üç ilahi kaynaklı dinlerden olan Yahudilik, aynı zamanda kronolojik olarak en eski olanıdır (Harman, 2013). Hz. Musa’ya gelen vahiy ile birlikte, M.Ö. 15. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan bir dindir (Yıldırım, 2010). Kimi çağdaş Yahudi bilginlerine göre, İsrail ülkesinde bin yıldan fazla süren yaşamları ile yaklaşık iki bin yıl süren sürgün yaşamları boyunca oluşturdukları bir medeniyettir Yahudilik . Kutsal kitabı Tevrat olan Yahudilik, gelişme sürecine girmesiyle birlikte Tevrat üzerinde tefsir çalışmaları başlamıştır. Bu çalışmalar mezheplerin doğmasına neden olmuştur. Ferisilik, Sadukilik ve Essenilik mezhepleri ortaya çıkmıştır. Sadukiler, Tevrat’ta olmadığı gerekçesiyle ahretin varlığına inanmazlar (Katar, 2009).

Yahudilerin kutsal metinlerinde iman esasları açık bir şekilde belirtilmediğinden, bu durum kendi içlerinde tartışmalara yol açmıştır. Tartışmalar sonucunda iman esaslarını tespit etmek zorunlu hale gelmiştir. Tespit edilen on üç maddelik esasların arasında, ölümden sonra dirilmenin gerçekleşeceği de yer almaktadır.

Ölümden sonraki hayat, yani ahiret inancı Yahudi dininin en karmaşık konularından birisidir. Tevrat’ta ahiret konusu, bazı atıflardan öteye gidemez. Tanah’ta, ölüler diyarı anlamındaki “Şeol” ifadesi, ölümden sonraki hayat hakkında kullanılan tanımlardan biridir (Harman, 2013). Helmer Ringgren (1966), bazı Yahudi mezheplerinin ölümden sonraki dirilişi reddetmelerini işaret ederek, sadece bedenli dirilişin Yahudi inancı olmadığını savunmuştur. Öte yandan Wheeler Robinson

(17)

6

(1946), “Yahudi kişilik kavramı” çerçevesinden bakıldığında diriliş inancı fikrinin mutlak olduğunu ifade etmektedir. Ölüm sonrası ruhun devamlılığı konusunda çeşitli ve bazen de birbirine zıt fikirlerin varlığı görülür. Bu nedenle, tek bir görüşü, Yahudiliğin ölüm sonrası görüşü olarak kabul etmek yanıltıcı olacaktır (Akbaş, 2002). Ama bu konuda bir genelleme yapılacak olursa, İsrailoğulları ıstıraplı bir dönemden sonra, Yehova’nın gönderdiği Mesih ile dünyada huzura ereceklerine inanırlar. Daha sonra kıyametin kopmasıyla birlikte hesap günü başlayacaktır. Ölüler dirilecek ve emirlere uyanlar ve uymayanlar olarak ayrılacaklardır. Erdemli bir hayat sürüp, 613 emri ve yasağı uygulayanlar cennete; diğerleri ise yaptıklarının cezasını çekmek üzere cehenneme gideceklerdir (Günay, 1997).

2.2.2. İslamiyet ve Ölüm

Arabistan’da doğan ve evrensel bir din olan İslamiyet, ilahi dinlerin sonuncusudur. Hz. Muhammed (SAV)’e yirmi üç yılda gelen vahiylerle tamamlanmıştır (Yıldırım, 2010). Kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’dir. İslam inancına göre, ölüm yeni bir hayatın başlangıcıdır (Tuğ, 1987).

Son kitap Kur’an-ı Kerim’de Ankebut suresinin 57. Ayetinde “her nefis

ölümü tadacaktır” diyerek bu dünyadaki kaçınılmaz sonu haber verir ve vurgu

yapar. İsra suresinin 99. Ayetinde “Allah onlar için bir son biçti” diyerek ölüme işaret eder. Hz. Muhammed (SAV) bir hadisinde “kabir cennet bahçelerinden bir

bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur” diyerek diğer hayatın mezardan

itibaren başladığını haber verir.

Ahiret hayatı İslamiyet’in temel taşlarından birisidir. Bu duruma Bakara suresinde şöyle işaret edilir “Siz nasıl olur da Allah'ı tanımazlık edersiniz ki,

cansızken size o can verdi, sonra sizin canınızı gene o alacak, sonra da gene o diriltecek, daha sonra da gene O'na döndürüleceksiniz” (Kara, 2009). Öyle ki ahiret

bütün inançlarda olduğu gibi (Reşit, 1960) Kur’an-ı Kerim’de de Allah’a imandan sonra ikinci büyük doktrin olarak sunulmuştur (Watt, 2000 akt. Türcan, 2002). Müslümanlar için dünya hayatında inanan, yasak ve kurallara riayet edenlere ahrette

(18)

7

Cennet vaat edilir (Sharivkhan, 2010). Müslümanlar için, ölüm haktır ve ölümden sonra diriliş mutlaka olacaktır. Onlar için Cennet ve Cehennem tasvirleri, soyut olaylar değillerdir. Hatta Cennet ve Cehennem kavram bile olmayıp gerçekliği mutlaka doğrulanacak durumlar ve yerlerdir (Bowker, 1993, akt. Baloğlu ve Yıldız, 1995).

2.2.3. Hıristiyanlık ve Ölüm

Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın tebliği ile başlayan, kronolojik olarak ikinci sırada olan semavi dindir. Ortaya çıktığı konum itibariyle, Yahudi geleneğiyle çevrili olduğu düşünüldüğünde Sadukiler’e karşı Ferisiler’den yana olmasını anlamak kolaylaşacaktır.

Bu bağlamda ölümden sonra diriliş, Hz. İsa tarafından tebliğ edilen temel Hıristiyan inancıdır. “Bedeni öldürüp de canı öldürmeğe kudreti olmayanlardan

korkmayın; ancak daha ziyade cehennemde hem bedeni, hem canı helak etmeğe kudreti olanlardan korkun.” cümlesi (Matta 10:28) sıkça başvurulan bir referanstır

(Akbaş, 2002).

Hıristiyanlığa ilk inananlar genellikle, Hz. İsa kendini nasıl ki öldükten sonra diriltilecek olanların ilki olarak tanımladıysa, diğer inananların da ahiret günü hayata döndürüleceklerine inanıyorlardı. Son şekli 8. Yüzyılda verilen “Apostol

Kredosu”nda, bu inanç “insan vücudunun dirilişi” olarak ifade edilir ve Roma

Katolik Kilisesi, Protestan ve Ortodoks Kiliseleri tarafından ortak bir ifade olarak kabul edilir (Devies, 1972). Bununla birlikte, diriliş inancı John Calvin (1509-1564) ve Martin Luther (1483-1546) tarafından savunulmuş Protestanlığın temel öğretisidir (Dahl, 1962).

Hıristiyan düşüncesinin Yahudi inancından farkı ise, ölüm sonrası hayatın varlığı konusunda her hangi bir fikir farklılığının olmamasıdır. Ancak, ölülerin bedenli mi yoksa ruhani mi diriltileceği konusundaki tartışmalar her zaman yapıla gelmiştir (Akbaş, 2002). Hıristiyanlıkta bazı mezhep farklılıkları ortaya çıksa da,

(19)

8

Kiliselerin hemen hemen tamamının da kabul ettiği fenomen, ölülerin dirileceğine ve sonsuz hayata imandır (Katar, 2009).

2.2.3.1. Hıristiyanlık ve İşkence

“Torture” kelimesi, Latince’de kıvırmak, bükmek anlamına gelir. Dilimizdeki karşılığı “İşkence”dir (Atin, 2002). Türkçeye, Farsça olan “şikence” kelimesinden “işkence” olarak geçmiştir. Istırap vermek, eziyet etmek, incitmek gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise, bir kişiye, işlediği veya işlediğinden şüphe edildiği bir fiil sebebiyle bilgi elde etmek veya herhangi bir sebeple acı çektirmek için uygulanan, fiziki veya manevi ıstırap veren fiil şeklinde tanımlamak mümkündür (Ünalan, 2010). İşkence, çoğunlukla dine karşı olanlara, büyücülere, homoseksüellere, vatana ihanet edenlere, zina yapanlara karşı yapılmıştır (Atin, 2002).

İşkence, insan hakları ve insancıl hukuk tarafından yarım yüzyıldan fazla bir zamandır mutlak biçimde yasaklanmıştır. Bu yasak olağanüstü durumlar ve savaşlar da dahil olmak üzere hiçbir istisna kabul etmez. İşkencenin herhangi bir zeminde meşrulaştırılması mümkün değildir. Bütün yasaklamalara rağmen dünya devletlerinin yarısından fazlasında işkence devam etmektedir (Altıparmak ve Üçpınar, 2008).

İnsanlık tarihi kadar eski bir cezalandırma yöntemi olan işkence, her dönemde ve her toplumda uygulanmıştır. Tez konumuz ile bağlantılı olması sebebiyle Engizisyon mahkemelerince uygulanan işkence konusuna daha detaylı değinmek gerekmektedir.

Din sapkınlığını bastırmak ve ortadan kaldırmak amacıyla kurulan engizisyon, adalet mahkemesi veya bu türden bir kürsü idi. Milattan sonra 382 yılında sapkınlıktan suçlu kabul edilenlerin infaz edilmesini kabul eden bir yasa çıkarıldı. Sapkınlara şiddet uygulandığı, hakaretlere uğradığı, hatta idama mahkum edildiği bile oldu. Zaman içerisinde bu yasalarda yumuşamalar görüldü ve sapkın kültler güç kazanarak, Hıristiyanlığa rakip olabilecek hala geldiler. Bu oluşumlara engel olmak amaçlı, 13.yy da Dominique’nin ilk Engizisyoncu olarak atanması ile, Kutsal Engizisyon kurulmuş oldu (Scott, 2001).

(20)

9

İlk Engizisyon Toulouse’da 1233 yılında kuruldu. Yaklaşık beş yıl sonra Aragon’da başka bir mahkeme kuruldu. Hızla yayılan Engizisyon, Almanya, İspanya, Portekiz ve Hollanda da açıldı. Bu mahkemelerin hepsi her türlü sapkınlığa karşı uyumlu biçimde savaş verdi (Scott, 2001).

Hıristiyanlık semavi dinlerdendir. Dolayısıyla semavi dinlerin işkenceye izin vermesini düşünmek mümkün değildir. Hıristiyanlıkta hoşgörü anlayışı üst düzeyde hakimdir. Fakat bu hakimiyetin pratiğe yansıdığını söylemek mümkün değildir. öyle ki ortaçağda kurulan Engizisyon Mahkemelerinde, çoğunlukla dinden dönenlere karşı uygulanan işkencelerin kurumsallaştığı görülür (Ünalan, 2003). Papa Innocentius tarafından 1252’de yayınlanmış resmi bir mektupla dine karşı gelen şüphelilere doğruyu söyletmek için işkence yapılmasına izin verir. Engizisyonun doğuşu ile işkence yöntemleri ve aletlerinde müthiş bir gelişme olur (Atin, 2002).

2.3. İki Başlıkta Ölüm

2.3.1. İntihar (Öz kıyım)

Vincent Van Gogh başarısız olduğunu düşündüğü hayattan, kendisini tabancayla göğsünden vurarak ayrılır. Ünlü yazar Ernest Hamingway kendini av tüfeğiyle vurarak yaşamına son verir. Adolf Hitler siyanür kapsülünü ısırır ve eş zamanlı olarak tabancasını sağ şakağına dayayıp ateş eder. II. Dünya Savaşı döneminde kurulmuş en büyük zorunlu çalışma ve imha kampı olarak bilinen “Auschwitz Toplama Kampı”na gönderilip hayatta kalmayı başaran az sayıda insandan biri olan İtalyan yazar Primo Lewi, evinin merdiven boşluğundan kendini aşağı bırakarak yaşamına son verir. İngiliz yazar ve yayıncı Virginia Woolf birçok başarısız denemeden sonra, ceplerine taşlar doldurarak nehre atlayıp intihar eder. Marilyn Monroe ilaç içerek, Kurt Cobain tabancayla kendini vurarak, Jack London aşırı doz morfin alarak intihar ederler. Rus şair Sergey Yesenin, otel odasında kendini asarak öldürür. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

(21)

10

İnsanlık tarihi kadar eski bir kavram olan intihara dünyanın her yerinde rastlanmaktadır ve halen ‘tabu’ olma özelliğini korumaktadır (Alptekin, 2008). İntihar birçok ülkede gün geçtikçe artış göstermekte ve günümüzde evrensel bir sorun olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre, her sene 800.000’den fazla insan intihar yoluyla hayatına son vermektedir (Comtois ve Linehan.2006). İntihar; “yaşamı tehdit edici” bir olgudur ve sadece intihar edeniyle sınırlı kalmayıp, uyandırdığı panik, öfke, suçluluk, korku gibi şiddetli duygularla çevresini de etkisi altına alabilen aynı zamanda bir halk sağlığı sorunudur ( Alptekin, 2008). Tüm bu verilerin ve genellemelerin dışında farklı kültürlerde farklı geleneklerde ve farklı inanışlarda intiharın da değişim gösterdiği görülmüştür. Eski Avusturya ordusunda, şerefini lekeleyen subaylara altın tepsiler içinde tabanca sunulurdu. Bazı toplumlar, yaşlanan erkeğin kendisini öldürmesini bir görev kabul ederlerdi. Eski Çin devletinde zorla evlendirilip, evliliği kötü giden kızlar toplu intihar ederlerdi (Çuhacı, 1999). Ayrıca Japon askerlerinin Kamikaze dalışları ve samurayların Harakiri’leri de bunlara örnek verilebilir.

İnsanlar, intiharı düşünce özgürlüğünün bir parçası gibi varsayan ve düşünce özgürlüğünden ayırmayan Rousseau’ nun ve “İntihar, dünyada varoluşun bir başka

şeklidir” diyen Sartre’ın veya intiharı ahlak dışı ve devlete karşı işlenen bir suç

olarak niteleyen Aristoteles’in düşüncesinin yanı sıra biraz daha ileri gidip “kim ki

kendini öldürmeyi becerir, o Tanrı’dır” diyen Dostoyevski’nin düşüncesine (Çuhacı,

1999) karşılık en akla uygun fikri intihar sorunsalının bilim yönünden çözümlenmemiş olarak kaldığını söyleyen Sigmund Freud belirtmiştir (Baki, 1994).

2.3.2. İdam

Genel tanım olarak; kurallar bütünlüğünü ifade eden hukuk, bireyin hak ve sorumluluklarını belirleyip toplumsal huzur ve istikrarı sağlamak için vardır. Maddi yaptırımı olamayan bir hukuk düzeni düşünmek mümkün değildir. Eğer bir yerde suç varsa orada ceza da mutlaka vardır. Hukuk tarihindeki önemli yeriyle ölüm cezası, insanlık tarihinin ilk dönemlerinden bu yana hemen hemen bütün hukuk sistemleri

(22)

11

içerisinde yer almıştır. Ölüm cezası için bir çok infaz yöntemleri uygulana gelmiştir (Köroğlu, 2011).

Örneğin, Eski Mısır’da, kutsal eşyalara el sürmek, kutsal sayılan hayvanları öldürmek, büyü yapmak, Firavunun kabul ettiği düzene karşı suç işlemek, aile ve toplumda kabul gören kurallara aykırı davranmak, kadının zina yapması ve daha bir çok ihlal ölüm cezasını gerektiriyordu (Ateşoğulları, 1977). Babil hükümdarı Hammurabi yasalarında idam cezası; adam öldürme, kadının zinası, hırsızlık, çalıntı malı saklama, haydutluk, dine karşı işlenen suçlara karşılık verilirdi (Köse, 2001 akt. Köroğlu, 2011).

Devlete karşı işlenmiş suçlar, casusluk, kasten adam öldürenler, askerlik vazifesinden kaçanlar, kürtaj ve evli kadınla zina yapan erkek Atina yasalarına göre ölümle cezalandırılırdı (Arsal, 1948). Eski Türk devletlerinin yasalarında ise, birisine kılıç çekenin öldürüleceği (Türkeli, 1992), devlete baş kaldırma, kasten ve isteyerek adam öldürme, soygun, evli kadına tecavüz, vatana ihanet suçlarına verilen ceza ölümdü (Taşağıl, 1992, akt. Üçok-Mumcu). Görüldüğü üzere bir çok farklı kültürde, devlette ve yasalarında ölüm cezası ufak farklarla neredeyse aynı suçlara verilmektedir.

İdam; Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet açısından incelendiği zaman, Yahudilik ve İslamiyet’te kısas istenirken, Hıristiyanlık’ ta ise kısas hükmünün affedilmesi öğütlenmiştir.

Yahudiliğin yasaları, hukuk tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bazı suçlar için ölüm cezası öngörülmüştür. Yahudilerin hukukunu şekillendiren esaslardan birisi de kısastır. Tevrat kısasla alakalı hükümlere oldukça geniş yer verir (Köroğlu, 2011). Tevrat’ta ki hükümleri kısaca şöyle sıralayabiliriz. “Bir adamı vuran, vurduğu

ölürse, mutlaka öldürülecektir.” (Kitabı Mukaddes, 1985). “Fakat zarar olursa, o zaman can yerine can, göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin.” (Kitabı Mukaddes, 1985). Yahudilikte, cana kıyan kişinin mutlaka öldürülmesi gerektiğini ve diyetin kabul edilmemesi gerektiğini de şu ayette görüyoruz,“Ölüme müstahak

(23)

12

olan katilin canı için de diyet almayacaksınız. Fakat mutlaka öldürülecektir.” (Kitabı

Mukaddes, 1985).

Hıristiyanlığın kutsal kitabı İncil’de kısas hükmünün bulunmadığı genel inanış olsa da kısas vardır. İncil’de ki ayet şöyledir: “Göze göz, dişe diş denildiğini

duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin.” (Matta, akt. Köroğlu, 2011).

Ama bu ayete rağmen, tarihe bakıldığında Hıristiyan ülkelerinde ölüm cezası ve kısasın öteden beri sürekli uygulandığını görürüz. Avrupa’da ki bir kısım Hıristiyan yazarların ölüm cezasını, günahkar ruhlar için bir kurtuluş olduğunu belirttiklerini görürüz. Hatta celladın baltasının onlar için göğün kapısını açtığını bile söylemişlerdir ( Dönmezer, 1986).

İslamiyet’te ölüm cezası, ne Yahudik’te ki gibi katı ne de Hıristiyanlık’ta ki gibi yumuşaktır. Kur’an-ı Kerim’de Yahudi hukukunda ölüm cezasının yer aldığını, ve hükmünün İsrail oğullarına farz kılındığını belirtir. Kur’an-ı Kerim’deki ayette

“Tevrat’ta onlara (İsrail oğullarına) şu hükmü de farz kıldık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralar birbirine karşı kısastır (Bu suçlardan birini işleyen aynen karşılığı ile cezalandırılır). Fakat kim bunu (kısas hakkını) bağışlarsa kendisi için o kefaret olur” (Kur’an- Kerim) buyrulmaktadır. Anlaşılacağı üzere İslamiyet’te kısas haktır fakat bağışlamak hak sahibinin elindedir.

İslam hukukunda ölüm cezası ile ilgili verilen hükümlerle kişilerin can güvenliğinin korunması esas alınmıştır. Kişi ve toplum üzerinde büyük ölçüde olumsuz etkileri olan suçların işlenmesi durumunda ölüm cezası uygulanmıştır (Koşum, 1998, akt. Köroğlu, 2004).

2.4. Felsefede Ölüm

Hayatın son bulması olarak tanımlanan ölüm, tüm kudretiyle en güçlü savaşçıların ve en büyük yöneticilerin bile hazin sonu olarak karşılarına çıkan en büyük realitedir. Ölüm insanı konu edinen her türlü zihinsel faaliyette de ürkütücü

(24)

13

yerini almıştır. Bu fenomen, dine, bilime ve sanata konu olduğu gibi felsefe içinde en önemli konulardan birisi olmuştur. Gizemini ancak yaşanıldığı zaman kaybedecek olan ölüm, kimi zaman insanın varlığının sonu, çürümenin ve kokuşmuşluğun bir başlangıcı kabul edilirken, kimi zaman da sonsuz yaşamın başlangıcı olarak kabul edilip sonsuzluğa açılan bir kapı olarak karşılanmıştır. “Ölüm dünyaya ait bir olgu

değildir” diyen Wittgeistein’a rağmen bu fenomen, herkesin sonu olarak bilinmeyen

bir yerde ve zamanda bizi bulmak için beklemektedir. Felsefenin vazgeçilmez konusu olan ölüm, hangi döneme ait olursa olsun, neredeyse tüm inançlar içerisinde önemli bir yer tutar. (Akar, 2007). Örneğin, Mevlana’ya göre başlangıcı gürültüyle olan alemin temeli yoktur. Topraktan yaratılan dünya insanoğlunun içinde oynadığı ve keyif aldığı bir tepecik gibidir. Asıl olan alem bu değildir, Kur’an’da da belirtildiği gibi “bir oyun ve eğlence yerinden ibarettir” (Yakıt,1996). Yani Mevlana’ya göre ölüm, gerçek aleme geçiş yolundan ibarettir.

Cicero felsefe yapmanın ölüme hazırlanmak olduğunu söylemiştir (Yalom, 1999) Heidegger’e göre insan ölüme yazgılıdır ve yaşamını buna göre sürdürmelidir. Kişinin öleceği gerçeğini bilmesi ve farkında olması onu bulunduğu varoluş düzeyinden daha üst bir varoluş düzeyine geçmeye sevk eder (2001). Bu fikirlerde ortak nokta, bir gün öleceğini bilmenin insanı daha nitelikli bir yaşama götürdüğü düşüncesidir.

Elias Canetti’ nin fikirlerine göre ölüm, değerli olmanın, yani insan olmanın yok oluşudur, bu nedenle ölüme hiddetlenmemiz gerekir (Malpas ve Soloman, 2006). Bu ölüme karşı ne dehşet, ne rıza, ne özlem, ne korkudur. Şok değil, inkâr değil yalnızca onunla savaş halinde olan kontrollü bir öfkedir (Robins, 1997). Peki ölüm ile savaşmak mı yoksa onu kabullenmek mi gerekli sorusuna Martin Heidegger onu kabul ederek meşgul olmanın en iyi yöntem olduğunu söyler (Malpas ve Soloman, 2006). Bu söylem ölüm bilincinin oluşmasından kaynaklıdır. Ölüm bilincinin insan yaşamına yapıcı katkıları olduğu düşüncesinin, varoluşçu psikolojinin de temeli olduğu görülür. Doğduğunu ve zamanı gelince öleceğinin farkında olan tek canlı insandır ve bu gerçek anlamlı yaşayıp yaşamadığı konusunda onu kaygılandırır. Varoluşçular için ölüm, konuşulması, yaşarken unutulmaması gereken bir durumdur.

(25)

14

Ölüm, yaşama ışık tutan, yaşamın bir parçası, belki de yaratıcısı olarak görülmelidir. Varoluşçular, ölümden ve insana acı veren durumlardan kaçmanın, yaşamdan kaçmayla aynı şey olduğunu savunmuşlardır (Corey, 1990, aktaran: Sezer ve Saya, 2009).

Logoterapinin kurucusu ve hümanist bir psikolog olan Frankl’a göre geçmişi kişiyle beraber yaşamaya devam etmektedir. Onun ölüme bakışı dinamiktir. Ölümle birlikte biyolojik varlık son bulmakla birlikte ölüm, anında tamamlanan yaşamın bütünlüğü geçmişte kalır ve kaybolmaz. Böylelikle legoterapide ölüm yok oluş değil aksine bireyin varoluşunu gerçekleştirmesidir (Frankl, 1996). Tekrar varoluşçu düşünceye dönecek olursak, kast edilen ölüm, insan hayatının ölüm tarafından nasıl tehdit edildiğidir. Ölüm, her insanın kendi varlığının yaşayacağı bir imkandır ve insan için bir akıbettir. Varoluşçu düşünceye göre ölüm, insanın her hangi bir zaman diliminde ölümle yüzleşecek olması ve ölümün gelişiyle artık hayatta olmaması değildir. Ölüm, belli bir zaman dilimine yayılan can çekişme hadisesi de olamaz. Asıl mesele, ölümün bugün ve an itibariyle yaşanılan hayat için ne anlam ifade ettiğidir. Ölümü bilmenin insan hayatı üzerinde nasıl bir dönüştürücü kuvvet uyguladığıdır (Bollnow, 2004 akt., akçetin, 2010).

Psikoanalitik kurama göreyse insan, dünyaya geldiği andan itibaren iki eğilimi vardır. Yaşam ve ölüm içgüdüsü olan bu iki eğilimden yaşam içgüdüsü, insanın yaşama coşkusunu yansıtır ve cinsel içgüdüleri içerir. İkincisi olan ölüm içgüdüsü ise insandaki yakıcı, yok edici eğilimleri kapsar. Bu görüşe göre (Psikoanalitik) her insan cansız konuma dönme amacını taşıyan yok edici içgüdülere sahiptir (İsen, 1995). Fakat başka bir açıdan da her insan bilinç dışında kendi öz benliğinin ölümsüzlüğüne inanır. Bu inanç, kişinin ölümlü olmaya karşı başlangıçta güçlü bir tepki vermesine yol açar. Ölüme ilişkin bilimsel bilginin yetersizliği kuşkusuz vardır, bu yetersizlikte eklenince, bireyde tutucu davranışlar gözlemlenir. Bundan dolayı, bu yaklaşıma göre hiçbir insan ölümü gerçekten kavrayamaz ve bilinçdışı kendi ölümlülüğü düşüncesine gereksinim duymaz (Freud, 1999 akt. Sezer ve Saya, 2009).

(26)

15

Ölüm kavramına İslam filozofları açısından bakıldığında, ortak bir fikirde buluştukları gözlemlenir. Ölüm ahiret hayatı için sadece bir geçiştir. Bu dünya fanidir, asıl olan dünya ölümden sonraki dünyadır. İslam filozofları, ölüm korkusunu ve sebeplerini temel eserlerinin içinde incelemişlerdir. Ölüm korkusunun sebeplerini tüm ihtimalleri göz önünde bulundurarak belirlemeye çalışan filozoflar, tespit ettikleri korkuların etkilerini geçersiz kılmaya yönelmişlerdir. İnsanların ruh sağlığını korumayı kendilerine ilke edinmişlerdir.

İslam filozofları, sadece ölüm korkusunu doğuran sebepleri tespit etmekle yetinmemişler, ölüm korkusunun giderilmesine yönelik açıklamalar da getirmişlerdir. Bu tespitler, onların güçlü bir gözlem ve tasnif yönünü ortaya koymaktadır. Ölüm korkusundaki çözümü, akıl ve düşünce gücünü kullanmada bulmalarıdır. Korkunun giderileceği yeri zihin olarak nitelendirmişlerdir. Bununla birlikte Mevlana ve Yunus Emre gibi keşfetmeyi ve sezgileri ilke edinen İslam düşünürleri, ölüm korkusunun giderilmesinin temeline, manevi açıdan ölümsüzlük inancını koymuşlardır. Bu inanç, duygusal yoğunluk sağlayarak, kalpleri korkudan azat etmeye yönelik bir metot içermektedir. Filozoflar, korkuyu akıl temelinde çözmeye çalışırken, sezgiyi ilke edinen, İslam düşünürleri ise, korkuyu kalbin doyumu ve huzuru açısından gidermeye çalışmışlardır (Saruhan, 2006).

İnsanların büyük bir kısmı, eskilerin deyimiyle “füc’eten” yani, acısız ve

aniden ölüp gitmeyi, kimseye yük olmadan, amansız hastalıklarla boğuşmadan kolay bir ölümü ister. Yıllarca hizmetimizde olan bedenimizi bir çöplük olarak arkamızda bırakacağız. Ölüm hakkında fikirlerini okuduğumuz düşünürlerin, filozofların ve yazarların bu hattaki son anları nasıl geçmiştir acaba?

Nietzsche’nin frengiden öldüğü söylenir ama akıl hastanesindeki ölüm senaryosu gerçekten tüyler ürperticidir. Schopenhauer, kalp krizi geçirerek öldüğünde, cesedi sandalyede oturur vaziyette bulunur. En büyük eseri Kapital olan Karl Max’ın karaciğer tümöründen öldüğü rivayet edilir. O da koltukta uyur vaziyette bulunmuştur. İnsanlığın durumuna olur olmaz ağladığı için “ağlayan filozof” denilen Herakleitos, deri hastalığını iyileştirmek için vücuduna sürdüğü sığır pisliğinden ölmüştür. Tam aksine “gülen filozof” adı verilen atomcu Demokritos 109

(27)

16

yıl yaşamıştır ancak hafızasının zayıfladığını düşünerek intihar etmiştir. Platon enfeksiyon kaparak ölür. Sürekli intihar etmek isteyip birtürlü o cesareti bulamadığını söyleyen Carneades kör olarak 85 yaşında eceliyle ölmüştür. Aristoteles, kendini kaplanboğan otuyla zehirlemiştir. Descartes, zatürree sonucu ölürken, Spinoza otel odasında açlıktan can vermiştir. Rousseau beyin kanaması geçirerek ölür. Ölümüne yakın bunayan Kant’ın son sözü “yeter!” olmuştur. Hegel koleradan ölürken, Alman düşünür Hiedegger 86 yaşında uykusunda ölmüştür. Sartre, akciğer ödeminden ölür. Her ikisinin mezarı da yan yanadır. Derrida, pankreas kanserinden ölür. Babasının öldüğü yaşta ölür. Babası da aynı hastalıktan ölmüştür (Şevki, 2010).

III. BÖLÜM

3. RÖNESANS

3.1. Rönesans’a Giriş

Kelime anlamı “ Yeniden doğuş” olan Rönesans, Fransızca “Renaissance” , İtalyanca “Rinascita” kelimelerinden türetilmiş bir sözcüktür. 14. yüzyılın sonuyla 15. ve 16. yüzyılları kapsayan ve karakteristik özelliği Eski Yunan ve Roma kültürünün canlandırılması olarak tarif edilmektedir (Dereköy, 2013).

İtalyan Rönesans’ının tek özelliği bu değildir ama başlangıç için önemli bir tanımdır (Burke, 2000). İtalya’da, Ortaçağ toplumunun gerilere ittiği pagan Antikitesi (eskilik, tarih ilk çağ, antikçağ), pagan dünyanın geleneği ile bağ kurmak bakımından yeterince bir varlığa sahipti ve hafızalarda yeterli yer tutuyordu; her ne kadar Rönesans’ın bu dünyası, Antik Çağ’ın dünyası ile tam olarak birbirine benzemese de, temelde aidiyeti bu dünyadır. Türklerin İstanbul’u 1453’te almalarından sonra Antik Çağ’a geri dönüşü, Bizans’tan kaçan bilginler hızlandırdı (Bloch, 2010).

(28)

17

Ama buna rağmen zamanla ilginç bir sonuç ortaya çıkmıştır. “Yeniden doğuş” Antikçağ kaynaklarına geri dönmek olarak gerçekleşmiş olsa da, felsefe ve edebiyatta, özellikle de bilimde Antikçağ’ın dışında, hatta karşısında duran birtakım sonuçlara ulaşılmıştır. Kopernik ile bilimde başlayan değişim, Aristo tarafından temsil edilen Antikçağ bilim anlayışını kökten sarsmasıyla sonuç bulmuştur. Başka bir değişle Rönesans düşüncesinin Ortaçağ düşüncesine karşı tutumunun dayanak noktası Antikçağ düşüncesi olmuş, lakin sonuçta Antikçağ düşüncesi kökten değişmekten kurtulamamıştır. İşte Rönesans’ın önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Kültür hareketi olarak başlayıp, bir çok alanda yeni bir anlayışın ortaya çıkmasına sebep olmuştur (Ural, 2000, aktaran: Küçük, 2013).

Ronan’a göre “Rönesans’ın görünüşünün ilk belirtileri Hümanizm olarak kabul edilen düşünce akımıydı. Hümanizm Ortaçağ’ın düşünce yaşamına egemen olan ve skolastik felsefeyi üreten bilgin din adamlarınca değil, kilise dışındaki kültür adamlarınca başlatıldı…” (Dereköy, 2013). Bu akımın (Hümanizm) yayılması, sonraları matbaacı olan bilginler ve bilime alaka gösteren matbaacılar sayesinde hız bulmuştur. Her şeyden önce matbaa, klasiklerin kopyalarının çoğaltılmasını kolaylaştırdığı için, hümanist hareketin başarısında çok önemli bir rol oynamıştır (Burke, 2003). Bunların yanı sıra matbaanın icadı, İtalya Rönesans’ının yaratmış olduğu etkilerin kuzeye de yayılmasını ve Kuzey Rönesans’ının genişlemesini sağlamıştır (Gülmez, 2013).

Araştırmaların bilimselleşmesi ve gerçeğin teknik açıdan kullanımı, Batı uygarlığı tarafından en iyi seçim olarak kabul edildi. Batı uygarlığı bunu zorunlu değil, tartışılmaz bir gereklilik olarak benimsedi. Rönesans, sıradan bir geçiş döneminin aksine, başlattığı dönem kadar kapattığı döneme de ait bir dinamizm ve özgürlük içinde gerçek bir uygarlığa dönüştü. Benzeri görülmemiş atmosferi olan Rönesans’ın yarı canlı yarı sarsıntılı bir atmosferi vardı. Bilgeliğin, mantıksızlığın, hayalciliğin iç içe geçtiği görülüyordu. Bunların hepsi birbiriyle çekişiyor, bir anlamda eskiyle yeni rekabet ediyordu (Tok, 1999).

Bu dönemde orta sınıfın gelişen girişimciliği sayesinde ekonomide yeni gelişmeler ortaya çıkmış, kilisenin maddi gücü sarsılmış ve derebeyliğinin

(29)

18

dayanakları ortadan kalkmıştır. Şehirli orta sınıfın alışkanlıklarını değiştiren bu durum, eğitimi de kiliseden kopuk davranmaya yöneltmiştir. Rönesans’ın başlattığı bu değişim bilimde ve felsefede de yerini bulmuştur denilebilir. Geleneklerin getirdiği değerlere ve onun anlayışlarına baş kaldırma düşüncesi yaygınlaşmış ve sonuçta birliğe ve bütünselliğe dayanan Ortaçağ fikrinin yerine, doğruya varmak için sadece bir tek yolun olmadığı kabul görülmeye başlanmıştır. Fakat ortaya çıkan bu pek çok anlayışın ortak bir noktası bulunuyordu. Skolastik düşünceyi reddetme. Böylelikle, Aristotales’in yoğunlaşmış ve kemikleşmiş büyük otoritesinin kırılıp kaybolmasına yönelik çalışmalar, bu dönemin en büyük başarısı olmuştur.

Böylelikle Batı Dünyası, gelişen bu yeni düşünceyle (Rönesans), ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarında, özellikle de bilim ve felsefe alanında, tarihin hemen hemen hiçbir evresinde görülmemiş bir atılımı gerçekleştirmiştir. Ortaya çıkan bu dinamik atılım, bir taraftan doğaya ilişkin yeni ve güvenilir bilgileri üretmeyi sağlarken, diğer taraftansa matbaanın hayata geçirilmesiyle birlikte, bu ulaşılan bilgilerin, doğru ve hızlı bir şekilde geniş kitlelere ulaştırılmasını olanaklı hale getirmiştir. Bunlarla birlikte bu dönemde Colombos’un yeni bir kıta bulması nedeniyle büyük keşif yolculuklarına aşırı merak duyulmaya başlanmıştır. Duyulan bu merakın sonucunda ise kazanılan coğrafi bilgiler, dünyanın o dönemki çehresini oldukça değiştirmeyi başarmıştır. Ayrıca teleskopun bulunması da hem gemicilikte hem de bilimde oldukça büyük bir olgu bilgisi birikimi sağlamıştır. Bu gelişmelerle birlikte dünya bir bilgi çağına doğru gitmeye başlamıştır. Böylelikle Batı kültür dünyasında çok önemli ve çığır açan gelişmeler kaydedilebilmiş ve bunun sonucunda yeni bir dönemece girmiş olan Batı düşüncesi, kısa süre zarfında bilim ve felsefe gibi üst entelektüel alanlarda dev adımlar atmayı başararak, 18. Yüzyıl bilimsel devrimini gerçekleştirmiştir (Tokdemir, 2002).

Ortaçağda yasaklanan ve küçümsenen bütün etkinlikler, keşifler, çalışma, tabiatın sırrını anlama ve kavrama çabası Rönesans’ı kuşatmıştır. Bu etkinlikler Rönesans dönemine damgasını vuran temel kavramlar sayılmaktadır. Her şeyi çevreleyen yenilik hareketi, sanattan tekniğe, ticaretten felsefeye ve tüm alanlarda yoğun bir biçimde kendisini hissettirecek şekilde yaşanmıştır. Sanatta, ticarette ve

(30)

19

bilimde (bilgide) dini görüşten ayrılıp, dünyevileşme, Rönesans’ın yeniliğinin göstergesi olmuştur (Bumin, 2005, akt. Aslan Yaşar, 2011). Antik Yunan, hem ortaçağ’ın hem de Rönesans’ın ilham kaynağıdır. Tarihçilerin genel görüşüne göre Rönesans; “Antikitenin yeniden keşfedilmesi ve hayran olunan geleneklerine dönüş” tür (Gümüş, 1998, akt. Boyacıoğlu, Çelik, 2013).

John Addington Symonds (1840-1893), Rönesans için şöyle yazmıştır:

“Avrupa halklarının ortaya koyduğu insani ruh tarafından ortaya çıkartılan bilinçli özgürlüğe ulaşmanın tarihidir. (…) Rönesans döneminde aniden büyük önem kazanan sanat eserleri ve icatlar, bilgi ve kitaplar Orta Çağ dediğimiz Ölü Deniz’in kıyılarında ihmal edilip bırakılmıştı.” Symonds’a göre Rönesans, “ bu günün milleti olarak bizlerin, demokrat düşüncenin oluşumu içerisinde hala evrilmeye devam ettiğimiz” büyük özgürlük tiyatrosunun ilk perdesini temsil etmektedir (Alatlı, 2011)

Dinsel bağnazlığın egemenliğini kırdığı ölçüde, bilimin gelişmesine yararlı olmuş olan Rönesan, Fransız tarihçisi Michelet tarafından, “dünyayı ve insanı keşfetme” olarak nitelendirilmiştir. Bu hareket Rönesans’ta iki biçimde yer alır. İlki, dünyaya açılma, yeni ülkeleri ve toplulukları keşfetme, bir diğeri ise insanı ve ona kişilik ve değer veren özellikleri keşfetme. Bu devrimi sadece bilimsel gelişim olarak nitelendirip ele almak şüphesiz yanlış olur. Bilimde asıl uyanışın gerçekleştiği iki dönem vardır ve Rönesans, bu iki dönemin arasında yer alır. İlk dönem 11. yüzyılın ikinci yarısında başlar, 13. yüzyılda doruk noktasına erişir.

Ortaçağ’ın sonu yaklaştıkça, Ortaçağ bilinci, daha kırıcı, daha korkunç bir hal almaya başlamıştır. Bilim susturulmuştur. Buna rağmen sanat, dini sistemin yanında görünerek büyük işler başarmıştır. Örneğin; Giotto, alışılagelmiş figürlerden sıyrılarak İtalyan güzellerini Meryem vari bir şekilde betimlemeye başlamış, Brunelleschi ise Gotik sanatı devirerek büyük başarı sağlamıştır (Hançerlioğlu, 2010, akt. Kıyar, 2010).

Bilimsel uyanışta ilk dönem, Arap kaynaklarından faydalanılarak antik bilim ve düşünceyle temas kurarak ortaya çıkan ve İslam ülkelerinde gelişen dönemdir. İkinci uyanış dönemi ise 17. yüzyılda Avrupa’da çıkan ve bilimsel araştırmaların

(31)

20

yapıldığı tam bir pozitivist yaklaşımın her konuda yer aldığı bir dönemi temsil etmektedir. İşte bu iki dönemi birbirine bağlayan geçiş dönemi Rönesans’tır denilebilir (Yıldırım, 2005).

3.2. Rönesans Felsefesi

Genel olarak felsefe tarihinde bir geçiş dönemi felsefesi olarak kabul edilen Rönesans felsefesi, 14. yüzyılın sonlarından başlayıp 16. yüzyıl ortalarına kadar geçen dönemde, özellikle 15. yüzyılda ortaya çıkan çok yönlü felsefi gelişmeleri kapsar. Ortaçağ ve Yeniçağ düşünceleri arasında köprü görevi gören Rönesans felsefesi, bilimde ve düşünce alanında yeni gelişmelerin meydana gelmesiyle ortaya çıkan yeni perspektif ve bilgilere de ev sahipliği etmiştir. Bu dönemde kiliseler, hem ekonomik hem de düşünsel anlamda kaybetmeye başlamıştır. Dinsel otoritenin zayıflamasının yanı sıra kendini bağımsızlaştırmaya başlayan Rönesans felsefesi, deneyi ve aklı öne çıkarmayı amaçlamıştır. Böylelikle Ortaçağ’daki kapalı düşünce biçimi açılmaya ve parçalı bir görünüm ile çoğullaşmaya başlamıştır. Felsefe, din adamlarının etkisinden çıkarak, farklı konum ve fikirlere sahip yazarlar ve düşünürlerin ilgi alanlarına girmeye başlamıştır. Kurulan eğitim yuvaları bu bağlamda önemli rol oynamıştır. Buna bağlı olarak Rönesans felsefesi, farklı düşüncelerin, felsefe sorularını farklı yollardan değerlendiren eğilimlerin var olmasına olanak sağlamıştır. Tüm bu yönelimlerin ortak noktasını bulacak olursak, o da skolastik felsefeye karşı koymak olarak belirtilebilinir. Skolastik felsefeye bakacak olursak, inanç ile bilgi yada din ile felsefe arasındaki ilişkinin belirlenmesi konularında açık olmayan bir gidişat izlemiş ve bunları birbirlerine indirgemeye yönelmiştir. Ortaçağın bitişine yakın bu yaklaşım iyice çözümlenmeye başlayarak, din-felsefe ilişkisi birbirinden iyice uzaklaşmaya yönelmiştir. Rönesans’la birlikte felsefe iyice bağımsızlaşıp, kendi başına bir güç kazanacaktır (Wikipedia, 2013).

Rönesans felsefesine yön veren veya etkileyen birçok düşünür vardır elbette ama ilk akla gelenler hiç şüphesiz Dessideriue Erasmus, Nicolas Copernicus, Thomas More, Francis Bacon ve Niccolo Machiavelli’dir. Rönesans döneminde yaşamış bu isimlerin en belirgin özellikleri, ortak yanları ya Kilise tarafından aforoz edilmiş ya da idam edilmiş olmaları veya zamanın yöneticileri tarafından hapse

(32)

21

atılmaları ve sürgün edilmeleridir. Ayrıca Erasmus’tan Machiavelli’ye kadar, önde gelen Rönesans yazarları Yasaklanmış Kitaplar Listesi’nde (İndex of Prohibited Books) en önlerde yer almışlardır (Burke, 2003).

Rönesans felsefesi deyince ilk akla gelen düşünce kuşkusuz Hümanizm düşüncesidir. Hümanizm, Rönesans döneminin ( Rönesans düşünürlerinin), insanın tarih ve doğa dünyasına yeniden katıldığı ve bu açıdan yorumladığı temel kavram olmuştur. Hümanizm terimin kaynağı ise, Cicero ve Varro’nun yaşadığı Latin dünyasında ‘insanın eğitimi anlamında’ kullanılan “Humanitas” terimidir… Hümanizm, klasik dönemden esinlenir ancak asla geçmişin aynı şekilde tekrarı değildir. Klasik dönemde oluşan ve Ortaçağ’da yok olan insansal yetilerin; güçlerin geliştirdiği ve bu düşüncelere yeni yorumların getirildiği bir felsefe akımıdır (Kale, 1992).

Rönesans felsefe dâhil birçok alanda yeniliklere neden olurken birçok alanda da kırılmalara neden olmuştur. Bunların başında Martin Luther’in öncülük ettiği Re-formasyon hareketi gelir. Katolik Kilisesine karşı başlatılan bu hareket sonucunda Hıristiyan mezheplerinden biri olarak bilinen Protestanlık anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu hareket sonucunda Avrupa’yı çeyrek yüzyıl etkisi altına alacak olan 30 yıl savaşları başlamıştır.

3.3. İktidar ve Rönesans

İktidar ile bilgi arasındaki ilişkinin çeşitli görünümleri söz konusu olmuştur. İnsanlık tarihi boyunca bilginin önemli bir iktidar kaynağı olduğu, kimi zaman iktidar tarafından kullanılan bir araç kimi zamansa bilginin kendi başına bir iktidar şekline dönüştüğü görülmüştür (Bayram, 2009).

Tarihsel süreç doğrultusunda, bilgi-iktidar ilişkisinin, karşılıklı etkileşimleri yerine, “iktidarın bilgiye hükmetmesi” şeklindeki tersine bir ilişki, en fazla din-bilim arasındaki ilişkilerde kendisini göstermiştir… Hıristiyan inanışının hamiliğini üstlenen din adamları ve onların Ortaçağdaki güçlü örgüt ağı kilise, din ile elde ettikleri gücü kullanarak toplumun diğer güç kaynakları üzerinde hakimiyet kurmuşlar ve buradan insanların bütün yaşam biçimlerini belirleme gücüne sahip

(33)

22

olma konumuna gelmişlerdir. Bu güce sahip olan kilise, sahip olduğu güçlü inanç mekanizması aracılığıyla toplumun ekonomik kaynaklarını ( örneğin; büyük araziler ve arazilerin ürünlerini), sanatçı ve eserlerini, gündelik hayatı ve bilimsel faaliyetler kapsamındaki bütün etkinlikleri denetim altında tutarak, bütün toplumsal süreçlerin ele geçirilmesi şeklinde bir tür totalizm (ideolojik, Mutlakçılık) yaratmıştır (Eroğlu, 2006).

Ortaçağ düşüncesinden uzaklaşmak isteyen ve bu amaca ulaşmak için de klasik dönem ve öğretilerin yeniden canlandırılmaya çalışıldığı bir dönem olan Rönesans, laik ve maddeci dünya görüşünün antikçağ fikirleri ile yeniden canlanmasıyla oluşan bir dönemdir. 1500 yıl kadar bir süre kiliseyi toplumun üstünde tutan ve halkı ezen Hıristiyanlık, Rönesans insanlarını iyice kendisine bilemişti. Dini karmaşa içerisinde Akıl çağı ve aydınlanmaya kadar geçiş dönemi içerisinde kalacak olan Rönesans insanları, karşılarında hiçte küçümsenmeyecek bir direnç bulmuşlardı (Eser, 2012).

Skolastik felsefe, Ortaçağ Hıristiyan felsefesine verilen isimdir. Kökeni, Latince “schola” (okul) kelimesinden gelir ve bir Hıristiyanlık okul felsefesidir. Bu okul felsefesi, Hıristiyan din adamlarını yetiştiren manastır ve katedral okullarında gelişmiş, düşüncenin önünü açmak için değil, olanı öğrenmek ve öğretmek için işlenmiş, sitemleştirilmiş bir teoloji’ (din bilimi, tanrı bilimi) dir. İngiliz yazarların, “Rönesans’tan önce açan bir bilgin” diye nitelendirdikleri Roger Bacon (13.yy.) skolastiğe ilk darbeyi vuranlardan birisidir. Oxford’da birkaç bilimsel deney yapmak istediğinde, Oxford’un bütün hocaları ve öğrencileri ayaklanıp, papazlar, keşişler, Oxford’un sokaklarında yürüyerek, Bacon aleyhinde protesto yapmışlardır. Bunun neticesinde Bacon sürgüne gönderilmiş ve 15 yıl hapis yatmıştır.

Occamlı William, “Occamlı’nın usturası” adı verilen tenkitleriyle meşhur bir düşünürdür. Bu düşünür pek çok felsefi kavrama savaş açar ve dersleri kiliseyi rahatsız eder. 1473’de Paris Üniversitesi onun görüşlerinin okutulmasını yasaklar. Galileo, yaptığı araştırmalar sonucu Balamyus nazariyesini (kuram, teori) çürütür. Merkezde dünyanın değil güneşin olduğunu ve güneşin dünya etrafında değil, dünyanın güneş etrafında döndüğünü ileri sürer. Kilise tarafından hoşlanılmayan bu açıklamaların sonucunda Galileo, Engizisyon Mahkemesi’ne sevk edilir. Engizisyon

(34)

23

Mahkemesi, güneşin evrenin merkezi olduğunu, yerini değiştirmediğini ve hareket etmediğini ileri süren tezin felsefi ve dini bakımdan yanlış olduğuna karar vermiştir. Neticesinde Galileo, mahkeme tarafından bilimsel keşiflerin sonuçlarını inkar etmeye zorlanmış ve iddialarından vazgeçtiğini açıklamak zorunda kalmıştır.

Düşündüklerini coşku ile anlatan cesur insanlardan biriside aynı dönemin önem şahsiyetlerinden olan Giordino Bruno’dur. Düşüncesini geri alması istenirse de bunu kabul etmez ve ölüm cezasına çarptırılır. Ölüm cezasını kendisine bildiren yargıca:

“Ölümümü bildirirken, siz benden çok korkuyorsunuz.” der. Aragon’lu Michel

Servetus, “Ken’an ilinin süt ve bal akan bir ülke değil, kurak ve çorak bir yer" olduğunu söyleyince, bunu kutsal kitaba aykırı bulan Calvin tarafından ölüm cezasına çarptırılır (Eren, 2012). Bu zaman diliminde iktidarın (klise veya kralın) zulmüne uğrayan veya idam edilen düşünürler arasında Machiavelli ve Kopernik’ide anmak gerekir.

3.4. Rönesans ve Sanat

Rönesans, klasik antikitenin yeniden doğuşu sayılmasına rağmen, aslında antikite hiçbir zaman yok olmamıştır. Ortaçağ boyunca da hayatta kalmıştır. Bu sebeple “antikite yeniden keşfedildi” demek yerine, bu döneme yeniden ışık tutuldu demek daha doğru olur. Antik dönemin telleri hakkındaki değişen fikirleri müjdeleyen Rönesans’tı. “Konunun anahtarı, Hıristiyanlık ile pagan geçmişin

bağdaşıklığı problemiydi. Ortaçağ sanatında klasik motifler, Hıristiyan anlatılarında kullanılıyordu, hatta klasik temalar Ortaçağ formları olarak sunuldu.”

Klasik formlar ve klasik ana konuların birlikteliği Rönesans’a kadar gerçekleşmemiştir. Fakat bu dönemde antik çağın temel içerikleri, antik formlar ile yeniden birleşmiştir.Klasik temalar ve klasik üslup arasındaki bu birleşme basit bir “klasik geçmişe dönme” de değildir. Zevklerin değişmesiyle, hem klasik hem de Ortaçağ’dan üslupsal ve ikonografik olarak farklı yeni ifade formlarına gerek duyuldu. Bu yeni formlar hala iki dönemi de kapsıyordu. Rönesans sanatının gerçek işlevi ve anlamı da işte budur (Labno, 2012).

(35)

24

15. ve 16. Yüzyıl izleyicilerinin “dönem gözüyle” kendisinin de değerlendirmesi geren bir kavramdır “Sanat”. Rönesans sanatçılarının pek çok resmi, heykeli ve çizimi, öncelikle estetik değerlerle değerlendirilmek yerine, dikkatlice seçilmiş ikonografiyle, saygı duyulan ve hala varlığını sürdüren geleneklerden türemiş kutsal ya da dindışı olarak tanımlanan, işlevsel ve nesnel olarak görülüyordu. Rönesans dönemi, modern sanat kavramının, sanatçının statüsünü yaratıcı deha olarak gören, sanat nesnelerinin tam değerine ulaşmada zanaatkarlıktansa orijinalliğe, sanat eserini değerlendirmede estetik ölçütlerin dikkate alınmasının önemini yansıtan diğer kavramlarla birlikte, ortaya çıkmaya başladığı dönemdir (Johnson, 2005).

Referanslar

Benzer Belgeler

Ancak ergenlik dönemde en sık karşılaşılan problemlerin başında sınav kaygısının geldiği (Özkan ve Yılmaz, 2010) ve söz konusu kaygı

35 ya% üstü kad$nlarda ulusal serviks kanseri tarama standard$na uygun olarak Pap smear testi yapt$rmama üzerine kurgulanan Model 2’ye göre; Pap smear yapt$rmama 40-49 ya%

Öğrencilere doğrudan öğretim stratejisi, etkili konuşmanın unsurları ve hazırlıklı konuşmanın özellikleri hakkında bilgi verildi.. Hazırlıklı konuşma örnekleri

A cornerstone of the polio eradication strategy is the need to ensure high levels of routine immunization coverage with three doses of OPV among children under one year

Yangın esnasında New York’ta Savoy Hilton ote­ linde bulunan Zsa Zsa Gabor felâketi haber aldığı zaman göz yaşlarını tutamamış, ağlamağa

Bu çalışmamızda Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Uygulama Hastanesi Göz hastalıkları Ana Bilim Dalı Polikliniğinde Ocak 2009-Mayıs 2012 tarihleri

Oyunun amacı verilen aralıktaki rakamları (1-4) her satırda ve her sütunda birer kez yer alacak şekilde diyagramı doldurmak.. Oyunun amacı verilen aralıktaki rakamları (1-4)

İkinci sınıf öğrencilerinin birinci sınıf öğrencilerine göre, Açıköğretim Lisesinden mezun olan öğrencilerin diğer öğrencilere göre derin öğrenme eğilimleri