Cumhuriyet Kuşağının Not Karnesi
* 2 LNURULLAH ATAÇ
. ,
A - i z
Eleştirmen, Çevirmen
İ
stanbul’da, 21 Ağustos 1898'de doğdu. »Asıl adı Nurullah Ata'ydı. Hammer tarihini dilimize çevirmiş olan Ata Bey'in oğluydu. Baba yanıy la Karadenizli, ana yanıyla Maraşlı’ydı. »Onbir yaşmda annesini yitirdi. «Ankara Radyosu’nda- ki sohbet programlan ve gazete yazılanyla tanınan he kim ve milletvekili Galip Ataç, büyük kardeşiydi. Re fik, adında bir kardeşi de Çanakkale Savaşı’nda şehit oldu. «İlk yazılarını 1908 yılında henüz 10 yaşınday ken yazdı. »İlkokuldan sonra Galatasaray Lisesi'ne başladı (1909-1913). Dördüncü sınıftayken okuldan ay rıldı. »Öğrenimini sürdürmek üzere İsviçre'nin Cenev re kentine gitti. »Babasının beklenmedik ölümü üzeri ne mütareke döneminde (1919) Türkiye'ye dönmek zorunda kaldı. »Bir süre Darülfünun'da edebiyat ders lerini izledi. »Kendi çabasıyla Fransızca öğrendi. »A h met Haşim'in "Göl Saatleri" üzerine yazdığı ilk yazısı “Dergah”ta yayımlandı. »1921-23 yılları arasında Ni şantaşı, Vefa, İstanbul, Üsküdar Liselerinde Fransızca öğretmenliği yaptı. »1924-25 yıllarında Adana Lisesi edebiyat öğretmenliğine atandı. Aynı lisede müdür yardımcılığı görevinde de bulundu. »Ticaret Vekaletin de çevirmen olarak çalıştı (1925-26). »Ticaret Vekale tindeki görevinden ayrılarak yeniden Maarif Vekaleti bünyesine döndü. »Bir yıl Talim ve Terbiye Dairesi’n- de çevirmenlik ve »ilk Tedrisat Dairesi şube müdürlü ğünü yaptı. »1927 yılında, R. Grousset'tin “Asyanın Uyanması” yapıtını Türkçe’ye çevirdi. »1928-1930 yıl lan arasında Ankara Orta Muallim Mektebi’nde Türkçe, Edebiyat, Sanat Tarihi, Fransızca dersleri verdi. »1930 yılında, A. Maurois'in “Genç Verter'in Istıraplan” çevi risini yaptı. »1932 yılında, “Mitoloji” adlı Fransızcaya-yımlanmış bir çalışmayı dilimize kazandırdı. »1935 yı lında, “Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Klavuzu” adlı iki ciltlik bir sözlüğü hazırlayanların arasındaydı. Reşat Nuri Güntekin, A. S. Delibaş ve İsmail Hakkı Da- nişmen'in de içinde yer aldığı kurul içinde çalıştı.
I
* stanbul'da Pertevniyal Lisesi’nde, »İ. Ü. Yabancı Diller Okulu’nda (1937-38), »1939 yılın da ise, Milli Eğitim Bakanlığı'nın kurduğu ter cüme bürosunda çalıştı. Dünya edebiyatından klasik yapıtları Türkçe'ye kazandırdı. »1939 yılında, M. R. Ballantyne'den “Mercan Adası” adlı ün lü klasiği çevirdi. »Gazi Eğitim Enstitüsü'nde (1939- 40) görev yaptı. »1940 yılında, Alain Fournier'den “Adsız Köşk”, H. De Balzac'dan “İki Yeni Gelinin Ha tıraları”, L. Bertrand'dan “İspanya Tarihi” (Galip K. Söylemezoğlu ile birlikte), Ch. Vildrac'dan “Dünya Gözüyle” adlı yapıtları dilimize kazandırdı. • 1941 yı lında, M. Ayme'den “Sarman’ın Masalları” (Kurt, Öküzler, Bodur Kara Horoz, Köpek, Fil, Kötü Kaz, Ördek ile Pars, Koç ile Doğan) dizisini, Dostoyevs- ki'den “Kumarbaz”, Sophokles'den “Oidipos Kolo- nos'ta”, “Philoktetes”, Stendal'dan “Kırmızı ve Siyah”ı Türkçe’ye aktardı. »1941-1945 yılları arasında, Anka ra Atatürk Lisesinde Fransızca öğretmeni olarak çalış tı. »1943 Plautus'un “Amphitryon”, “Çömlek", M. Magre'nin “Granata Sefahati”, A. de Musset'tin “And rea del Sarto”, “Terentius'un Kardeşler” adlı yapıtları nı çevirdi. »1944 yılında, Choderlos de Laclos'un “Tehlikeli Alakalar”, “Lukianos'un Seçme Yazılan” (iki cilt) P. Merimee'nin “Fırsat”, “İnes Mendo”, Pla utus'un “Çifte Bakhis"ler adlı kitaplarını Türkçeleştir di. »1945 yılında, Aisopos (Ezop)'dan “Masallar”, Pla- utus'dan “Urgan” yapıtlannı dilimize aktardı. »1945 yılından sonra Basın Yayın Umum Miidürlüğü'nde yayın şefliği görevini yürüttü. »1946 yılında, “Günle rin Getirdiği” kitabı yayımlandı. »Gogol'dan “Taraş Bulba”, Plautus'dan “Tecimen”, Terentius'dan “And- ros Güzeli”, “Formio”, “Hadım”, “Kaynana”, “Özünün Celladı” yapıtlarını Türkçeleştirdi. »1947 yılında, Pla utus'dan “Buğday Kurdu”, “Casina”, “Epidicus”, “Üç Akçelik Kişi” ve Terentius'dan “Hortlak”ı çevirdi. •1948 yılında Plautus'un “Kartacalı” adlı yapıtını Türkçe’ye aktardı. »1949 yılında, TDK'na üye oldu. • Plautus'un “İkizler” ve “Lukianos'un Seçmen”nm üçüncü ciltini okum ile buluşturdu. • 1950 yı lında, Apuleius'un “Altın Eşek” adlı yapıtını dilimize kazandırdı. »1951 yılında, kurumun yönetim kumlu na girerek, yayın kolu başkanı oldu ve ölümüne dek bu görevini sürdürdü. »Aynı yıl cumhurbaşkanlığı çevirmenliğine atandı. «Andersen'den “Masallar” ad lı ünlü yapıtı Türkçe’ye çevirdi. «7 Şubat, 1952'de otuz yıllık eylemli hizmetini doldurduğu için emekli ye ayrıldı. «Emekli olduktan sonra, yalnızca yazı yazdı ve çeviriler yaptı. « “Türk Dili” dergisini yönet ti. «1952 yılında, “Sözden Söze”, “Karalama Defteri” adlı yapıtları yayımlandı. «1953 yılında, G. Sime- non'un “Kiralık Oda” adlı yapıtını çevirdi. «1954 yı lında, “Ararken”, “Diyelim” adlı yapıtları çıktı. «E. Larreta'ın “Don Ramiro” kitabını dilimiza aktardı. •1955 yılında eşi Leman Ataç öldü. «M. Ayme'in “İğ reti Surat” adlı yapıtı Türkçe’leştirdi. «1957 yılında, “Günlerin Getirdiği”, “Söz Arasında” adlı çalışmaları okum ile buluştu. «8 Mayıs 1957 günü hastalanarak İşçi Sigortaları Hastanesi’ne yatırıldı. «17 Mayıs 1957'de Numune Hastanesi'nde üremiden öldü. • 1958 yılında, “Okumma Mektuplar Kitabı” ölümün den sonra okumna ulaşabildi.
1
958 yılında, kızı Meral Tolluoğlu tarafından, yılın en iyi eleştiri-deneme yazılarına verilmek üzere kumlan 500 lira tutarında ki "Ataç Armağanı" • 1959 yılında, Mehmet Fuat'a, «1960 yılında, Sabahattin Eyüboğ- lu'na verildikten sonra kaldırıldı. «1960 yılında, “Günce”, G. Simenon'dan Türkçe’ye kazandırdığı “Polis Müfettişi Kadavra”, “Yedi Kızlar” adlı yapıtları yayımlandı. «196i yılında, “Prespero” ile “Caliban” adlı denemeleri yayımlandı. «1962 yılında, yaşamını adadığı Türk Dil Kummu onun anısına “Ataç” adlı bir derlemeyi yayımladı. «1967 yılında, ölümünün 10’uncu yılında Türk Dil Kummu, onu özel bir tö renle andı. Anmaya ilişkin bir kitap “Ataç'ı Anış” adıyla yayımlandı. «Yapıtlarında yazılarının bir bö lümünde takma adlar kullandı. Sabiha Yağızlar (Mil li Eğitim Bakanlığı Dünya Edebiyatından Tercümeler Serisi, Fransız Klasikleri çevirilerinde), Ahfeş (Tan gazetesindeki yazılarında), Süha Kavafoğlu (Ulus gazetesinde) «2000 yılında, Yapı Kredi Yayınları “Bütün Yapıtları”nı yayımladı.«TÜRK DİLİNİN
YORULMAZ SAVAŞIMCISI:
NURULLAH ATAÇ
•Songül Saydam - Bütün Dünya• için yazıyorum?
soru-N
suyla başlamıştı o günkü güncesine: “Dün bir delikanlı sordu bunubana. Doğaısu ben de bilmiyorum niçin yazdığımı. Bırakamam yaz
mayı diyemem, biliyorum ki peka la bırakabilirim. Birtakım kimseler varmış, içlerinden bir şey zorlamış onları yazmaya, hiç bir karşılık
beklemeden, sadece yazmak iste melerinin buyruğu ile oturur ya zarlarmış. Ben onlardan olmadığı mı biliyorum, bir yazımı yarına bı- rakabilsem sevinirim. Öyle sanıyo rum ki çalışmadan geçinebilsey- dim hiç yazmazdım, belki oku mazdım bile. Yazı yazmayı iş edindim, onun için yazıyorum. Doğru mu acaba bu dediğim?
Şim-bir doğruyu söylediğimi sanarak yazdım. Sonra o doğrular beni bı rakıp kaçmış olabilirler. Niçin ko şayım arkalarından? Onlann yeri ne başka doğrular geldi. Y el alıp götürecek bu yaprakları. Hepsi de dağılıp çürümeden önce bir kişi nin gözüne bir tanesine bir an ta kılırsa... İşte budur bir yazarın bü tün beklediği.”
