• Sonuç bulunamadı

Başlık: Hasan Alî Yücel’in Genç Tıbbiyelilere SeslenişiYazar(lar):BASKAN, Semih Cilt: 61 Sayı: 2 Sayfa: 104-108 DOI: 10.1501/Tipfak_0000000662 Yayın Tarihi: 2008 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: Hasan Alî Yücel’in Genç Tıbbiyelilere SeslenişiYazar(lar):BASKAN, Semih Cilt: 61 Sayı: 2 Sayfa: 104-108 DOI: 10.1501/Tipfak_0000000662 Yayın Tarihi: 2008 PDF"

Copied!
5
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Hasan Alî Yücel’in Genç Tıbbiyelilere Seslenişi

Semih Baskan

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi AD Öğretim Üyesi

İletişim Semih Baskan

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı Akademik Yerleşke K4 Katı

Samanpazarı, Ankara Tel : (312) 508 26 67 E-posta adresi : msbaskan@yahoo.com

Cumhuriyetimizin kurulduğu yıl-larda Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün hedeflerinden biri de Ankara’da bir tıp fakültesinin ku-rulması olmuştur. Bu konudaki görüşlerini T.B.M.M’ nin 1936 yı-lındaki 5. dönem 2. yasama yılı açılış konuşmasında “Yükseköğ-retim için, Ankara Üniversitesi’ni kurmak yolunda Tıp Fakültesi’nin yapımından başlayarak, yeni ve en zor çabaların harcanmasını di-lerim”. sözleriyle dile getiriyordu (1). M. Kemal Atatürk’ün bu dileği 2. Dünya Savaşı’nın başlaması ve bunun getirdiği ekonomik zorluk-lar nedeniyle uzun süre ertelen-mek zorunda kalıyordu. Savaşın sona ermesiyle birlikte bu proje

tekrar gündeme getiriliyordu. Bu konudaki en büyük çabayı harca-yanların başında da zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Alî Yücel ge-liyordu.

Milli Eğitim Bakanı Hasan Alî Yücel Ankara’da Fen Fakültesi’nin açılı-şında yaptığı ve 9 Kasım 1943 ta-rihli Ulus Gazetesi’nde yayımla-nan konuşmasında “Ankara Fen Fakültesi, Ankara Tıp Fakülte’nin de habercisi ve müjdecisi olacak-tır” diyerek bu alandaki hazırlıkla-ra işaret ediyordu(2).

Sonunda Ankara Tıp Fakültesi 19 Ekim 1945 tarihinde 2. Cumhur-başkanı rahmetli İsmet İnönü’nün

(2)

huzurlarında hizmete açılıyordu. Bu açılış töreninde Milli Eğitim Bakanı Hasan Alî Yücel son dere-ce anlamlı bir konuşma yapıyor-du. Bu tarihi konuşma kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bi-lime, üniversiter anlayışa ve ülke-nin sağlık sorunlarına bakışlarını yansıtması açısından son derece önemliydi.

Bu konuda Ankara Tıp Fakültesi’nin değerli hocalarından rahmet-li Prof. Dr. Fuat Aziz Göksel An-kara Tıp Fakültesi’nin kuruluşu-nun 50. yıl dönümünde öğren-cilere verdiği açılış dersinde bu konudaki görüşlerini şu sözlerle dile getiriyordu. “Bundan 50 yıl önce, Fakülte’mizin açılış günü, tören salonunda bulunanlar ger-çekten tarihsel bir olaya tanık ol-dular. Ülkemizin ikinci ve Cumhu-riyet Dönemi’nin ilk tıp fakültesi-nin <doğum travayı> başlamıştı. Başta Cumhurbaşkanı olmak üze-re, Devlet’in en yüksek görevlileri, kordiplomatik, seçkin davetliler; öğretim üyeleri ve Fakülte’nin ilk öğrencileri, Türk Basını’nın göz-leri ve kulakları orada idi. O gün herkes olayın öneminin farkında ve duygusal bir gerilim içinde idi. Orada yapılan konuşmaların her

biri gerçek birer tarihsel belge ni-teliğini taşırlar. Konuşmalar sona erdi… Etkileyici bir sessizlik, san-ki geçmişi gelecekten ayırıyordu. Doğum, an meselesi idi…

Bir canlının dünyaya gelmesi, onun fi’len ortaya çıkması ile, onun ilk çığlığı ile ve nefes alıp vermesi ile gerçekleşir. Bir kurumun doğuşu ise, onun ilk görevine başlaması ile somutlaşır. İşte o an, o kritik an, gelmişti”. (3)

Hasan Alî Yücel öğrencilere şöyle sesleniyordu:”

Sayın Arkadaşlar!

