rt
î*
t*
4 " * S a lı 4 Temmuz 2000
F a k s: (0212) SOS 68 02 cceviren@milliyet.com.trE D İT Ö R : Ç e v r i m Ç e v i r e n'¿Milliyet
Türkiye'de köyü olmayan tek ilçe. Sokakların iki yanındaki zakkum, begonvil ve
hanımelleri yola taşıyor. Liman kıyısında balıkçı tekneleri, lokantalar ise inci gibi
g
ökçeada’dan 07.00’de kalkan arabalı sabahvapura yetişmek için gü neşin doğuşuyla birlikte uyanıyoruz. Deniz kıpırtı sız, limandaki feribotu okşuyor minicik dalgalar. Hüznüme hüzün katıp, ayrılıyoruz Kuzu Lima- m’ndan. Bilmem, “Ben mi çok seviyorum bu A- da’yı, yoksa abartıyor mu yum” diye soruyorum'.
Hayır, değil biliyorum. Kızdığın, ama yine de çok aşık olduğun sevgiliden zorla kopmak gibi bir duygu Gökçeada’dan ay rılmak.
Kabatepe’den Kilitbahir’e geliyoruz. Sonra ver elini Çanakkale, Ezine yolu ü- zerinden de Geyikli iskelesi. Yarım saat süren vapur yolculuğundan sonra Bozca ada'ya yaklaşırken Gökçeada’nın tersine yoğun bir yerleşim ve Venedikliler ile Ce- nevizliler'in, sonraki yıllarda ise Fatih Sultan Mehmet’in yeni baştan inşa ettir diği kale selamlıyor gelen, giden yolcula rını.
Bozcaada’ya adım atar atmaz, hayat başlıyor. Nasıl başlamasın ki. Türkiye’de köyü olmayan tek ilçe Bozcaada. Balıkçı tekneleri, kayıklar, yatlar, lokantalar, kahveler, barlar, oteller, balıkçı hali yat limanın kenarına inci gibi dizilmiş. Ya şam gece ve gündüz limanda sürüyor. Denize girmek için de Ayazma’daki plaj lara gidiliyor. Terzi, bakkal, eczane, ber ber, bürolar, şarap fabrikaları, pazar yeri, idari binalar, sanat galerisi limandan 50 metre yukarıda. Ne ararsan var gibi, ama pek de ötesi yok alışverişin.
Rum mahallesinde konak
Daha konaklayacağımız yeri bulma dan limanın sağ tarafında, en güzel evler ve sokakların olduğu Rum mahallesi ta rafına doğru yürüyoruz.
Daracık sokakların üstün deki evlerin balkonların dan, pencerelerinden renk renk sardunyalar fışkırıyor. Kimi evin yapılış tarihi
1800’lü yıllar, demir ve tah ta kapıların işçiliği o kadar güzel ki. Sokakların iki ya nındaki zakkum, begonvil. gül, hanımeli ağaçları yolu kaplıyor. Bu renk çümbüşü içinde çocukların fotoğrafla rını çekerken, zarif bir kadın yanımıza yanaşıyor. Bize yardımcı olmak için “Rengi- gül" Sanat Galerisi’nde öğle den sonra çocukların topla nacağını söylerken, kendisi de sarmaşıklı evin kapısını a- çıyor. Belki merak, bilemiyo rum ama küçük bir aralıktan
bile evin içinin güzelliğini görebiliyorum. İsminin Özcan olduğunu öğrendiğim za man çığlık atıyorum. Çünkü zevklerine güvendiğim arkadaşlarımın önerdiği pan siyonun kapısının önündeymişiz meğer. Eski dost gibi sarmaş dolaş oluyoruz, da ha pansiyonu gezmeden hemen üç oda a- yırdığınu söylüyorum.
İngiliz karargahı
1876’da yapılan, bir süre Ingiliz karar gahı olduktan sonra, kaymakamlık binası ve lojman olarak kullanılan geniş bahçeli binayı gezmek için can attığımı hisseden Özcan Hanım beni nazikçe içeri davet e- diyor. Üç metreden yüksek tavanlar, an
tika koltuk, büfe, masa ve iskemleler. Duvarlarda nerede ise bir santim boşluk yok. Ya tablolar asılmış ya da duvardaki raflara antika fincanlar, objeler, eski fo toğraflar, porselen tabaklar, kuru çiçek ler yerleştirilmiş. Üst kattaki yatak odala rı ise başka bir âlem. Kiminin tavanı işle meli, kiminde cibinlik var. Karyolalar pi rinç, üstleri de şık örtülerle bezenmiş.
Foti Çıkna 93 yaşında
Kalabalık eşya grupları insanı hiç ra hatsız etmiyor. Odalar arasında hayran hayran dolaşırken zaman tüneline girmiş gibi hissediyorum kendimi. Bahçe ise ö z can Hanım’ın sahilden topladığı minik taşlarla bezenmiş. Ortada uzun bir masa,
etrafında sandalyeler. Renk çümbüşü i- çindeki büyük çiçek bahçesinde etrafa serpiştirilmiş rahat hasır koltuk ve şez longlar göz okşuyor. Ses yok, seda yok. Bu evde ve bahçede yaşayıp da, mutlu ol mamak mümkün mü?
Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra Öz can Hanım hemen anahtarı uzatıyor. Şa şırıyorum, ama keyfi düşünebiliyor musu nuz? Anahtar bende, geç gelirsem ev sa hibini uyandırmaya ihtiyacım yok ki. İki adım ötede Ege’nin buz gibi temiz laci vert sularıyla da kucaklaşabilirim. Hava sıcak, rüzgar tatlı tatlı esiyor, özcan Ha- nım'la birlikte sokak aralarında dolaşma ya çıkıyoruz. Bastonuna dayanmış, ama dimdik yürüyen yaşlı bir adam gülerek bi ze doğru yaklaşıyor. 93 yaşındaki Foti Çıkna, Özcan Hanım’ın kadim dostu. Bağcı Foti sevimli mi sevimli, gözlerinin içi gülüyor, yaşadığı her şeyi dün gibi de hatırlıyor. Sadece 10 sene önce sevgili eşi Paraskevi’yi kaybettiğini söylerken,
yü-Bozcaada’nın papazı Trisostomo Kuddufo'nun (76) kapısının önü sardunyalarla kaplı. Foti Çıkna mahallenin sevgilisi, herkes ona çok hayran. Günde 50 gram rakı ya da i şarap içen Foti 93
yaşında ama her gün adada uzun yürüyüşler yapmaktan hiç vazgeçmiyor. Zakkumlu, sardunyalı, hanımelili sokaklar. Hepsi de Ege'nin lacivert sularına açılıyor.
zünden hüzün bulutları geçiyor. Sokağa bir iskemle attıktan sonra Foti’ye, yaşan tılarını, Bozcaada’da yapılan değişiklikle ri anlatmasını söylediğim zaman ihtiyar delikanlının yüzü değişiyor:
Dereye beton cezası!
“ 1922’ye kadar beş bin Rum, bin Türk’ün yaşadığı Bozcaada’da kardeş gi bi geçinirdik. O zamanlar Ada’da altı şa rap fabrikası, yedi kahve, yedi lokanta vardı. Bağlarda işimiz bittiği zaman evi mize gelip, yıkandıktan sonra eşlerimizle birlikte lokantaya gider eğlenirdik. Boz caada’da biri kızlar, diğeri de erkekler i- çin olmak üzere iki okul vardı. 1923’den sonra okullar kapatıldı. Rumlar’ın bir kıs mı çaresiz Yunanistan’a göçtü. Limanın
üst taraflarındaki meydanlık alanın ortasından tertemiz bir dere akar dı. Derenin iki tarafında da taver nalar, kahveler vardı. Ortada da çok şık bir köprü. Buzuki sesleri, şarkılar, türküler yeri göğü inletir- di. Derenin olduğu kısım adanın en keyifli ve en güzel bölgesiydi. Ancak 60’lı yılların başında bir ge ce sarhoş adamın biri ayağı kayıp, dereye düşmüş. Herhalde kafası nı betona çarptı ki, adamcağız öl müş. O zamanki Belediye Başka nı Yahya Göktepe, pireye kızıp yorgan yaktı; dereyi betonla ka pattı, bizi de bu güzelliklerden mahrum etti.”
Ne diyeyim, benim duygularımı zaten Foti özetledi. Bu güzel insanın yanakla rından öptükten sonra “dereyi, taverna ları ve o şık köprüyü göremeden” kumsa lı ve plajlarıyla ünlü mavi koy Ayazma’ya doğru gidiyoruz. Bağlar yeni yeşermiş, zümrüt gibi parlıyor; insanın gözünün pa sım alıyor sanki. Büyük bağların ortala rında kimi tamir görmüş, kimi yıkık dö kük tek katlı bağ evleri...
Ayazma kumsalı rüya gibi
Adanın güneybatı kısmında bağlarla birlikte çam ormanları başlarken, az son ra da Ayazma bütün haşmetiyle karşımı za çıkıyor. Su yer yer lacivert, bazı kısım larda maviye dönüşüyor rengi. Alabildi ğine uzun altın sarısı bir kumsal, su bir den derinleşmiyor. Dipteki balığı, taşı, çakılı, deniz kabuklarını görmemek için kör olmak lazım. Bağlan yalayıp geçen rüzgarı arkamıza alıp, Ayazma’nın uzan tısındaki sakin liman Habbela koyuna gi diyoruz. Su tertemiz ama buz gibi. Bağlar kumsala kadar uzanırken, hışırtıları kula ğa hoş bir name gibi geliyor.
Sonra dönüp Ayazma’nın en iyi yerin de taht kuran, tertemiz örtülerin serili ol duğu “Vahit’in Yeri”ne giriyoruz. Lokan ta püfür püfür esiyor, sessizlik kulağı çın latıyor. Mutfağa doğru yöneliyorum. Buzdolabında dipfrize girmemiş, uskum ru ve çupralar var.
Masamıza önce Çavuşüzümü’nden yapılmış Bozcaada’nın nefis şarabı, ar dından kalem inceliğinde sarılmış dolma lar, üzerine sızma zeytinyağı dökülmüş taptaze domatesli roka salatası, ağzımız da eriyen kalamarlar, közde yapılmış mis gibi patlıcan salatası geliyor. Güneş, Bak- lataş adacıklarının bulunduğu kısımdan süzülerek denize inmeye başlarken, ina namazsınız ama Babakale taraflarından da Ay yükseliyor...
O saatte kumsalda denize girenlerin sayısı tek tük. Gökyüzü kırmızı, mor, ef latun sarıya dönüşürken balıkçı tekneleri de yavaşça engin denizlere açılıyor.
YARIN : B O ZC A A D A 'D A TURİZM
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi