• Sonuç bulunamadı

Bilinmiyen Türk sineması

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bilinmiyen Türk sineması"

Copied!
2
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

. SANAT

,

YAYINLAR

Mtilinmiyen

T ü r k

S in em a m

Sinema konusunda en yetkili kalemlerden biri

olan N İJA T ÖZÖN'ün

«Türk Sinema Tarihi

»

adlı kitabı yayınlandı. Sinema veya tarihle il­

gilenenlerin dışında kalanlar için de dikkat çe­

kici olan bu kitabı tanıtıyoruz

L

umière «cinématographe» adı­Kardeşler’in nı verdikleri sinema aygıtları 1895 yılının son gün­ lerinden başlıyarak bütün dünyaya bir salgın halinde yayıldığı vakit, Türkiye’de bu aygıtı elde etmek için Lu - mière’lere ilk başvuran ada­ mın. o vakit İstanbul’un en ünlü totoğrafçılarm Vafiadis olduğunu biliyor musunuz? Lumière Kardeşler dünyanın, dön bucağına füm «o p e ra tö r­ leri gönderirlerken bunların Türkiye’de de film ler çektik­ lerini. bunlardan birinin, sine­ manın en önemli anlatım özel­ liklerinden biri olan travel - lin g’ı (kameranın hareketli bir araç üzerinde çalıştırılması), Haliç’te kiralanan bir kayıkla gerçekleştirdiğim biliyor mu - sunuz? Abdülhamit IL nin müthiş vehmi yüzünden, ma - nivelâsı oian her aygıt şüphe­ li bir «cehennem makinası» sayüdığı ıçm. sinemanın Tür­ kiye ye büyük güçlüklerle so­ kulduğunu biliyor musunuz? Abdüihamit’in sarayına sine­ mayı ilk defa sokanın Ber­ trand adında bir Fransız hok­ kabazı olduğunu biliyor musu­ nuz? Türkiye’de ilk genel si­ nema gösterisinin Galatasaray Lisesi karşısındaki bir biraha­ nede yapıldığım, Abdülhamit İstanbul’a elektriği sokmadığı için sinemanın petrol lâmba - sıyla çalıştığını, ilk film i sey­ redenlerin. üzerlerine gelen trenden korkarak salondan kaçtıklarını biliyor musunuz? Abdüihamit’in Mabeyn Kâtip­ lerinden «Arap» İzzet Paşa’nm konağının sinema merakı yü ­ zünden yanıp kül olduğunu bi­ liyor musunuz? Eski İstanbul’­ da açık ya da kapalı sinema­ larda, kadınlar üe erkeklerin bulundukları bölümleri ayır - mak için salonun uzunlamasına tahtaperde ya da çadır beziy­ le ikiye ayrıldığını biliyor mu­ sunuz? Türkiye’de Türkler tarafından ilk film in çevrilm e­ sine, Osmanlı İmparatorluğu’- nun ilk Dünya Savaşı’na ka­ tılmasının sebeb olduğunu bi­ liyor musunz? 1916 da çevril­ meye başlayan ilk uzun filmin, oyuncuların silâh altına alınışı yüzünden yarım kaldığını an - cak savaştan sonra tamamla­ nabildiğim biliyor musunuz? Yakup Kadri Karaosmanoğlu’- nun «Nur Baba» adlı romanı film e alınırken Bektaşilerin ayaklanıp stüdyoyu bastıkları­ nı, oyuncuları dövdüklerini, de­ korları parçaladıklarım, fil - enin ancak polis koruması al­ tında çevrilebildiğini biliyor

18

musunuz?.. Her halde elinize bir kâğıt kalem alıp da yuka­ rıdaki sorulardan bildikleriniz­ le bilmediklerinizi işaretleye - cek olsanız, çıkacak sonuç pek de hoşunuza gitmeyecektir. O y­ sa bütün bunlar, bu ayın b a ­ şında yayımlanan «Türk Si - neması Tarihi» (1) adlı kitabın ancak ilk bölümünden alın - mış bilgilerden bir parçasıdır; okuyucu, Nijat Özön’ün «S i­ nema Sanatı» (1956), «Ansiklo­ pedik Sinema Sözlüğü» nden