Türk milletinin bütün tarih boyun-ca insan hayatıyla yakından il-gilenmiş bulunduğunu anlatmak için vatanımız üstüne yayılmış canlı belgelere bakmak, bize ye-ter değerde tanıklar verir. Daha eskilere gidip hafızalarınızı yor-mamak ihtiyatiyle, durağı bel-li tıp müesseselerinden ve onla-rın ilkinin kurulduğu XII. asonla-rın sonundan başlayabiliriz. Türk Tıp Tarihi Enstitüsü’nden veri-len bilgiye göre sistemli ve üni-versiter mahiyette, vatanımız üs-tünde bulduğumuz ilk tıp

öğre-tim kurumu, Kayseri’de 1205’te açılan Gıyasettin Keyhüsrev I. Tıp Medresesi ve onun tatbikat yeri olan Gevher Nesibe Hatun Hastanesi‘dir. Bundan 12 sene sonra, Sivas’ta İzzettin Keykâvus I. hastanesiyle yeni bir tıp dura-ğı buluyoruz. Aynı asrın ortasına varmadan Divrik’te (Divriği) Tu-ran Melek Hastanesi’nin, Konya Darüşşifası’nın ve Çankırı Ata-bek Ferruh Hastanesi’nin açıldı-ğını, bunlar içerisinde hastalara bakıldığı gibi, hastalara baka-cakların da yetiştirildiğini görü-yoruz. XIII. asrı takip eden 200 yılda Anadolu’nun muhtelif yer-lerinden hastaneler kuruluyor. Selçuk devri böylece ve kısaca

an-latıldıktan sonra Osmanlılar za-manında ilk düzenli bakım ve öğretim kurumunun Bursa’da ve XIV. asrın son yılında açıldı-ğını söyleyebiliriz. Bu tarihin de-vamı yıllarında, İstanbul’da Fa-tih Darüşşifası, Edirne’de Baye-zit II. Darüşşifa ve Medrese-i Etib-bası, Üsküdar’da Yavuz Selim Bîmarhânesi, Manisa Hafize Sul-tan HasSul-tanesi, İsSul-tanbul Haseki Hastanesi, Süleymaniye Darüşşi-fa ve Tıp Medresesi, Sultan Ahmet Darüşşifası bu yoldaki dikkat, emek, bilgi ile tıp eğitiminin birer anıtıdır.

XII. asırdan sonra Osmanlı cemiye-tinde başlayan sarsıntı, tıp dün-yamızda da kendini hissettiriyor. Söylediklerimize benzer yeni ku-rumlar açılmadığı gibi eskileri de yavaş yavaş çökmektedir. 1205’te biz Kayseri Darüşşifa’sını kurar-ken, bilgi diyarı Avrupa’da sayısı ancak üçü bulan buna benzer bi-lim kurumu vardı. Bizim durdu-ğumuz ve durdudurdu-ğumuz için de ge-rilediğimiz devirlerde Avrupa’nın Salerno, Bolonya, Paris üniver-sitelerinin eşleri çoğalmaya, her dalında pozitif bilgiler gelişme-ye başladı. Arka arkaya gelişme-yenilen Osmanlı ordusunun ıslâhı

(3)

ruretleri, tıp ve tabip ihtiyacını da duyurduğundan, Mahmut II. hekim yetiştirmek üzere bir bi-lim kurumu açmayı tasarladı. Bizim hekimlerimiz bilgisizlik ve tecrübesizlik yüzünden artık halk nazarında eskiden kazan-mış oldukları güveni kaybetmiş-ler, Dârüttıplarımız ataları gibi kıymetli bilginler yetiştiremez ol-muşlardı. Müslüman olmayan Osmanlı’lardan, Avrupa tıp öğre-tim kurumlarında yetişip gelenler umumun rağbetini kazanmaya başlamışlardı. Bu zaruret ve bu hava içerisinde 1826’da karar ve-rilip 1827 Mart’ının 14’üncü çar-şamba günü “Tıphâne-i Âmire” açıldı. Bundan önce 1805’te Se-lim III. de Rum tebaamız tarafın-dan açılması istenilen Tıp Yük-sek Okulu’na müsaade ve teşeb-büs edenleri, verdiği bir irade ile teşvik etmişti. Bu kurumun haya-tı, kesin belli olmamakla bera-ber, kısa sürdüğü anlaşılıyor. Bu okulun açılması hakkında veri-len iradedeki şu sözler, o devrin tıp durumunu anlatma bakımın-dan tekrara değer:” Bu konunun düzenlenmesi her şeyden önce uz-man bulunmasına ve önce hasta-nelerde Anatomi biliminin gös-terilmesine bağlıdır. Avrupa’dan İstanbul’a gelen hekimler her ne kadar tanınmış eğitim kurumla-rında tıp eğitimi görmüşlerse de; değişik alışkanlıklar, iklim özel-likleri ve konumları nedeniyle pek çok konuda hata yaptıkları belli olmuştur. Tıp biliminin ye-rinde öğretilmesinin tıp bilimi uzmanlarınca kesin olarak ka-bul edildiği ve bu önemli düşün-cenin bütün yazarlarca da teslim ve itiraf edildiği kuşku götürmez. Bundan dolayı, her bölgede has-taneler, hekim eğitim kurumları ve konunun uzmanlarının arttı-rılmasına özen ve dikkat gösteril-mesi için benden de çaba beklen-melidir.

Mevcut hekimlerin becerilerinin

artması ve bundan sonra yetişe-cek öğrencilerin eğitilerek tıp uz-manlarının çoğalması, dalların-da uzmanlaşmaları İslâm Ordu-su ve genelde bütün halka yararlı ve hayırlı olacak, duaları topla-yacaktır. Bu boyuttaki tıp eğitim kurumlarında, eğitim işlerinin genişlemesi konusunda Avrupa hastaneleri hekimleriyle iletişim, ameliyat yapma, deneyim artır-mak için, gerek hastalıklarda, ge-rekse anatomi bilgisinde bazı ak-saklıkların ortaya çıkması nede-niyle, İstanbul’da mevcut bulu-nan tıp okulları bu görevi üstle-nemeyecektir. Bu konunun, Rum milletine tahsis kılınıp, ileri ge-lenlerden, sadakat ve kabiliyet bakımından ehliyetli ve dirayet-li, bilim ve eğitime yatkın birisini bakan atayarak ele alınmasının yürütmeyi kolaylaştıracağı kuş-kusuzdur. Bundan dolayı halen Buğdan Voyvodasının kardeşi, de-ğerli Dimitraşko Morozi Beyzâde, bu işe yönetici ve bakan atandığı zaman kısa sürede tıp biliminde uzmanlık becerinin arttırılması konusuna dikkat edeceği açık ol-duğu için”….

Selim III. zamanında açıldığını söylediğimiz ve tarihi hakkında çok şey bilmediğimiz bu tıp oku-lunda öğretim dili Rumca; Sul-tan Mahmut’un açtığı Tıphâne-i Âmire’de ise Fransızca idi. Sultan Mahmut’un, tıbbiyenin açılış tö-reninde öğrencilere hitap ederek söylediği nutkun bu parçasını da müsaadenizle okuyacağım: “Çocuklar,

Bu büyük ve güzel binayı, Tıp Oku-lu olarak kullanılmak üzere dü-zenleyerek “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şâhâne” adını verdim. Burada, insanların sağlığına ka-vuşturulması gibi saygıdeğer bir hizmet verileceğinden bu okulu, diğerlerine tercih ettim. Burada tıp bilimini Fransızca olarak

öğ-reneceksiniz. Şimdi aklınıza; “Bi-zim dilimizde ve kitaplarımızda tıp bilimi yok mudur ki yabancı dilde öğrenim görelim?” diye bir soru geldiğini bilirim ve size hak veririm. Size cevap olarak şimdi-lik var olan güçlükleri, engelleri açıklayarak, bu durumun yakın bir gelecekte düzeltileceğini ümit ve temenni ederim. Gerçekten, tıp bilimine dair bizde pek çok kitap bulunmakta olup Avrupalılar da ilk önce tıp bilimini bu kitapla-rı dillerine çevirip okuyarak öğ-rendiler. Ancak bu kitaplar Arap-ça yazılmıştı ve bir süreden beri de İslâm bilginleri tarafından in-celenmesine, öğretilmesine değer verilmediğinden ve giderek bili-min terimlerini iyi bilen bilginle-rimiz de azaldığı için söz konu-su kitaplar terk edilmiş, kullanıl-maz duruma gelmişti. Onların incelenmesiyle uğraşıp tıp bilgile-rini tamamen Türkçe’ye çevirmek şimdi hem birçok külfete katlan-mayı hem de uzun zamanı gerek-tirmektedir. Avrupalılar ise bu bi-limi, Arapça kitaplardan dilleri-ne çevirdikten sonra yüz yılı aş-kın bir süreden beri tıptaki geliş-melerle uğraşmışlar, öğretim me-totlarını kolaylaştırmışlar ve son-rada biraz buluş yapıp kendi ki-taplarına eklemişler. Şimdi onla-ra göre Aonla-rapça tıp kitapları bazı yönlerden eksik gibi görünür. Bu eksikleri, benzerlerinden tamam-lamayı göze alsak bile birdenbi-re Türkçe’ye çevrilmesi mümkün olmayıp en az on yıl Arapça’nın, sonra da beş –altı yıl tıp bilimi-nin öğrenimiyle uğraşmak gere-kir. Biz ise, gerek ordumuz ve ge-rekse Osmanlı ülkesinin ihtiyacı için uzman doktorlar yetiştirip ihtiyaç duyulan hizmetlerde gö-revlendirip diğer yandan tıp bili-mini tamamen Türkçe’ye çevirip kitaplığını oluşturmaya çalışma-lıyız. Sizlere Fransızca okutmak-tan amacım, Fransızca öğretmek değildir. Ancak, tıp bilimini öğre-tip giderek kendi dilimize

(4)

kazan-dırmaktır. Ve ondan sonra Os-manlı ülkesinin her bir köşesine Türkçe olarak yaymaktır”. Öğretimin niçin Türkçe yapılmadığı

millî bir duyguyla bu yolda izah edilmekle beraber, o devrin bilgi çevresindeki kanaat şu idi ki şer’î ilimler ancak Arap dilinde, ulum-i dahile dedikleri, bugün bizim po-zitif dediğimiz bilgiler ise ancak Frenk dilinde tedvin olunabilir-di. Bu noktaya işaret edişim, dil konusunda bugün ne kadar doğ-ru bir yol tutmuş olduğumuzu ve kültürümüzün dört başlı kurula-bilmesi için bilim dilinde isabet-li başladığımız çalışmalara daha ne kadar emek vermeye muhtaç bulunduğumuzu belirtmek için-dedir. Tıphane-i Âmire’nin geçir-diği safhaları ve ondan sonra İstanbul’da tıp öğretimi için açıl-mış kurumlarla alınaçıl-mış tedbirleri hep biliyoruz. İstanbul Tıp Fakül-temiz, Tıphane-i Âmire’nin hasır üstünde diz çökerek oturup hoca-larını dinleyen, her türlü öğretim vasıtalarından yoksul (yoksun) talebelerinin uyanık evlâtları elinde nasıl bugünkü hale geldi, bilmem anlatmaya lüzum var mı? Cumhuriyet’in tıp öğretimi davasında her imkândan istifade etmek için esirgememiş olduğu fe-yizli dikkati, istikbalin doğru söy-leyeceğine emin olduğum vicda-nına bırakıyorum.

Abdülhamit II. devrinde Maarif Ne-zareti tarafından 1884’de yapı-lan başka tıp okulları açma teşeb-büsüne, Sadaretten verilmiş olan cevapta:

“Eğer ki ordu-yu hümayun merkez-leri olan yerlerde birer tıp mekte-bi tesisi ve hatta ecnemekte-biler tarafın-dan ülkenin bazı yerlerinde izin verilen tıp mekteplerine olan rağ-betin artması mütalâasına da-yansa da merkez-i saltanat-ı sen-niyede bulunan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’nin noksanlarını

ta-mamlayarak tamamen istifade olunacak bir hale getirilmeksizin ve fenn-i tıp tahsiline elzem olan sair fen bilimlerinin öğretilmesi-ne kâfi derece-i saniye mektepleri ıslah ve tevsi olunmaksızın taşra-larca tıp mektepleri tesisi müna-sip olamayacağından ve mual-limler tedarikinde dahi müşkülât çekileceğinden” denilmesi, tarihî bir mana taşımaktadır. Bununla beraber 19 yıl sonra bu teşebbüs Şam’da gerçekleşmek imkânını bulmuştur. Birçok eksiklerle de olsa 1903 Eylülünde açılma töre-ni yapılan “Şam Tıbbiye Okulu”, Suriye’nin bugün de hekim yetiş-tirmek ihtiyacını karşılayan fe-yizli bir kurum olarak hayatına devam etmektedir.

XIII. asırdan beri var ettiğimiz tıp öğretim duraklarından birini şu saatte Anadolu’nun ortasında ve Cumhuriyet’in başkentinde açı-yoruz. Türk milletine sağlık ve esenlik getirecek aydınları bu ku-rumda yetiştirecek olan arkadaş-larıma ve onlara dekan sıfatıyla uzun meslek hayatının olgun tec-rübelerini bağışlayan Ord. Profe-sör Abdülkadir Noyan’a şimdiden başarı dileklerimi ve başlamanın büyük şerefi tebriklerimi huzuru-nuzda sunarım.

Ankara Tıp Fakültesi kolay kurulma-mıştır. Öğretim üyeleri, laboratu-ar ve klinikleri bulmak, öğretici arkadaşları vazifelerinden ayıra-rak yeni tıp fakültesine hizmetleri-ni temin etmek için büyük gayret-ler sarf ettik. Millî Savunma, Sağ-lık Bakanları sayın arkadaşlarım Artunkal ile Sadi Konuk’a, Genel-kurmay Başkanı Sayın Orbay’a şükranlarım derindir. Teşkil ettik-leri hükümetlerde eğitim sorum-luluğunu bana vermek güvenini göstermiş olan ve millî eğitim iş-lerinde başarılarımız için en mü-essir yardımlarını bağışlayan iki Başbakanıma duyduğum bağlılık ve saygıyı burada belirtirim.

An-kara Tıp Fakültesi’nin kurulması teşebbüsüyle Refik Saydam, bu te-şebbüsün başarılmasındaki yakın ilgisiyle Şükrü Saraçoğlu adlarını bir şükran konusu olarak bizden sonra geleceklere tevdi ederim. Arkadaşlarım,

Atatürk’ün “milli varlığa dayanarak garp medeniyetine tam giriş” an-layışının bize kazandırdığı dev-rim hamlesini ben de her Türk ay-dını gibi şu kutlu günün ışığında bütün yüreğimle tebcil etmeliyim. Bakan olarak Türk eğitimi hizme-tinde yedi yılı bitmek üzere bulu-nan vazifem boyunca, devlet işle-rindeki tecrübelerinin, yüksek ve derin görüşünün feyzinden beni nurlandıran, milletimizin ve dev-letimizin başı İnönü’ye ideal bor-cumun ve borcumuzun ne değer-de olduğunu bu mutlu gündeğer-de ve tarih önünde anmalıyım.

Sayın Öğretici ve Genç Öğrenci Arka-daşlarım,

Mesleğiniz, yorucu, öğrenme zama-nı uzun, öğrenmeye mecbur etti-ği konular çeşitli, hususî hayatı-nıza kadar tesir edecek güçlük-leri size yüklenen bir meslektir. Sizler, insanın varlığında duy-duğu acıları kendi varlığınızda-kileri unutarak giderme mesuli-yetinizdesiniz. Onun için bilgi-niz kadar ahlâkınızın, tecrübe-niz kadar karakteritecrübe-nizin kuvveti-ne muhtaçsınız. İnsanlık tarihin-de zâtını ve adını bulamadığımız ilk hekim, bir hastanın çektiği ıs-tırabı dindirme çaresini ilk ara-yandır. Her hekim bu ilk hekimin duygusuna ermedikçe, ancak bu kurtarıcı mesleğin eciri olmaya mahkûmdur, sahibi değil. Amacı hastayı iyi etmek, hastanın ıstıra-bını dindirmek ve böylece haya-tı bahtiyar olarak uzatmak olan hekimlik, bilgilerin ve sanatların akıbeti en hüzün vericisi, bunun için de en kutsalıdır.

(5)

KAYNAKLAR

1. TBMM 5. Dönem 2. Yasama Yılı Açılış Konuşmaları. 1 Kasım 1936 Millet Meclisi Tutanak Dergisi. D.5, C.13, Sa:4

2. Osman Bahadır Cumhuriyet Bilim Te-knoloji 1116 Sa:16 8 Ağustos 2008 3. Prof Dr Fuat Aziz Göksel Açılış Dersi,

An-kara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlık Matbaası

4. Prof Dr Semih Baskan Ankara Tıp Fakültesi’nin Açılış Töreni ve Bu Törende Verilen Söylevler, Ankara, 1995

Çarelerini bulmak için bütün kuv-vetlerini sarf eden hekimin ken-disi de hastaları gibi bir gün ölür. Onun içindir ki meslekler arasın-da, akıbeti amacını yalanlayan hekimlik, mensuplarını dikkatli ve iradeli şekilde en özgeci ve en hayırlı insanlar yapar. Böyle ol-mayanlar bilgi ve tecrübeleri ne kadar üstün olursa olsun hekim değildirler.

Tıp öğreniminin, günün pozitif bi-limleriyle ilgisi, bu bilimin bir kısmını laboratuarlara topla-mıştır. Fizik, kimya, biyoloji ve bunların türlü dallarında ge-niş ve derin ihtisaslar teessüs et-medikçe köklü bir tıp öğretimi imkânsızdır. Laboratuarlarına kapanıp bu konularda sabır ile mevcudu öğrenen ve yenilerini arayan insanlarımız çoğaldığı nispette Türk hekimliği milletle-rarası değerini kazanacaktır. Fa-kat derhal söyleyeyim ki hekimli-ğin müspet bilimlere dayanan bu temelleri üstünde hekimi bir ar-tist olmaya zorlayan sezici ve ya-ratıcı tarafı kliniklerde görülür. Hekim, klinikte sanatkâr, klinik-te yapıcı olur.

Bütün bilgiler, bu bakımdan klini-ğin ve klinikçinin hizmetindedir. Heykel yontmaya yeni başlayan-lar, olgun heykeltıraşı seyreder-ken, hatta yapanını görmeksizin

eserine bakarken ne büyük şey-ler kazanırsa, bir hekim adayı da klinik üstadını görerek, dinle-yerek, hatta sadece onun çevresi-ne girerek mesleğinin sırrına erer. Öğrencilik, öğretmenlikten daha liyâkat ister. Almasını bilmeyen-lere muhtaç olduklarını vermek, çok kereler elde değildir. Öğren-memenin mesuliyeti öğretenden önce öğrenendedir. Bu duyguda-ki bir çırak, şüphe etmemelidir ki, bir gün öğreteni geçen bir usta olacaktır. (4)