İ l k y a z ı s ı n ı yazdığında henüz on yaşındaydı. Annesi, ba cıları sabaha kadar roman okuyan
Nurullah Ataç, İsmet İn ö n ü ’yle
di yazı yazacağım bir iki yer var, bir iki gazete, bir iki dergi. Gaze teler, dergiler, yazımı almasalar: ‘İstemiyoruz biz senin yazılannı, artık yeter’ deseler, o zaman ben, oturup da kendi kendime yazmaz mıyım? Yazı yazmak, o zaman bir ihtiyaç olmaz mı benim için de? Başka ihtiyaçlara bağlı olmayan, kendi kendine bir ihtiyaç, nasıl söyleyeyim? Katıksız yazı yazmak ihtiyacı. Bir zamanlar, kendim de farkına varmadan bu ihtiyacı duy mamış olsaydım, yazı yazmaya el bette başlamaz
dım. Başka bir iş arardım kendime. Hayır doğru değil yukarıda söyledik lerim, sadece iş edindiğim için yazmıyorum, var bir başka sebep, benim de bilmedi ğim sebep.”
Günün getirdi ği bir konuyu ka fasında tasarlıyor, yazı makinesinin başına oturuyor, ' birisiyle ya da
kendisiyle konu
şuyormuş gibi sözcükler kağıda dökülüyordu.
“Kanımı, kemiğimi, etimi koya cakmışım gibi yazıyorum. Bir ger çeği, bir hali başka bir gerçekle, başka bir halle söylemeye çalışı yorum, bazan bir masaldır tutturu yorum kendi kendime, onu anlatı yorum. Ama bütün bu yapmacık ların,’ bütün bu yalanların arasına kendimi, özümü koymak istiyo rum” diyordu, yazdıkları ve yaza cakları için. “Hepsini de inanarak,
bir ocakta yetişmişti. Babası ünlü Hammer tarihini dilimize çeviren ve bir yazar olan Ata Bey’di. “Ağam Galip Ataç da bir yazardır” diyen Nurullah Ataç kitaplarla do lu bir ortamda büyüdü. “Okuma mak bir yazar olmamak hiç aklım dan geçmedi, yani kendimi bildim bileli yazmaya özendim” diyen Ataç doğuştan bir yazardı adeta.
Sık sık pek okul görmediğini, kendi kendini elinden geldiğince yetiştirmiş bir yazar olduğunu
vur-Bütün D ünya * Ekim 2002
guluyordu yazılarında. “Ben ders dinleyerek, bilgi edinmeye alışma dığımdan, okumadığım şeyi iyi an lamam” diyordu. Onun için okul kitap demekti. Onları anlamaya ayrı bir özen gösteriyordu ve şöy le diyordu: “Bir kere anlamamak insanın gücüne gidiyor. Ben, anla madıkları şeyler karşısında dudak bükenlerden değilim. Öyle kimse ler kendilerini pek beğenir, herşe- yi yargılamaya haklı bulurlar. ‘An layamıyoruz’ demeleri, ‘İyi değil bu, güzel değil!’ demekle birdir. Anlamıyorlarsa bir uğraşsınlar an lamaya, kendilerini aşmaya çalış sınlar. Sanat eserleri de, bilim eserleri gibi, bir çaba ister kişiden, birdenbire açmazlar kendilerini. Ben çabuk anlayamadığım eserle ri daha çok severim; bir yenilikle ri, alışık olmadığım bir güzellikleri vardır da onun için.”
Galatasaray Lisesi’nin dördün cü sınıfından ayrılıp, ailesi tarafın dan Cenevre'ye eğitim için gönde rilmesine karşın, düzenli bir eğitim görmedi. Babasının beklenmedik ölümü nedeniyle 1919 yılında Tür kiye'ye dönmek zorunda kalmıştı. Bir süre Darülfünun'da edebiyat derslerini izledi. Edebiyata olan il gisi gün geçtikçe artıyordu. Yerli ve yabancı edebiyatı yakından iz liyordu. Sınava girerek Fransızca öğretmeni oldu. Yaşamının çeşitli dönemlerinde uzun yıllar öğret menlik mesleğini sürdürdü.
Fransız edebiyatı
hak kında engin birikimi vardı. Dil ku- rumunda uzun yıllar birlikte çalış tığı Ömer Asım Aksoy, Nurullah Ataç'ın Fransız edebiyatındaki yet kisini gösteren bir anısını anlatırken şunları söylüyordu: “Ölümün den birkaç yıl önce, şimdi o da rahmetli olan, ünlü Fransız dilcisi Jean Deny Türkiye'ye gelmiş, Türk grameri üzerine bir konferans ver mişti. Konferanstan sonra Ataç, Je an Deny ile konuşmaya daldı. Fransız edebiyatının çeşitli sorun ları ve ürünleri üzerine o kadar il ginç şeyler söylüyordu ki bir aralık Jean Deny kendisine şöyle dedi:
‘Fransız edebiyatı üzerine sizin ki kadar bilgim olmasını isterdim.’”
Türk kültür
ve edebiyat dünyasında eşine az rastlanılan yazarlardan biri olan Nurullah Ataç, 1921 yılında başladığı yazı uğraşısını, ölümüne dek sürdürdü. Henüz dilimize çevrilmemiş Batı edebiyatından çeşitli yapıtları Fransızca’sı sayesinde sürekli oku yordu. Kendisi eski dil kültürü ile yetişmişti. Divan edebiyatını çok iyi biliyor ve seviyordu. Kolayca ezberleyebilen bir hafızası olduğu için, yeri geldiğinde, beyitleri, ga zelleri konuşmalarında ve yazıla rında kullanırdı. Ama onun aklı öz Türkçe'den yanaydı. Divan şiirini çok sevmesine karşın, artık ölmüş olduğunu savunuyordu. Ona göre divan şiirini artık hiç kimse anla mıyordu ve şöyle diyordu: “Seve rekten, yüreğimiz kanayaraktan kapatacağız divan şiirini. Onda bi zim duygularımız vardır, ama bile lim ki insanı insan eden duyguları değil, düşünceleridir. Duyguları mız karşısında düşüncelerimizi susturmaya değil, düşüncelerimiz karşısında duygularımızı sustur maya çalışalım.”Nurullah Ataç'a göre asıl yeni zordu, yeninin anlamını bilmek,
NuntU ah A taç
güzelliğini duymak zordu. Bunun için alışkanlıklarımızı aşmak, dik katimizi işletmek gerekliydi. Yal nız eskiyi, örneğin Fuzuli'nin, N e dim'in şiirlerini beğenip de bu günkü şairlerden hoşlanmayanlar, yalnız kendilerine öğretilmişle ye tinen, yeni bir zevkin kendini tat tırmak için istediği emeği ağır bulup korkan kimse lerdi. Yazılarını öz Türkçe ile yazmaya özen gösteri yordu. İlk kez farklı bir söz dizimi kullanarak, devrik cümlelerle yazdı yazılarını. Dilimizi zengin leştirmek, yabancı kökler den gelen sözcükleri kar şılamak için yeni sözcük ler yapmaktan da geri kal madı. Dilbilgisi kurallarına uymadığı gerekçesi ile bir çok kesimden tepki alı yordu. Türk dilini özleştir mek ve zenginleştinmek üzere girişilen çalışmalar da seçkin bir yere sahip olduğu denli onu eleşti renler de vardı.
A taç'a g'öre
dil çok önemliydi, çünkü dü şünceye verilmiş bir kılıktı. “Bir öz olmayınca ona bir kılık verebilir misiniz? Bir vücut olmayınca ona hangi giysinin uyacağını, yaraşacağını kestirebilir misiniz?” diyordu, dil davasının önemeni araştırırken. Bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklıyordu:
“Barış davasına mı katılmak is tiyorsunuz? Çok iyi! Önce dille uğ raşın. Köylünün kalkınmasını mı istiyorsunuz? Çok iyi! Önce dille
uğraşın. Veremin kalkmasını mı is tiyorsunuz? Çok iyi! Önce dille uğ raşın. Önce dil! Dil, düşüncenin aracıdır da onun için. O sizin söy lediğiniz davaların hepsi de dü şünceye dayanır, o sizin istediği niz davalara AvrupalIlar bizden daha iyi çalışıyorlar. Neden? Yüz
yıllardan beri kurulmuş bir dilleri var da onun için. O dille düşüne biliyorlar. O dilin yardımıyla dü şündüklerini söyleyebiliyorlar da onun için. Onaltıncı yüzyılda Ron- sard, Rabelais, Amyot, Montaigne gibi adamlar, Fransız dilini kurma- salardı, bir Descartes, Pascal yeti şemezdi, Fransız devrimi
olmaz-Nurullah A ta ç ’m, sınıfta ders verirken bir öğrencisi tarafından çizilen portresi
Bütün Dünya • Skim 2002
dı.” Bu düşünceler ışığında giriş mişti dil işine.
“Türkçe’ye özenişim de duy gularımın etkisi ile değildir. Latin ce, Yunanca öğrenilmeyen bir ül kede tek doğru yolun, tek usul yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu tuttum.”
Ömer Asım Aksoy,
onun dil sorununa yaklaşımını şöyle anlatıyordu:
"Ataç da Atatürk gibi, dil eğiti mi görmüş değildi. Ama onun gi bi sağlam ve geniş kültürü, şaş maz bir sağduyusu vardı. Ayrıca dilin çeşitli sorunları üzerine ya zılmış yapıtları okuyarak, bilgisine güvendiği kimselerin düşünceleri ni sorarak durmadan gerçeği arar dı. Bütün bunlar, kendisini öz Türkçe akımına itmiş, bu yola gir mekten başka çare olmadığı kanı sına ulaştırmıştı. İşte bundan son ra, edebi geçmişini ayaklar altına almaktan çekinmedi. İşe sıfırdan başladı. Ama çok geçmeden bu çabasının gözler kamaştıran parıl tıları arasında yeni bir doruğa yükseldi ve oradan yalnız yaşadı ğı çağın değil, gelecek çağın da kuşaklarına yol gösterdi.”