(1959) sonra sinema üzerine yayım ladığı bu üçüncü kitabın­ da bu çeşitten daha birçok ilgi çekici noktaları öğrenebilecek­ tir. Ama bütün bunlar, asıl ko­ nunun içindeki teferruattan başka birşey değil, «Türk Si­ nemasının 1896 dan 1960 yılına kadarki serüvenini, sanat, es­ tetik, toplumbilim, iktisadi yönden özelliklerini de gözden uzak tutmadan gözlerimizin ö- nüne seriyor. Türk sineması­ nın tarihi, çok karanlık, çok ihmal edilmiş bir konu, «Türk Sineması Tarihi» de bu konu­ da yetkiyle kaleme alınmış tek eser olduğu için, bu kitap İçin yapılacak en iyi şey onu geniş­ çe özetlemek olacaktır. Böyle­ lik le hem kitabın kendisi, hem de belki de bu kitabın y a z a ­ rından başka pek az insanın topluca bilgisi olduğu Türk si­ neması ana çizgileriyle b e lir ­ miş olacaktır.

«Arkeoloji

çalışması»

N ijat Özön, kitabının ön - sözünde önce «Türk sineması var m ı?» sorusunu cevaplan­ dırıyor; zira bu sorunun, değil bu konunun yabancıları, hattâ doğrudan doğruya bu sinema­ da çalışanlardan bazılarınca bile ortaya atıldığını belirtiyor. Yazara göre, bu soruya veri­ lecek en kısa karşılık, sine­ manın Türkiye’de gösteri ola­ rak altmış beş yıllık, yapım olarak da aşağı yukarı yarım yü zyıllık geçmişi olduğudur. Bu durumda, bu'sinemanın ba­ şarı gösterememiş olması, bir tarih gerçeği olarak var olma­ sını önleyemez. Yazar, sorul­ ması gereken asıl sorunun bu değil de, bugünkü şartlar al­ tında, bugün elde bulunan bel­ gelerle bir Türk sineması tari­ hi yazılıp yazılamıyacağı soru­ su olduğunu söylüyor. Çünkü Türkiye’de hem ilk film ler yokolmaktan kurtarılıp bir yere toplanmamış, hem tarih­ çinin daha yeni film leri bile topluca bulup yeniden seyre­ deceği bir «sinematek» k u ru l­

mamış, hem de sinema tarihi - nin asıl malzemesi olan bu film lerin yanındaki ikinci e l ­ den malzemeler (inceleme, m a­ kale, eleştirme, senaryo, anı, tanıtma yazıları, meslek dergi­ leri...) ortaya konmamıştır. Türk sinemasının tarihi üze­ rine şimdiye kadar ancak, biri 1946 da, öbürü 1953 te iki kü­ çük inceleme yayımlanmıştır. Am a bunların biri beş sayfa­ lık, biri de 16 sayfalık, makale sınırını aşmıyan incelemeler­ dir. Bundan dolayı da Türk sinemasının tarihini yazmağa kalkışacak bir kimse, tıpkı bir arkeolog gibi, ancak birtakım kalıntılardan ortaya birşeyler çıkarmağa çalınacaktır. Özön’­ ün, kitabının ilk bölümünde, T 'irk sinemacının ük çağlarını anlatırken yaptığı da budur: K ıyıda köşede kalmış birkaç anı, birkaç tanıtma yazısı, birkaç eleştirme, el ilânı, foto­ kopi yardımiyle bu karanlık dönemi aydınlığa kavuşturma - ğa çalışmak.

Yazarın önsözde belirttiği üçüncü nokta, Türk sineması­ nın bölümlere ayrılması konu­ sudur. Özön’e göre, Türk si­ neması, içinden çıktığı toplu­ mun yaşayışını yansıtan bir sinema niteliğine henüz erişe­

memiştir. Bu bakımdan Türk sinemasının tarihini de Türk toplumunun son yüzyıldaki beUi başlı gelişmelerine göre bölümlere ayırmak (yani Cum­ huriyetten önce, Cumhuriyet - ten sonra, savaş içinde, savaş­ tan sonra... gibi) doğru olma­ yacaktır. Özön, bunun yerine Türk sinemasını, hemen bü­ tün ülkelerdeki sinemaların değişmeyen bölümleri olan «Sinemanın girişi» ve «İlle adımlar» dışında, şu bölümle­ re ayırıyor: «Tiyatrocular», »Geçiş çağı», «Sinemacılar». Yazar bu bölümlemenin sebe­ bini şöyle açıklıyor: «1922 den 1939 a kadar uzanan döneme «tiyatrocular» çağı adını ver­ memizin nedeni şudur: Bu on yedi y ıl içinde Türk sineması bir tek rejisörün ve bir tek kurumun elinde kalmıştır. Bu kurum «Dârülbedayi» adında­ ki tiyatro, rejisör de bu kuru­ mun uzun yıllar başında bulu­ nan sanatçıdır. Bu rejisörün yönetiminde çalışan bu kuru - mun oyuncuları Türk sinema­ sına, kolay kolay silinmeyen bir «tiyatro kokusu» getirmiş­ ler, sinemamızın sonraki geliş­ mesini geciktirmişler, bu geliş­ mede son derece olumsuz, son derece kötü etkiler yapmışlar­ dır... Biz bu özelliği belirtmek, aynı zamanda sinemamızda her

vakit duyulan aksaklığın kay­ nağının ne olduğunu unuttur - mamak için, 1922— 1939 arası­ nı «tiyatrocular» çağı olarak adlandırdık. 1950— 1960 arasın­ daki çalışmalardan en dikkate değer olanlar ise, «tiyatrocular» döneminin tam karşıtıdır. 1950 — 1960 döneminde, doğrudan doğruya sinemacı olarak işe başlıyan yeni bir kuşak, Türk sinemasını «tiyatro»dan k u r­ tarmağa, «sinçmalaştırmağa», sinema dilinin örneklerini ver­ meğe çalışmıştır. Bundan do­ layı bu dönemi de «sinemacı - lar» çağı olarak adlandırıyoruz. Bu iki dönem arasında, aşağı yukarı bir «köprü» işini gören 1939— 1950 dönemini de «geçiş çağı» olarak adlandırmak ye - rinde olur.»

Sinema

Türkiye'ye

giriyor

Özön, bu önsözden sonra sinemanın Türkiye’deki serü - veninin nasıl başladığını anla­ tıyor: Vafiadis’in sonu çıkmı - yan teşebbüsü, Lumière opera­

törlerinin daha çok Rusya’ya giderken şöyle bir uğrayıp yaptıkları tek tük çalışmalar, saraydaki, konaklardaki bir - kaç gösteriden sonra Romanya uyruklu bir Polonya yahudisi olan Sigmund Weinberg, 1896- 97 yıllarında Pathé şirketinin temsilcisi olarak sinemayı ilk defa halka ulaştırmıştır. W ein­ b e r g ! Cambon adında bir Fransız izlemiş, sonra yine W e­ inberg Meşrutiyet’in ilâm üzeri­ ne (1908) Türkiye’de ilk yer­ leşik sinema salonunu açmış - tır. Ondan sonra İmparatorlu­

ğun çeşitli yerlerinde tek tük sinema salonları açılmağa baş­ lamış, İlk Dünya Savaşı’yla birlikte de hem sinema salonla­ rı çoğalmış, hem seyirciler art­ mış, hem de sinema program­ ları gelişmiştir. Özön, sinema - nin Türkiye’ye girmesinden İlk Dünya Savaşma kadar yirm i y ıl geçmesine rağmen film yapımının neden başla - madiğini şöyle açıklamaktadır: Sinema işletmeciliğinin göster­ diği ağır gelişme, Abdülhamit II. nin son on y ılı içinde her alanda, özellikle edebiyat ve tiyatro alanında son dereceye

varan baskı. Meşrutiyet’in ilânı üzerine bu baskı birdenbire kalkınca, sanat ve düşünce a- lanında tam bir boşalma oldu ama, sanatçılar ya siyasete a - tıldılar, ya da soluğu sahnede aldılar. Tiyatronun yanında sinema akla bile gelmiyordu.

ilk

film

s

çevriliyor

Türkiye’de film yapımına başlanması için, Osmanlı İm ­ paratorluğunun İlk Dünya Sa- vaşı’na başlamasını beklemek icabetti. Bu başlangıç, o vakit memleketi yönetenlerin kişili­ ğine uygun olarak, bir «komik opera» özelliği göstermektedir. Cemal— Talât— Enver Paşa’lar- dan meydana gelen «triu m vi­ rat» bir yandan Fatih Camiin­ de cihad-ı ekber ilân ettirirler­ ken, Ayastefanos’ta da (Yeşil­ köy), 1876— 1877 Osmanlı — Rus savaşı sonunda Rusların burada diktikleri yarı anıt yarı hayır kurumu denizden topa tutuluyor, yıkılamayınca dinamitle atılıyor ve bir Yedek Subay olan Fuat Bey (Uzkı - nay) da bu olayı film e alarak ilk Türk film ini meydana ge­ tiriyordu; böylelikle 14 K a - sim 1914 cumartesi günü Ayas- tefanos’taki Rus âbidesinin y ı­ kılışım ı gösteren 300 metrelik ilk film ortaya çıkmıştı. Bu ça­ lışmanın ardından, Almanya’y ı ziyaret eden Enver Paşa’nın oradaki ve Fransız ordusunda­ ki örneği üzerine kurdurduğu »Merkez Ordu Sinema Daire - si» nin (bugünkü Ordu F o to - Film M erkezi) çalışmaları yer almaktadır. Bu kurumu y ö n e ­ ten Weinberg’in ilk uzun film i olan «Himmet A ğa’nın izdiva - cı» yukarıda belirtildiği gibi, oyuncularının askere alınma­ sından dolayı ancak 1918 de pi­ yasaya çıkabildi. Bundan do­ layı hikâyeli ilk uzun Türk film ini çevirmek şerefini, ta - nmmış gazetecilerimizden Se­ dat Simavi kazanmaktadır. Fakat Simavi’nin birbiri ar - dmdan çevirdiği «Pençe» (1917) hiç de iy i karşılanmadı ve bu film leri çevirten «Müda­ faa— i M illiye Cemiyeti» ile o zaman bu film leri eleştiren Muhsin Ertuğrul arasında

(2)

ie tli bir laruşmaya yoJ açtı. Simavi’.ıin "üşm asından son - ra tanınmış tiyatro sanatçıla­ rından Ahmet Fehim Efendi’- nin çevirdiği «Mürebbiye» (1919) ile Binnaz» da (1919) aynı tepkiyle karşılandı. Özön, birkaç kısa film ve aktüalite filmlerinin de çevrildiği bu ilk altı yılın (1916 — 1922) topla­ mını şöyle yapmaktadır: İlk altı yıllık yapımın toplamı daha sonraki gelişme bakımın­ dan önem taşıyordu, çünkü sonraki yılların sineması bu altı y ıl içinde atılan temeller üzerine kuruldu. A ltı yıllık film yapımının yanlış adımları, yetersiz çalışmaları, kötü alış­ kanlıkları sonraki yıllar için ders alınmadan tekrarlanan örnekler olmuştu. Bu aksak­ lıklar nelerdi? Yazara göre, ilk aksaklık, Türkiye’de film yapımının «cinématographe» tan ancak yirm i yıl sonra baş­ lamasından doğmaktadır. A - radaki bu yirm i yıllık gecik­ meden sonra «Türkiye’de film yapımına girişenler, bu arada sinemada sanki bir ilerleme olduğundan tamamiyle haber - çizdiler. 1916 yılının ilk film i • Himmet A ğa’nın izdivacı», en azından 1908 yılının sinema anlayışına dayanıyordu, ikinci aksaklık, işe doğrudan doğru­ ya sinemacılık amacıyla baş - lamamaktan doğuyordu. İlk film leri çevirten Müdafaa— i M illiye Cemiyeti», «Malûl Ga­ ziler Cemiyeti» birer hayır ku­ runtuydu, sinemayla ancak bir gelir kaynağı olarak ilgileni - yorlardı. Üstelik bunlar geçici birer kurumdu, ilerisi için si­ nema alanında tasarıları yok­ tu. Almanya’daki ordu sine­ ması örneği üzerine kurulan «M erkez Ordu Sinema Dairesi» de oradaki gelişmeyi göstere­ medi, halbuki Almanya’daki ordu sineması ikinci Dünya Savaşının sonuna kadarki bü­ tün Alman sinema endüstrisinin çekirdeğini meydana getirmiş­ ti. Sinemaya ciddî niyetlerle başlanmadığı gibi sinema ça - lışmaları da yine ciddiyetten uzak bir anlayışla yürütüldü. Sinema alanında bilgili kim­ seler yetiştirmek kimsenin ak­ lına gelmedi. Weinberg, çe - şitli işler arasında kendi ken­ dini yetiştirmiş bir operatördü. Uzkınay da onun gibi yetiş - mişti. Sedat Simavi, hevesli bir gençten başka birşey değildi. Ahm et Fehim Efendi ise «k ır­ kından sonra», elli yaşındayken birdenbire sinemacılığa başla­ mıştı. Şadi Karagözoğlu da, Fehim Efendi gibi bir tiyatro­ cuydu. Başka bir aksaklık da, Simavi, ile Uzkınay hariç, altı y ıllık sürenin bütün öbür re­ jisörlerinin tiyatrodan gelme kişiler olmasıdır. A yn ı süre İçindeki altı uzun filmin dördü de sahne eserlerinden alınmış­

tır. Oyuncular da tiyatrodan gelmedir. Peki bu altı yılın çalışmalarının olumlu yönü yok ^rnu? Yazar bu konuda şöyle diyor: «Bu aksaklıklara, yetersikliklere, yanlış adımlara rağmen, ilk altı yıllık film ça­ lışmasının büsbütün olumsuz ve yararsız olduğu söylene - mez. Herseyden önce bu ça­ lışma Türkiye’de film çevrile­ bileceğini göstermiş, arkadan gelenlere bu yolda cesaret ver­ miştir. Halkın ilk yerli film e gösterdiği ilginin de bunda pa­ y ı vardır. N e yazık ki bir yandan sinema işletmeciliğinin ağır gelişmesi, daha büyük ölçüde de işgalden dolayı Ana­ dolu yollarının kapanması bu alanda ağır bir darbe olmuştur. Bugünkü ölçülere göre, altı yılda altı film ilk bakışta azım- snnabilirse de, 1922 den film “ '■«ırmnın hızlanmağa

bnsla-dığı 1946 yılına kadar uzanan çeyrek yüzyıllık süre içinde bu ortalamanın yılda 1,5 yakınla - rında dolaşması gözönüne alı - nınca, aksine önem kazanma­ ğa başlar. Hele bu ilk altı y ı­ lın korkunç bir savaş, sonra da ezici bir işgal altında geçtiği göz önüne alınırsa.»

«Tiyatrocuları»

karışıyor

«Türk sineması tarihi» nin bundan sonraki iki bölümü, si­ nemamızın gelişmesi üzerinde tamamiyle olumsuz etki yapan «tiyatrocular» a ayrılmıştır. Tahmin edileceği gibi, bu bö­ lümde üzerinde en çok durulan kimse, Muhsin Ertuğruldur. Yazar, Ertuğrul’un yalnız Tür­ kiye’deki film çalışmalarını değil, yabancı ülkelerdeki ça - lışmalarını da ele almakta, Er- tuğrul’un Berlin’de nasıl sine­ macılığa başladığım, asıl sanatı saydığı tiyatroculuğun yanın­ da sinemayı nasıl bir «ek gö­ rev» anlayışıyla ele aldığım, Al­ manya’daki kötü sinemacıların etkisi altında nasıl yetiştiğini anlatıyor. Sonra da 1922 de bir Türk sinema eleştirmecisinin -bu eleştirmeci de tuhaf bir raslantıyla, kitabın yazarının babası ve edebiyat tarihçisi Mustafa Nihat Özön’dür- Er­ tuğrul’un Almanya’da çevirdiği filminin İstanbul’da oynatılma­ sı üzerine kendisine «sinema­ dan vazgeçip tiyatroya dönme­ sini, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamasını» öğütlemesine rağmen Türki - ye’de film çalışmalarına nasıl başladığını anlatıyor. «Kemal Film » adındaki ilk özel Türk stüdyosunun çalışmaları ara - sında yer alan bu kısacık dö - nemden sonra, Ertuğrul 1925 te Sovyetler B irliği’ne gidip orada birkaç film daha çevirip, 1928 de ikinci özel Türk Film Stüd­ yosu olan «İpek Film » le bir­ likte Türkiye’deki ikinci çalış­ ma dönemine başlamaktadır. «Türk sinema tarihi» Ertuğ- rul’un gerek bu on yedi yıl, gerekse daha sonraki dönem - lerde meydana getirdiği 29 film i teker teker incelemekte ve »boşa giden yıllar» sonucu­ na varmaktadır. Özön, bu yar­ gının sebeplerini şöyle anlatı­ yor: «Ertuğrul’un Türkiye’de 1922 den başlıyarak meydana getirdiği 29 film içinde, şu ya da bu bakımdan üzerinde du - rulması gerekenler üçü geç - mez. Bunlar da 1939 dan ön­ ceki yirm i film i arasında yer alır. On yedi yıldaki yirmi filmden üçünde ortaya konabi- len birkaç sahne elbetteki bü­ yük bir kazanç sayılmaz. Bun­ dan dolayı da bu on yedi y ılı

«boşa giden» yıllar olarak ni­ telemek hiç de haksızlık sa - yılmaz. Fakat iş bununla da kalmıyor: Sinemamızın ilerki gelişmeleri bakımından bu on yedi y ıl büsbütün boş geçsey­ di daha İyi olurdu; zira üç fil­ min kazandırdıkları yanında geri kalanların getirdiği kötü alışkanlıklar çok daha ağır ba­ sıyordu. «Yazar bu kötü alış­ kanlıkları şöyle sıralıyor: Si­ nema duygusundan yoksun ol­ mak; sinemayı tiyatronun ya ­ nında fazladan gelir sağlıyan bir iş saymak; sahnedeki o - yunları olduğu gibi kamera ö- nünde tekrarlamak; sahne e- serlerini olduğu gibi sinemaya aktarmak; sinemaya tiyatroda­ ki oyun, dekor, makiyaj, dik­ siyon... anlayışını taşımak; si­ nema için son derece «gayrı- tabii» sayılacak bir oyun çe­ şidinde direnmek.

Geçiş

çağındakiler

19 3 9 — 19 5 0 arasında yer a- lan «geçiş çağı» nın büyük bö­ lümü, ikinci dünya savaşının karanlık yıllarına Taslamakta­ dır. Bu arada, dışarıdan iki etki, Amerikan ve Arap film ­ leri Mısır yoluyla Türkiye’ye girmektedir. Ses ya da sinema malzemesi satan birkaç müte - Şebbis, birbirini ardından dub­ laj stüdyosu, nim stüdyosu kur­ makta, tiyatro dışındaki bazı gençlere film çevirme şansı ta­ nımaktadır. Böylelikle doğru ­ dan doğru Muhsin Ertuğrul’un yanında Şehir Tiyatrosu’nda yetişen rejisörlerden ayrı ola­ rak, geçiş çağının rejisörleri (Faruk Kenç, Şadan Kamil, Turgut Demirağ, Şakir Sırma­ lı, Çetin Karamanbey, Aydın G. Arakon, Orhon M.

Arıbur-nu) ortaya çıkmıştır. Özön, gerek bunların gerekse geçiş çağında «tiyatrocular» m çalış­ malarını gözden geçirdikten sonra şu sonuca varıyor: G e­ çiş çağı rejisörleri doğrudan doğruya sinemacı olarak işe başlamışlardı, çoğu sinemacılık eğitimi görmüşlerdi. İçlerinden iy i teknisyenler yetişti. T iyat­ ro dışından yeni oyuncular de­ nediler, aralarından bazıları bağımsız çalışmalara girişerek eski kadronun tekelciliğine son verdiler. Bövlece »tiyatrocular» ın piyasadaki üstünlüğünü sarstılar. Bununla birlikte «g e­ çiş çağı» sinemacıları tam bir başarı kazanamadılar. Çünkü çoğu bir «amatör» olmaktan ileri geçemedi.

•Türk Sinema Tarihi» nde bu tarih bölümlerinden başka rejisörler, oyuncular, tekniker­ ler üzerine gözlemleri ortaya koyan bölümler de yer alıyor.

Türkiye’de döküm an ter film alanında başlangıçtan günümü­ ze kadarki çalışmalar, Türki­ y e ’deki sinema yazarlığının ge­ lişmesi de anlatılıyor.

«Türk Sineması Tarihi» bu haliyle, bizde bu konuda ben­ zeri bulunmayan bir araştırma; milyonlarca seyircinin ilgilen - diği, fakat tamamiyle karan - lıkta kalmış bir konuyu aydın­ lığa kavuşturan değerli bir in­ celemedir. Kitabın mizanpa - jm daki aksaklıklar, dizgi yan­ lışlarının çokluğu, bazı resim- altı yanlışları, gözden kaçmış ufak tefek yanlışlar, çalışmayı kolaylaştıracak bir film ve kişi adları indeksinin eksikliği, son derece meraklı, ilgi çekici bir konunun gözler önüne serilme­ sindeki başarıyı azaltmıyor.

(1) Nijat Özön, Türk Sineması Tarihi (İstanbul, Artist Ya yın ­ ları, 1962. 303 sayfa, resimli).

19

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Sanki sabah kalktığında, bir yere gittiğinde ya da müzikten dinlenmeye geçtiğinde ilk gördüğü şeyleri kucaklar gibi konu­ ları değişik. Aydın Arkun, katı

Yarının conceptionu ve zekâsı nasıl tecelli edeceği meçhul iken bugünden ve dünden istikbale kim­ lerin intikal edeceğini keşfetmek ne derece müşkül ise

Partisi Genel Başkanı Recai Kutan’ın “Nusayrilik sapık bir anlayıştır” sözleri ile kendilerine hakaret ettiğini belirten Hatay, Adana ve Mersin yöresinde

Tankut, TÜB‹TAK’›n u¤rafl alan›nda olan temel görevlerin, art›k yaln›zca pozitif bi- limler alan›nda temel ve uygulamal› araflt›rmala- r› gelifltirmek,

mimarisinin görkemi, sanatçıların özenle renklendirdiği duvarlar, tavanlar, palmetler ya da yapımında cömertçe kullanılan altın yaldızın karşı konulmaz

Böylece Yunanistan taraf~~ denizcilik tekni~inin olu~turdu~u bir ana fikirle deniz sava~~~ yaparken Osmanl~~ taraf~, her türlü denizci gelenek ve gereksinmelerden uzak

Kahveyle ilgili yapılan yeni araştırmalara göre de, içerdiği fazla miktardaki kafeinden dola­ yı çok yönlü bir kuvvetlendirici olarak kabul ediliyor ve önpeleri

COVID-19 tanısı için orofaringeal örnekleme alma- dan sadece nazofaringeal örnekleme yapan ülkeler RESİM 3: Kişisel koruyucu ekipmanların giyilmesi... Bu bağlamda doğru