TT-12. Ö L Ü M Y IL D Ö N Ü M Ü D O L A Y IS İY L E
BİR ŞİİRİN HİKÂYESİ
Yazan: Asım SÖNMEZİstanbul'un, Yahya Kemâl'in tabiriy le en uhrevi ve en ledünni semti Kocamustafapaşa'yı zaman zaman büyük şairle beraber ziyaret eder dik. Ziyaret sabahları onu Park otel deki odasında erkenden hazırlanmış bulurdum. Yolda onu düşünceleriyle başbaşa bırakır, konuşmamayı ter cih ederdim. Gözlerindeki dalgınlık ilk serviyi görür görmez dağılırdı. Yüzünde beliren içten gelen bir ay dınlığa benzer gülümsemek benim içimi de aydınlatırdı. Artık topra ğa basmaktan korkar gibi yumuşak ve yavaş adımlarla öteki dünyaya basar gibi olurduk, işte böyle sa bahlardan birinde:
Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada, O kadar komşu ki dünyaya duvar
yok arada,
Mısraları üstadın dudaklarında çi- çeklenivermişti. Şimdi o uzak yıl lardaki gezilerin hâfızamdaki izleri ne dayanarak diyebilirimki; Koca- mustafapaşa şiiri bu yollarda, o ser viliklerde, o katı taşlar arası yumu şak âlemde mısra mısra üstadın zihninde doğmuş hattâ bazan kâ ğıda geçmeden mukaddes bir sır
gibi orada yatanların kulağına fısıl- danmıştı.
Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn Bu taraf sanki bu halkıyla ezelden meskûn
Mezarlıklardan mahalleye doğru ge lirken artık bize evler bile türbe ler gibi sükûn ve huzur yeri görü nürdü de Kocamustafapaşa'nın sa kinlerini, ebedi sükûna kavuşmadan, köşesinde o sükûnu bulan ermiş ler gibi görürdük.
Üstad mırıldanırdı:
Bir afif aile sessizliği var evlerde; örtüyor fakrı asaletle çekilmiş perde
Zaman zaman yalnız uğuldayan ser vilerde, zâhiri hayat sahneleri bizi kandırmaz oldu. 0 zaman bu havayı tam içimize sindirebilmek için me zarcılar kahvesinde oturmayı âdet edindik, ismi okuyucularıma soğuk gelmesin; biraz iç dünyası olan her insan büyük gerçeklerin havasına girip nefis murakabesine dalabilmek için Silivrikapısı karşısındaki bu kahvede oturmalıdır. Bu çıplak kır kahvesi değildir... Asırların hatıra sını taşıyan çınarların gölgesinde yaşar. Bitişiğindeki çeşme Sipahi atlarının su içtiği büyük bir yalak (su teknesi) olan bu kahve... Bu günkü harap haliyle dudaklara Filo zof Rıza Tevfik'in «Harap Mabed- ler» şiirini getiriyor.
Islâmın bahtiyar bir zamanında Abuhayat varmış şadırvanında Şimdi harap olan sâyebanında Dem çeken kuşların ömrü azalmış
Bu kahveye kimler gelmezdi. Mane vi ağabeyim rahmetli Haydar bey (Kokgil) den dinlediğime göre Fet hiye'de mahalle komşularından Şeyh Vasfi, Muallim Naci, Eyüblü Zekâi Dede ve o devrin bir çok meşhurları bu kahvede otururlar
mış. Benim yetiştiğim kimseler ise Tahirülmevlevi, Darüşşafakalı mual lim Kâzım bey, Tahir Ağa Tekkesi Şeyhi Behçet Efendi, Ebussuut Efendi Zade Ali Emiri Kütüphanesi müdürü şair, hattat Suut bey ve Yenikapı ve Bahariye Mevlevi Şeyh leri Hüseyin Fahrettin, Bâki Efendi lerle, sesinin güzelliği ile meşhur Kesemkaya Şeyhi Bülbül Ali Efendi Sultanhamamlı Zâkirbaşı Arif Bey, Nakşi Şeyhlerinden Sarmaşıktı Fa dıl Efendi ve daha bir çok edip ve şair tarihi kır akademisinin birer mümessili idiler. Bu tarihi mezarlar arasında geçen gezilerimizi. Mezar lıklar Müdürlüğü meşhur arşivcile
rinden rahmetli dostum Cemâl Ser- ver Revnakoğlu şöyle vasıflandırır- dı: Bu mezarlıklara (Açık Hava Ar şivi) tetkikine de (Cinneti celile) derdi.