Eski dil kültürünün etkisi altın daki yazın ortamında, yeniyi sa vunmak kolay değildi. Küflenmiş, kemikleşmiş, durağan bir yazı dili nin yerine akışkan, canlı, hareketli bir yazı dili getinnek istiyordu. Öz Türkçe’nin, halkın konuşmasının sesini araştırıyordu. Biz okur yazar lar konuşma Türkçe’sini unutmu şuz diyordu. Bizim yazılarımızın di li bir miydi konuşma diliyle? Çarşı da pazarda konuşulan dille?” Şöyle
devam ediyordu Ataç: “Ben biliyor muyum, bulabildim mi Türkçe’nin gerçek kurallarını? Öyle bir şey de diğim yok. Benim yazılarımda da, benim gibi yazan birkaç kişi daha var, onların yazılarında da, Tam Türkçe’nin sesini bulamıyorum, da ha çok çalışacağız onu elde edebil mek için. Ama bizim yazılarımız Türkçe’ye, gerçek Türkçe’ye biz den öncekilerin Türkçe’sinden da ha yakın. Elbette öyle olacak biz arıyoruz, yazı diline konuşma dili nin sıcaklığını, sesini vermeye çalı şıyoruz. Bizden öncekiler istemez lerdi bunu; yazılarında konuşma dilinin, canlı dilin bir yankısı olma sına özenmezlerdi.”
Ama bu uzun ve çetrefilli bir yoldu. Hemen bir çırpıda olacak bir iş değildi. Bu uğurda gönüllü olarak rahatını kaçırmıştı Ataç. Umutlu olduğu gelecekten şöyle söz ediyordu: “Hele yüz yıl, elli yıl geçsin, bizim tuttuğumuz yol ge nişlesin, güzel eserler versin, dil bilgisi araştırıcıları Türkçe’nin im kanlarını işte o zaman anlayacak lar, gerçek kuralları o zaman bulup görecekler.”
Dilci kimliğinin
yanın da, eleştirmeci kimliği de giderek ön plana çıkan Ataç, edebiyat dün yasında bir otorite olmuştu. Yeni çıkan tüm edebiyat eserlerini oku yordu ve onlar üzerindeki düşün celerini yetkili ve etkili bir dille ya zıyordu. Anadolu'nun uzak köşele rinde çıkan dergilerdeki amatör ya zıları izliyor, umutlu bulduğu genç leri yüreklendiriyor, bayağılığa dü şenleri azarlar bir üslupla eleştiri yordu. Tanınmış bir yazarın yeni çıkmış bir yapıtını beğenmemişse,N n ru lla h A t a ç
en yakın bir arkadaşı bile olsa, acı masızca eleştiriyordu. Çünkü onun en sevmediği şeylerden birisi yalan söylemekti. Ömer Asım Aksoy “Onun işi, gücü sanki edebiyat dünyasının düzenini sağlamaktı” diye yorumlarken onun eleştirmen liği üzerine şöyle diyordu:
“Bütün yazarlar kendisinden çe kinirler, kötü not almamak için ya zılarına çok dikkat ederlerdi. Yargı larına herkesin saygı gösterdiği böyle bir eleştiricinin edebiyat dün yasına düzen vermekte ne büyük etken olduğu düşü
nülürse edebiyatı mızın bugünkü ba şıboş gidişinde böyle bir kişiden yoksun bulunma mızın acısı daha de rin olarak belirir.”
Nurullah Ataç “Bu konuda eleştir mecinin duygular dan, bütün duygu lardan uzak olması gerekir, yoksa yar gılama gücünü o duygular etkiler, bozar. Ama öyle de insan olmaz. E! Ne yapmalı eleştirme ci? Duygularını
yenmesini bilmeli, kendi düşünce lerinin, yargılarının kaynaklarını da araştırmalı, hangilerinin duygular etkisinde olduğunu bulmasını bil meli. Bu da kolay bir şey değildir. Bunun içindir ki iyi bir eleştirmeci zor yetişir” demektedir.
Roman, hikaye şiir alanında, varlık göstermeye çalışan birçok genç yazarın tanınmasını sağlıyor du. Nazım Hikmet, Necip Fazıl
Kı-sakürek, Yahya Kemal, Sabahattin Ali, Sait Faik gibi günümüz edebi yatının oluşmasında öncülük eden pek çok yazarın değerlerini, gü zelliklerini ortaya çıkarıyordu.
"Yaşadığım çağ*
Türk şairlerinin hepsini değilse de ço ğunu okudum” diyen Nurullah Ataç şiiri sevdiği kadar hiçbir şeyi sevmediğini söylüyordu. Roman, hikaye okumaya, kendilerini ede biyatçılığa kaptırmayan kişilerin yazdıkları denemeleri okumaya dabayılıyordu. Ama şiir başkaydı. “Şiirde öz ile şekil birbirinden ay rılamayacağı içindir ki, odamıza astığımız bir resme yıllarca bak maktan bıkmadığımız gibi sevdiği miz şiirleri, mısraları da boyuna söyleyebiliriz. Her söyleyişimizde de, bir dost yüzü gibi, bakmaya doyamayız” diye açıklıyordu şiirle ilgili düşüncelerini.
şairler-Bütün Dünya • Ekim 2002
le de kurmuştu. Garip Grubu’nun şiirlerinin tanınmasında, büyük rolü vardı.
Nurullah Ataç,
Orhan Veli'nin ve grubunun en büyük destekçisi oldu. Şöyle diyordu Nu rullah Ataç: “Eleştirmeci de, her hangi bir kimse de ancak gerçek ten değeri olan bir şiiri, bir eseri sevdirebilir, bütün yapabileceği şey o şiir, o eser üzerine dikkati çekmektir. Orhan Veli iyi bir şair di, ben övdüğüm için değil, ger çekten bir değeri olduğu için iyi bir şairdi.”“Bugün Türk elinde en tam edebiyat adamı kimdir?” diye so rarlarsa beni gösterebilirsiniz. Övünmek için söylemiyorum bu nu, yazdıklarım iyidir, kötüdür, o başka, iyiyse de, kötüyse de ina narak yazarım, övmem de yer mem de bir çıkar kaygısıyla, dost luk arkadaşlık düşüncesiyle değil dir” diyordu ve düşüncelerini ina narak yazıyordu.
Ona göre gerçek aydının öde vi, toplumun düşünce bakımın dan, beğeni bakımından yüksel mesine çalışmaktır.
O edebiyata adamıştı kendini. “Ben edebiyatı kendine dert edinmiş bir adamım. Gece gündüz edebiyat düşünürüm. Sevdiğim bir şiiri tanıdıklarıma okumadığım ya hut bir edebiyat sorusu üzerine tar tışmaya girişmediğim günler, yaşa dım saymam kendimi” diyordu. Tüm birikimlerini geleceğe aktar mak, uygarlaşma yolunda katkı sağ lamak, onun tüm uğraşlarının teme lini oluşturuyordu. Yunanca ve La tince’nin okullarda ders olarak ko nulmasını savunuyor, düşüncenin
gelişmesi için gerekli görüyordu. Öna göre Avrupa’nın bugünkü gelişmişlik düzeyine erişmesinde ki en büyük etken edebiyattı. Bu düşünceden hareketle Batı edebi yatının önde gelen yapıtlarının Türkçe’ye kazandırılmasında ön cülük etti. Yunan, Latin, Rus ve Fransız klasiklerinden elliye yakın yapıtı dilimize kazandırdı.
Yıllarca öğretmenlik yapmış bir yazar olarak, eğitim alanındaki deneyimlerini birikimlerini dile getiren, eğitim sorunlarına deği nen pek çok yazı yazdı. Ona g ö re: “Okul medeniyet değildir, sa dece bir araçtır. Okula gidip oku ma öğrenmenin faydalarını göste rirseniz, okul ancak o zaman bir işe yarar. Dünyayı karanlıktan, sa kat düşünceden, yavuzluktan kur taran okul değildir, büyük düşü nürlerin, bilginlerin, şairlerin yaz dıkları kitaplardır”.
Çocukların hayal güçlerinin ge lişmesini savunurken şu görüşlere yer veriyordu:
"Çocukları,
gençleri düş ler kurmaktan vazgeçirip yalnız doğru söylemeye, doğruyu araştır maya alıştırmak istiyorlar. Çocuk lar, gençler doğruyu aramasınlar, görm eye çalışmasınlar dem iyo rum, ancak hayallerini işletmezler se, düşler kurmaya alışmazlarsa, gerçeği doğalları da sezemezler, göremezler. Düş gücünden yok sun bir us, kuaıyuverir. Bunun içindir ki hikaye, roman okuma yanları sevmem, beslemezler ha yallerini, düş kurma güçlerini işlet mez olurlar, giderek hiçbir şeyi, kendilerinden başka hiçbir insanı anlamaz olurlar. Başkalarınıanla-Nturnllah A t a ç
mayınca, kendilerini de anlamaz lar. Kendilerini kiminle, ne ile kar şılaştıracaklar da anlayacaklar?”
Nurullah Ataç'ın öğrencisi olan Mehmed Kemal okulla ilgili anıla rında öğetmenini şöyle anlatıyordu: “Ataç lisede öğretmenimdi. Öğretmen olarak edebiyatın kural larını öğretmez, onları siz okuyun der, daha çok edebiyat, şiir beğe nisi verirdi. Beğendiği şiirleri ma kine ile yazar, sınıftakilere dağıtır, bunları güzel okuyanlara numara verirdi. Şiirler
aruzdu. Bunun için de ezber lemesi kolay dı. Kendisi ez bere çok şiir bilir, bir şiiri de üç okuma da ezberlerdi.” O aşkın ve sevginin duy guları inceltti ğine inanıyor du. Çocuklara aşk şiirlerinin okutulmaması- nı da eleştiri yordu. “Bence anlatılmalı sev ginin, aşkın ne olduğu. Oku lun ödevi ço
cuktaki doğal duyguları, ihtiyaçla rı köreltmek değildir, onları işle mek, inceltmektir.”
Nurullah Ataç
edebi yatçı kimliğinin yanısıra, düşü nürlüğüyle toplumsal birçok ko nuya ışık tuttu. Türk edebiyatın da, modern anlamda deneme tü ründe ürün veren ilk yazar olarakkabul edilmektedir. Yazılarında ağırlıklı olarak edebiyat konusu olmakla birlikte, tiyatrodan resme, ahlak anlayışına, akla, in sanlığı ilgilendiren birçok konuda düşüncelerini dile getiren pek çok deneme yazdı. Kadınlar sıkça işlediği konulardandı. Ona göre bir toplumun gelişmesinde rol oynayan en önemli etkenlerden birisiydi kadın. Edebiyattan yola çıkarak kadınlarla ilgili düşünce lerini şöyle dile getiriyordu:
“Kadınları küçümsemiş, ro manlarında, oyunlarında, ilginç bi rer kadın yüzü yaratamamış yazar lar arasında gerçekten büyük ya zar denebilecek adam yoktur. Ba kın Laclos'ya, Bazac'a, Stendhal'e, Tolstoy'a, Dostoyevski'ye... Hepsi de kadınları anlamış, anlamaya ça lışmış, kadının gücünü, - büyüklü ğünü görmüşlerdir. Kadını
küçüm-Nurullah Ataç, Gazi Eğitim Enstitüsü nde öğrencileriyle birlikte
Bütün Dünya • Ekim 2002
seyip de anlamaya çalışmayan, ya zar, hayatın hiç olmazsa yarısını görmüyor, göremiyor demektir. Kadını önemsemeyen uygarlıkları da sevmem. Yalnız incelikten yok sun, kaskatı oldukları için değil, tamamlaşamadıkları, bütünleşe- medikleri için.”
otuz altı yıllık
yazı ça bası boyunca sekseni aşkın dergi ve gazetede 4000'den fazla yazı yayımlamış olan Nurullah Ataç, hep yeninin peşinde koşmuştu.1953 yılından itibaren güncele rini yazmaya başladı. Çünkü ken dini anlamak istiyordu. Belki de mutluluğu arayıştı bu. Çünkü mut luluğu şöyle tanımlıyordu:
“Ben mutluluğu anlamakta görenlerdenim , aldanmakta, avutmada değil. Kendimizi anla yalım, elimizden ne gelir, ne gel mez, bilelim onu, yeter mutlu ol mamıza. Üzüldüğümüz de olur muş. Olsun. Üzülmenin de mut luluğa yardımı vardır.”
Bir anlamda mutluluk yaşa maktı, gerçek olan tek zenginliği miz yaşamak. Ölümü düşündükçe daha da sıkı tutunduğumuz yaşa mak. Ama yaşam geçiciydi ve şöy le anlatıyordu:
“Atatürk'ün bir resmi vardır, görmüşsünüzdür elbette, Anka ra'dan son ayrılışında çekilen res mi: Vagon penceresinde dayan mış, gözleri dalmış, bakıyor, yal nız hayranlıkla değil, onları hiç göremeyeceği günün yaklaştığını sezdiği için yüreği sızlayarak bakı yor. Veda ediyor, yalnız Anka ra'ya, kendi kurduğu, şüphesiz çok sevdiği şehre değil, yaşamaya veda ediyor, içi burkularak veda
ediyor. Çok severim Atatürk'ün o resmini, ne zaman görsem bağrım dolar. Doğrusunu isterseniz ben ona sadece bir büyük adamın res mi diye bakmam, hatta o resimde ki adamın Atatürk olduğunu, bir millet kurtaran, sonra da devrimler yoluna götüren yüce insan oldu ğunu unuturum, herhangi bir kişi diye bakarım ona, o dalgın üzün tülü bakışlarıyla insanoğlunun de ğişmez maceralarından birini, ya şamın geçiciliğini düşündükçe gönlümüzü kaplayıveren şifasız acıyı anlatan herhangi bir kişinin resmi diye bakarım. Hangimiz çekmeyiz o derdi?”
31 Aralık 1955 tarihli günce sinde yaşamın geçiciliği bir kez daha kendini göstermişti. “Yıl so nu bugün. Benim için çok kötü geçti 1955 yılı, yüreğimden vurdu beni” diye yazdı güncesine. “ 19 Mayıs'a kadar her günümü korku içinde geçirdim. Sonra acı için de.” Eşini kaybetmişti. Üzgündü, “Çok çok iki yıl yaşarım” dedi yakınlarına.
İki yıl sonra,
11 Mayıs 1957'de son güncesini yazdı:“Sayrılar evine düştüm. Bu kez önemliye benziyor. Öldürür mü? Öldürmez mi? Orasını bilemem ya, İstanbul'a gidecektim, sağınlar (hekimler) bırakmıyor. Bir süre yazı yazamayacağım. Ben de ya zamayacağım, Kavafoğlu da yaza mayacak. Ayrılamaz benim ya nımdan. Kim bilir? Ola ki son yaz dığım çizeklerdir bunlar. Öyleyse ne yapalım? Bunca yıl yaşadım, yeter bana.” «
Babam öldüğünde ben otuz yaşındaydım. Tabii ki otuz yıl içerisinde babamla çok anılarım oldu. Ama bunlar ev içi anılardır.
Size bunları anlatmaya çalışacağım.
