T A R İH İN
A R K A ODASI
^ ÜctJjîoII 9S
KZAU DÍRGISIHOW.
I f
1JLLS\
Murat BARDAKÇI
ŞEYTANIN "SIN"I VE SEYHEFENDININ KADEHİ...
V
İDEOYA, gizlice çekmişlerdi... Seyrettim, sonra bir dahaseyrettim ve ne yalan söyleyeyim, utandım...
Başrolde kır saçlı bir zat vardı... Tepeleme dolu mükellef bir sofranın başına geçmiş, iki yanma iki sarışın hatun al mıştı... ”Pîr aşkmaaaaa!..” diye haykırıp her nefeste bir ka deh kaldırıyor, yudumladıktan sonra hatunların kulaklarına birşeyler fısıldıyordu... Kıkırdıyorlardı hep beraber... Kadeh ler doldu, boşaldı, tekrar dolup boşaldı ve defalarca tekrar etti bu dolup boşalmalar...
Derken, bir garip şarkıya girdiler... ”Gel, secde et... Efen dine secde et...” gibisinden şarkıyla İlâhi arasında birşeye... Sözler, kır saçlı adamın veciz mi veciz şiirlerinden biriydi... Şakırlarken kadehler gene kalktı ve hatunlardan önce biri nin başı düştü kır saçlının omuzuna, sonra öbürünün...
Görüntü, tam o şurada kayboldu... Kaset bitmişti ve zevk-u safa aleminin devamım görebilmek nasib olmadı...
Sulukule’nin alışılmış eğlen celerinden biri değildi bu man zara... Beyoğlu’nun arka so kaklarında her gece yaşanan sıradan bir sahne ise, hiç de ğil... Zaten Türkiye’de değil, Almanya’da oluyordu zevk-u safa alemi...
Başroldeki kır saçlı zat, enf lasyonla beraber artık her kö şe başmda biten turistik Mev levi gruplarından birinin ”şey- hefendi”siydi... Hani Mevlevi semamı turistik eğlenceye çe virip Amerika’dan Japonya’ya, Tanzanya’dan Paraguay’a ka dar o memleket senin, bu be nim diye dolaşıp birkaç yüz do lara göstermelik ayin yapan gruplar var ya, işte onlardan birinin şeyhi...
Almanya’ya gitmiş, Alman- lar’ı mark karşılığı irşad etmiş lerdi... Sazlar çalmış, semalar yapılmış ve şeyhefendi ”des- tarlı sikkesini”, yani Mevlev’i şeyhlerine mahsus başlığı çı kartır çıkarmaz masanın başı na geçmişti... İki yanında iki hatunla devam ediyordu irşa da... İrşadın yolu kadehlerden, secdeli İlâhilerden ve birkaç dubleden sonra omuzlara yas lanan başlardan geçiyordu... Sonraki zikrin nerede ve nasıl yapüdığı da, sır falan değildi zaten...
işte, şeyhliği konser salonlarından ve sofralardan menkul bu zat, İstanbul’un Mevlevi çevrelerinde, pek meşhur bugün lerde... Maceraları da roman hacminde... Ama, mizah roma nı...
Efendi hazretleri, Üsküp taraflarından gelip şereflendir miş İstanbul’u... O zamanlar, Bektaşiymiş... Tarikatını dün yaya açmak, hem de bizzat açmak, yani dört kıtada ayinler yapıp biraz gezip tozmak istemiş... İstemiş ama, Bektaşi ayi ninin müşterisi yokmuş, elin ecnebisine sadece Mevlevi se mai cazip geliyormuş... ’’Maksat gâvuru irşad etmek değil mi... Ha Bektaşi olmuşum, ha Mevlevi, ne farkeder?” deyip, ’’Oniki dilimli Bektaşi tacı”nı çıkarıp atmış başmdan,
Mev-bestecisi
Hüseyin
Fahreddin Dede'nin torunu, "postnişin" Selman
Tüzün, 1959 yılında Konya'da sema ediyor...
levî şeyhlerine mahsus başlığı, yani ’’destarh sikke”yi geçir miş kafasına... Gerçi rütbe sahibi Mevlevîler’in iznine bağlıy mış bu ’’destar” işi ama, maksat zaten turistikmiş; izne yahut seremoniye lüzum görmemiş Üsküplü efendi hazretleri...
Sikkesini başına geçirir geçirmez, hemen bir Mevlevi gru bu kurmuş... Sonra da, ver elini salonu saat ücretiyle kirala nan Galata Mevlevihanesi...
Şeylik ettiği ilk ayinde, neredeyse 800 senedir sağdan sola dönen Mevlevîler’in tersine soldan sağa dönmüş, işi bilen se yirciler, ’’Şeyh dört dönüyor” demişler... Derken Mevlevîlik te başka yeniliklere karar vermiş... Sadece erkeklere mahsus semazenliği demokratikleştirmiş, kadınları da döndürür ol muş; müşterileri de artmış tabii... Bütün bunları, kadeh oku yup keramet üfleme faslı takip etmiş... Mübarek nefesini üfürdüğü kadehleri başına dikmeyenleri, ’’putunu kırama- makla” suçluyormuş şimdilerde...
SABREDİN,
TV'DE İZLEYİN...
İşte sofradaki irşad alemle riyle, rengârenk giysilerle dö nen kadınlarıyla ve keramet üfürülmüş rakılarıyla süslü
bu manzaralar, yakında
TVTerden birinin dedikodu programında gösterilecek... Seyredecek ve nevzuhur Mev levi şeyhlerinin Avrupa’yı na sıl irşad ettiğini hep beraber öğreneceğiz...
Eski edebiyatı bilenler de, meçhul bir şairin Farsça mıs ralarını hatırlayacaklar: ”Şm zi şeytan, hı zi har, yâ ez Yezîd / Cemm kerdend lâfz-ı şeyh âmed bedîd”i... ” Şey- tan’ın ’şe’si, Yez’îd’in ’ye’si ve ’hâr’ın ’hı’sı biraraya gelip ’Şeyh’i meydana getirdi” di yen beyti...
”Hâr”m ne demek olduğu nu merak edenler, eski Türk çe sözlüklere bakabilirler... ”Hı” harfiyle yazılıyor keli me...
Kadehlere
keramet
üfürdükten
sonra
postunu
şaşırıp ters
tarafa dönen
turistik
Mevlevî
şeyhlerinin
varolmadığı
günlerden
Bir hatıra...
19 . yüzyılın
K U C U K BİR M E R A K :
* önceki hafta, Kültür Bakanlığının İnci Çayırlı'ya gönderdiği müsteşardan imzalı kapı gibi cezadan söz etmiştik... Yılların sanatçısı İnci Çayırlı takdire değil, cezaya lâyık görülmüştü; hem de iki seneden buyana devlet memuru olmamasına rağmen... Geçen gün, Bakanlıktan bir açıklama aldım bu konuda; sonra Kültür Bakanı Timurçin Savaş'la konuştum... Meğerse, Danıştay'ın 1977'deki bir kararına göre, ”suçlu”nun devlet memuru olup olmadığına bakılmaksızın, ceza tebliğ edilirmiş...inci Hanımîn "suçlu" olup olmadığı konusu ayrı... Benim merak ettiğim husus ise, başka... -Allah uzun ömürler versin ama-, aradan geçen iki sene zarfında İnci Çayırlı'ya emr-i hak vaki olsaydı da öbür aleme göç etseydi, Bakanlık, Danıştay kararı uyarınca İnci Hanım'ın ceza tebliğini Karacahmet Mezarlığı'na gönderip taşına yafta niyetine mi asacaktı acaba?
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Ta h a To ros Arşivi