Hattâ Ahmet Hamdi Tanpınar ger çek İstanbul'a mahsus havayı ve hususiyeti yakalamak isterken (Beş Şehir) kitabında bu semte geniş bir yer ayırır ve adeta vecd içinde şu satırları yazar:
«Sümbül Sinanın halifesi Merkez Efendi, surların dışında kendi yap tırdığı camiin ve kendi bulduğu ayazmanın yanında yatar. Yazık ki çocukluğumun hatıraları arasında kuytu ve haşmetli rahmaniyetini güçlükle bir kürsü gibi pırıldayan bir müslüman asklepion artık kay bolmuştu. Ziyareti o kadar karan lık yapan ağaçlar kesilmiş, avludaki dergâh höcreleri yıkılmış, kuyu ka patılmış, hülâsa sırrın kendisini ya pan unsurlar ortadan kalkmıştır. En çok sevdiğim ağaç çınardır. Ge niş pençe pençe yaprakları munis dev gibi gövdeleriyle onlar bana peçevinin anlattığı o sefer meşve retlerinde söz alan, kumandanlara yol gösteren, akıl öğreten serhat
gazilerini hatırlatırlar. Gerçeği de bu ki her çınarda bir dede edası vardır. Onlar toprağımızın hakiki gururu dur: Belki dedelerimiz o heybetli vakarı, o dağ sükûnetini onlardan öğrendiler. Onun için Yahya Kemâl' in Itrı’yi eski çınarların mektebin den yetiştirmesini çok iyi anlıyo rum.»
O dehâ öyle toplamış ki bizi. Yedi yüz yıl süren hikâyemizi Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Burası yalnız yeni İstanbul hayranla rının, yeni edebiyat düşkünlerinin yeri olmakla kalmıyor, eski gönül adamlarına bir nevi karargâhlık ya pıyordu. İşte meselâ biraz ötedeki
üstü açık türbede Haydar Baba ya tıyordu ki rastgele, sıradan bir fani değildi. Kendisi Osmanlı ordusunun halifeler merkezi Bağdat'ı fethetme sini isteyerek bu emele bütün var lığını ve gücünü vakfetmişti. 0 ka dar ki her gece köşesinden sanki hayâli ve ruhu ile kalkıyor, zaman ve mesafeyi adeta tayyederek o fe tih ordusu ile beraber yürüyor ve sabahleyin başı bir seferden dön müş gibi ter içinde yastığa düşü yordu. Bir sabah o yarı uyanık rü yada gördüğüne kendini kaptırmış ve (Bağdat) alındı diye sevincin den haykırarak genç fetih (Genç Osman)ın yanına yatmak istercesi ne kendini çıkıp haykırdığı kalenin üstündeki yüksek yerden kaldırıp at mıştı.
Üstad bütün buna benzer menkibe- leri duyup işitmekle kalmıyor sanki o fatihler ve ermişlerle beraber ya şıyor, otele dönünce de bu yaşan tıları mısralarına geçirebilmek için onlarınkine muvazi murakabe saat leri geçiriyordu.
Bu havaları teneffüs ederek... bu hatıraları yaşıyarak bu kahvede his lenir ve...
Kaldırımsız daracık iyri sokak, doğru sokak Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş
toprak
lara yine sessiz basarak Kocamus- tafapaşa'ya doğru yol alırdık. Üstad yine:
Gizli bir his bana Hâtıf gibi, ihtâr ediyor; Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor: «Gitme Kal sen bu taraf halkına dost insansın; Onların Meşrebi, iklimi ve
ırkındansın.
diye yeni sunuhatından mısralar okurdu.
Gece, şi'riyle sararken Koca Mustafapaşa'yı Seyredenler görür Allâha yakın
dünyâyı.