İçinde bulunduğumuz her mesele ve her meslek gibi tıp da, nakli-ne çalıştığım, insan teki üstünde yapacağı bu emeklerle yetineme-mektedir. Günün her meselesi ve her mesleği gibi tıp da, sosyal bir zorunluluğun ve sosyal bir öde-vin karşısındadır. Cemiyette sağ-lık diye bir davayı bilinçaltında uyanık tutmadıkça tıp çalışma-ları birbirine yakın duvarçalışma-ların hapsettiği havalarda boğulmaya mahkûmdur. Onu için hekimlik mesleğine keyfiyetten fedakârlık etmemek şartıyla çok sayıda in-san vermeye mecburuz. Hatta di-yebilirim ki, keyfiyet yükselmesi de bu sayının artmasına bağlı-dır. Bütün Türkiye’de 19 milyona karşı 5636 hekim varken ve bun-ların çoğu büyük şehirlerde yer-leşmiş bulunurken, onların ara-sından pratisyen hekim, aile ve

topluluklar hekimi yanında ara-yıcı bilgin hekim, elbette şimdi-kinden çok olamaz. Bizim sağ-lık davamız yalnız bakıcı hekim-le değil, koruyucu hekimhekim-lerhekim-le de kuvvetlenip çözülecek bir dava-dır. Önümüzdeki yıllar içinde İs-tanbul ve Ankara Tıp Fakültele-rinden hiç değilse 700-750 hekim mezun ederek bugünkü toplamı bir katından fazlasıyla aşmalı-yız. Bize bu kadar da yetmez. He-kim yanında çalışacak yardımcı unsurlar, hastabakıcılar ve hem-şireler, yüzlerce değil, binlerce ye-tiştirilmelidir. Bugün bu sağlık kurucu ve koruyucu elemanlarla vücuda getirilecek yaygın bir or-gan, Türk milletinin her bakım-dan verimini sağlayacaktır. Mil-letçe ve hükümetçe geçmişte ben-zeri görülmeyen bir hızla bu da-vanın peşindeyiz.

19 Ekim 1945, tarihimizde bahtiyar bir günün ve bahtiyar edecek bir günün işareti olsun. Ankara Üni-versitesi Tıp Fakültesi’ni hep be-raber kutlayalım.(4)

Bugün kuruluşunun 63. yıl

dö-nümünü kutlayan Türkiye

Cumhuriyeti’nin kurduğu ilk tıp fakültesi olan Ankara Tıp Fakülte-si işte değerli devlet adamı Hasan Alî Yücel’in son derece anlamlı bu sözleriyle hizmete giriyordu.

Şekil

Şekil 1. Ankara Tıp Fakültesi’nin açılış töreni 19.10.1945.
Şekil 2. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in konuşmasını yaparken.

Referanslar

Benzer Belgeler

(Lac Léman) m etrafını geceleri nura gark eden yine bu beyaz kömür dür. Honoré diyor ki « bir kaç manetle mü­ zeyyen bir mermer levhanın arkasına 10,000 ve

Araflt›rmac›lar, daha önce bir morötesi (dalgaboylar›nda parlayan) halka ve optik (görünür) ›fl›kta parlayan s›cak noktalarla ayn› yerde bir X-›fl›n›

Neyzen çok içki içerdi, ben ağzıma koymam; Neyzen sigarayı yutardı, ben tadını bilmiyorum, ama ikimizin bir müştereği var: İkimiz de dilimizi tutamıyoruz. O

[r]

Asıl, bizzat Celâl Bayar’ın oğlu, Refıi Bayar, Millî Reasürans Genel Müdürü olarak samk sırasındadır. Olay 1939 yazında soruşturma safhasmdayken Refii Bayar doktor

Fakat o tarihlerde de kayık bütün bu vasıtalar İçinde halk tara­ fından kâh ucuzluğu, kâh her an j emre hazır oluşu bakımından ve yük­ s e k sınıf

lej’de ve Almanya’nuı Magdeburg şehrinde yüksek tahsilini ise An­ kara Hukuk Fakültesinde yap­ mıştır. 17 Nisan 1927 de Dışişleri Bakanlığına intisap

Çiçekleri neredeyse tamamen kapalı sikonyum’lar içerisinde hap- sedilen dişi incir ağaçlarının tozlaşmasına ilek arıcığı (Blastophaga psenes) denilen ve