B a b a m
N u ru lla h A ta ç
•Meral Tolluoğlu - Bütün Dünya•
B
abam küçük yaştan beri biraz inatçıymış. Bunu sü rekli olarak aile içinde söylerler. Kendisi de bu nu onaylardı. Babam çok alıngan bir insandı. Herkesin sözünden alı nırdı. Belki çok hassaslığından, belki, de kendi deyişiyle "şımarık" oluşundandı. "Ben şımarık bir ada mım" derdi, ama şımarık olduğunu pek sanmıyorum. Herhalde hassas- lığındandı. Özellikle kitaplarının yer değiştirmesine çok kızardı. Ki taplara sevgisi büyüktü ama koru masını bilmezdi. Her gün eve cep leri kitapla dolu .gelirdi ve paltosu nun, elbiselerinin cepleri sarkardı. Annem derdi ki: "Nurullah Beyci- ğim, bu elbiseniz daha yenidir, niçin böyle ceplerine kitap doldur dunuz?" Babam o zaman "Efendim, ben giysiye tutsak olamam. Giysi bana tutsak olsun" derdi. Kitaplan- nı da gelişi güzel her tarafa koyar dı. Kitaplar bilirsiniz zamanla bö- cekleniyor, toz tutuyor, bir çocuk bakımı istiyor. Biz de elimizden geldiği kadar bunlan toplamaya, bakımlı tutmaya çalışırdık. Akşam eve geldiği zaman kitabını arar, bu lamaz, bu kez başlardı: "Efendim, anlıyorum, ben yoksul adamım. Siz bunu yüzüme çarpmak için kitap larımı toplamışsınız, devşirmişsiniz. Ben kitaplarımı da alayım, bavulu mu da alayım, bu evden gideyim. Siz şöyle düşünüyorsunuz: Senin daha bir evin yok, kitap almak se
B ûtûn D ünya • Ekim 2002
nin nene." Annem, "Aman Nurullah Beyciğim" derdi. "Bu zamanda evin sözü mü olur, hiç olmazsa bir apartman olsun." Ve kavga da şa kayla tatlıya bağlanırdı.
Babam, büyüğe, küçüğe, her kese nazik davranan bir adamdı. Ben bunu babamı övmek için söy lemiyorum. Babam kaba da olmuş olsaydı, gene de benim için bir sevgiliydi. Çünkü babamdı. Büyük lere daima saygılı, küçüklere daima şefkatliydi. Büyük amcamın yanın da babamın hiçbir gün ayak ayak üstüne attığım bilmem. Çünkü bü yük amcam ile babamın arasında ondokuz yirmi yaş fark vardı. Her zaman kendisini sayar, düşüncele rini kabul etmese bile kabul etmiş gibi görünür, sesini çıkarmazdı.
Y
alana dayanamazdı, ken disine karşı bile olsa doğ ru yoldan, doğru bildiği şeyden şaşmaz, eğer bir düşüncede, bir harekette yanılıp da, karşısındakinin kalbini kırdıysa, özür dilemekte hiç duraksamazdı. Bunu insanlara karşı kayıtsız koşul suz uygulardı. Bir kedimiz vardı. Bu kedi çok güzeldi. Fakat çok so ğuktu. Babam dedi ki: "Bu kedi çok güzel ama soğuk. Greta Garbo da çok güzeldi ama soğuktu. Bu nun adı Greta olsun." Bu hayvan bir türlü yavrulanna bakmıyordu. Babam kedisini incitmezdi. Ne söz le ne hareketle. Fakat bir gün bu kediyi aldı. Kendi bildiğince döv dü. Dövmek değil de biraz hızlı okşadı. Fakat zamanla öğrendik ki, bu hayvanın yavrulanna bakma masının nedeni yavrular doğuştan saralıymış, onun için bakmıyor- muş. Bunun öğrendikten sonra,30
"Ben bu hayvana haksızlık ettim" diye o kediyi elinden geldiği kadar daha hoş tutfrıaya çalıştı.
Öğrencilerine sevgisi çok bü yüktü. Bir aralık bazı anlaşmazlıklar yüzünden Milli Eğitim’den aynlmış- tı. Her gün okulun önüne giderdi ve eve dönünce: "Hanım, ben hata ettim, keşke okulumdan aynlma- saydım" derdi. Öğrencileri arasında kendisine "Ağabey" diyen de bulu nurdu, sevgilerinden dolayı. Birgün şöyle bir anısını anlattılar. Babam Fransızca dersinde bütün öğrencile ri yoklamış. Hiçbirinden işe yarar bir yanıt alamamış. Onun üzerine "Eğer bu yazıyı yarın sabah beşyüz kere yazıp getirmezseniz Meral'in başı için hepinizi sınıfta bırakaca ğım" demiş. Öğrenciler demişler ki "Öğretmenimizin kızı tektir, çok da sever, herhalde bu kez çok ciddi, ama biz de beşyüz kere yazamaz sak bile, beş yüze yakın yazmış gö rünelim. "Ertesi gün öğrencilerden bir tanesi, yazdığı sözcükleri bir top haline sokmuş ve babama vermiş. "Öğretmenim" demiş "Beş yüz kere yazdım. Bu da top oldu, büyük bir top. Buyrun, size hediye ediyo rum." Arkadan bir arkadaşı demiş ki "Öğretmenim saym bakın, o beş yüz değildir. Size yalan söylüyor." Babam da demiş ki "Siz akılsızsınız, benim sözüme inandınız. Ben akıl sız mıyım ki, bu beş yüz müdür, dört yüz müdür, sayayım?"
Babam müşfik bir aile reisiydi. Alışveriş ile ilgisi yoktu. Kazandığı parayı anneme verirdi. Her yemekte et isterdi. Boğazına da çok düşkün dü. Evde çok nadir içerdi. Fakat an nemin ölümü babamı yıktı. Babam o gün bize "Çok çok iki yıl yaşarım" demişti. Bu sözü de doğru çıktı.»