Sanatkârların ruh haletinde bazen izahı güç olaylar olur. Bakarsınız vecde kapılır, 300-400 mtsralık bir şiiri bir iki günde kusursuz, nok sansız ve emsalsiz bir mükemmeli yette bitirir. Bir başka gün... 30-40 mıısralık bir başka şiirinde bir tür lü dolduramadığı bir gedik kalır. Haftalar aylar, hattâ yıllar geçer, imkânı yok o eksiği, o gediği ka patamaz. Bu hal saz sanatkârların da da olur. Herkesi kendisine yıl larca hayran bırakan bir icrakar... Bir gün bakarsınız beceriksizliği se bebiyle sahneden kaçacak olur. Ta rihimizde bunlara ait misaller çok tur.
Devlet idaresinde şiir yazmanın bir meziyet sayıldığı devirde 3. Ahmed de böyle bir hevese kapılmıştı. Yap tığı şaheser çeşmeye ebced hesabı ile bir tarih düşürmek istiyordu. Sonsuz gayretler sarfetti ve niha yet:
«... Besmeleyle iç suyu Han Ah-mede eyle dua» diye yazabildi. Ya zabildi ama ne varki tarih 4 eksik düşüyor. Padişah uykusuz geçen
Yahya Kemal, Karaşi elçiliği yıllarında verdiği konferanslardan birinde konuşurken...
16
Yahya KEMAL
gecelerine rağmen bu besmelenin başına 4 sayılık bir kelime koyamı yor. Hünkârın sinirlerinin bozuldu ğunu gören yakınları:
— Efendimiz beyhude kederlenme yin.. Vehbi kulunuz bu işin, payine erişilmez üstadıdır. Ferman buyuru nuz menfasından gelsinler, efendi mize lâyık bir şekilde tarihi tamam lasınlar» demişler... Padişah fer man eylemiş. Affı şahane ve İstan bul'a dönmesi bildirilmiş... Vehbi İstanbul'a dönmüş. Padişahın müş külü ve arzusu kendisine bildirilmiş. Koca şair ufak bir istigrakden son ra derhal şu nefis mısraı tertiple miş:
Tarihi Han Ahmedin cari zeban'ı lüleden Aç... Besmeleyle iç suyu han
Ahmede eyle dua
Padişahın yazdığı kısım musluktan akmaktadır. «Aç» diyor. Açınca da musluktan
«Besmele ile iç suyu han Ahmede eyle dua» diyor.
A: 1, ç: 3 ikisi dört eder. Sanatkâr şair böylelikle padişahın bu tarih teki hissesini de ayırmış oluyor. Şimdi gelelim Yahya Kemâl üstada. «Koca Mustafapaşa» diye nefis bir şiir yazmağa başladı. Ama tamam layamadı. Üstadın ilham saatinin yelkovanı bir yerde takıldı kaldı. Saat işlemiyor... Tamamlanması ge reken mısraı şu.
... Gece geç vakte kadar Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın
rûhu yanar.
Bu bir türlü tamamlanmayan şiir üs tadın oteldeki odasında çalışma masasının üzerinde bekledi... Kaç gün... Kaç hafta, kaç ay mı? diye ceksiniz... Tamam yedi sene. 1950 yılının ocak ayı idi. O sene kış pek insafsızdı. Bir çok memur ların işe gelemediği, gelenlerin de akşam evlerine nasıl döneceklerini düşündükleri bir kar fırtınasında ça
lıştığım Belediye Matbaasının mü- cellithanesindeki telefonundan Baş- mücellit rahmetli Kâzım Varol'un delâletiyle beni matbaa şefi Salih Atalay bey yanına çağırdı. Gittim açık telefonda beni bekleyen üs tad Yahya Kemâl beyefendi idi. Ba na ıstıraplı ve yalvarır bir sesle: «durumum tahammül edilir gibi de ğil. Hemen doktor Rahmi Duman beye git. Ricalarımı söyle, bana ka dar gelsinler» dedi. Ve telefonu ka- Dattı.
Türbe neresi... Fatih nerede... Park otele nasıl gidilir? Kurtlar, kuş lar yuvalarından çıkamıyor, öyle bir kâr fırtınası... Naçar... Bin müş külâtla Fatih'e gittim. Muayeneha nesinden Rahmi Duman beyi aldım. Binbir rica ile bir şoförü Park Otele gitmeğe razı edebildik ve gittik. Rahmi Duman bey muayenesini yaptı. Kendilerini uzun uzun dinle di... İç sıkıntısından ve soğuk al gınlığından şikâyetçi idi.
— Asım! Rahmi Duman beyefendi yi yolcu et. Sen kal. Ben kendimi iyi hissetmiyorum dedi. Arzusuna uydum. 0 gece bire kadar yanında kaldım. Orada da sabahlayabilirdim. Ne varki bir hayli ihtiyar olan an nem Hayriye bacı hasta idi. Park otelden ayrılırken «Asım sabah al tıda burada ol» emrini vermişti. Bin bir zahmetle Eyüb'e gelebildim. Ama saat iki buçuk olmuştu. Annem uyu- mamıştı. Oturduk, geç kalışımın se bebini anlattım. Kadıncağız sabah namazında onun için dualar etti. İkimizde uyuyamadık, uyursak vak tinde kalkamayız diye. Üstad erken saatte beni bekliyordu. Ortalık zifiri karanlık... Gece devam ediyor. Mez bahadan Tabakhaneye deri yükle miş bir kamyonet geçiyordu. Ona istediği parayı verdim. Beni Park otele kadar götürdü. Üstadın oda sına girdim, masanın üzerindeki saati göstererek, hiddetle yüzüme baktı!
— Asım bej geçiyor dedi. (Üstad Üsküp'lü olduğu için beş diyemez di.) Bu sefer serzeniş sırası bana geldi. «Beyefendi, beyefendi öyle bir kar varki, çok kimse bu saatte evinden çıkamıyor. Sizin burada ka loriferli odada keyfiniz tamam, dışa rıdan haberiniz yok,» dedim, bir şey demedi.
Annemle sabaha kadar gözümüze bir dakika uyku girmediğini de an lattım.
— Peki... Annen dua etti... Sen ne yaptın? deyince dayanamadım. — Efendim, ben de sizin yarı kal mış olan Koca Mustafapaşa şiiriniz deki mısraı tamamladım deyiver dim. Derhal irkildi. Kaşları çatıldı. Hastalığını unutmuştu. Bana hem
hiddet ve hem de taaccüple baka rak:
— «Benim şiirlerime el uzatmak, dil uzatmak senin ne haddine! Bunu nasıl, ne cüretle yaptın? dedi. — Beyefendi yedi senedir masanı zın üzerinde boynu bükük kalması hamiyetime dokundu. Katlandığım şu iki günlük cefa karşılığı bunu ba na bağışlarsınız diye tamamladım.» dedim.
Hafifçe güldü mü bilemiyorum, ama serzenişlerine devam etmedi... Ve: — Oku da ne halt ettiğini anlaya lım, dedi. Okudum ve noktalı yer ler için şövle demiştim.
Mağfiret güllerinin açtığı son fecre kadar Asım. Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın
ruhu yanar
Yahya Kemâl Tebessümü bu sefer kahkaha olu verdi ve:
— Vay hain.... vay... Yahu fena da olmamış.. Fena olmamış amma, pek de iyi olmamış. Gel şöyle söyleyi verelim de bu iş bitsin. Ve sen de bir daha boyundan büyük işlere Karışma dedi. Üstadın derhal yap tığı düzeltme ve tamamlama şöyle oldu.
Le ledünni gecedir tâ ağaran vakte kadar Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın
ruhu yanar
Mısra böylece tamamlandı. Duydu ğum hazla iki gündür çektiğim me şakkati unuttum. O da hastalığını unutmuştu. Ortalık ağarıyordu. Sa bahın sekizine kadar hizmetinde bu lundum. Belediye matbaasındaki işime gitmek üzere yine karların kapattığı yollarda yuvarlanmaya oaşladım.
2 Aralık 1954 yılında dostları ile bir doğum gecesinde...
17
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi