r
r
geçmiş zaman olur ki...
İW
BURHAN
FELEK
PAPA'NIN MERAKI!..
^ /~V-d sonbaharında, ben hâlâ umumî karargâh
1 TF 2 C î fotoğrafçısıydım. Bu hizmet Genelkur-
may’ın 2’nci Şubesi’ne bağlıydı. Bu
şubenin başında o zaman yarbay veya albay olan Seyfi Bey adında askerlikteki şiddet ve dikkatiyle meşhur bir zat vardı. Sonradan kendisinin cumhuriyet devrinde Orman Muhafaza Komutanlığı yaptığını hatırlarım.
1916 sonbaharında, hangisi olduğunu hatırlayamadı ğım. Vatikan'daki Papa, Gelibolu Yarımadası’ndaki muharebeler sırasında ölmüş olan Hıristiyan askerlerin mezarlarının fotoğrafını almak için Türkiye’ye fotoğraf çı göndermek istediğini hâriciyemize bildirmiş. Hârici yemiz de kendisine bizim fotoğrafçılanmızca bu
fotoğrafların çekilip gönderileceğini söylemiş
ler ve Papa nın adam göndermek isteğini reddetmişler. Benim doğrudan doğruya âmirim olan Yüzbaşı İzzet Bey, Çanakkale’deki düşman mezarlıklarının fotoğrafını çekmek için oraya gitmeye hazırlanmamı söyledi. Ben kendisine, vaktiyle, yani hemen tahliyeyi müteakip çektiğim fotoğrafların mevcut olduğunu söyledim.
—Sen ne diyorsam onu yap! diye sert bir cevap verdi, ben de hemen makinemi alıp yola çıktım.
Hikâyemi anlatmadan evvel, bu yazıyı ilham eden bir hadiseyi anlatmak gerekir:
Geçenlerde, memleketimizin illerini gösteren tele
vizyon serisinde Tekirdağ’ı gösterdiler. Ne kadar
gelişmiş, ne kadar güzel, mamur bir sahil şehri olmuş. Pek memnun oldum ve o zaman hatırladım. Ben, Tekirdağ’a işte bu fotoğrafları almak münasebetiyle Gelibolu harp sahasına gidip fotoğrafları çektikten sonra dönüşte uğramış ve oldukça garip bazı olaylara şahit olmuştum. Bu hikâye, o olayları hîkayesi ile zen ginleşecektir.
Evet, Yüzbaşı İzzet Bey’in emriyle, biz tası tarağı toplayıp Gelibolu harp mezarlıklarının fotoğrafını almak üzere' yola düştük. Hatırımda kaldığına göre, bu seyahati Akdeniz’de yaralı ve hasta taşıyan, gövdesinde Kızılay arması olan bir büyük vapurla yaptım, işin kötü tarafı, bu vapurda bazan hastalardan ve sağlık
V
“ l | . > » ■ v>
---malzemesinden başka şeyler de bulunuyordu. O devirde de İngiliz denizaltı gemileri Marmara’ya girmişti. Hatta, ben bunlardan biriyle bizim bir torpidomuzun Kumkapı açıklarında harp ettiklerini bile İhsaniye’deki evimizden görmüştüm.
Neyse, kazasız belasız sanırım Akbaş adındaki iskele ye çıktık. Oradan bir atarabasıyla mezarlıkların bulunduğu sahaya gittik. Hatırımda kaldığına göre, o cephenin o devirdeki komutanı Yakup Şevki Paşa’ydı. Bu zat Harbiye Mektebi’nde “Ta’biye” hocalığı etmiş, hatta bir rivayete göre, Atatürk’e bile ders vermişti. Çok kıymetli bir asker olmasına rağmen, —Allah rahmet eyleye— pek nazik adam değildi. Cevat Paşa gibi, onun Kurmay Başkanı Şefik Paşa gibi generalleri . gördüğüm için değil, aslında kendisi tabiatı itibariyle sert ve bunun neticesi, muamele ve sözlerinde patavat sız bir kimseydi.
Tabii ben, karargâhtan yazıyla geldim. Beni karar gahta misafir ettiler. Yakup Şefki Paşa’nın Kurmay Başkanı Şefik Paşa’ydı. O devirde sanırım albaydı. Yakup Paşa'nm mizacıyla anlaşamadığından izin alıp karargâhtan ayrılmıştı. Kendisine sonradan, yani cumhuriyet devrinde general olduğunu öğrendiğim İkinci Şube Müdürü Burhanettin Bey vekalet ediyordu.
Paşa umumiyetle, zabitan sofrasında yemek yemezdi. Onun için subaylar sofrada rahatça konuşurlardı. Ne var ki, Yakup Şevki Paşa, bazı emin kimselere subay ların odalarının kapısını dinletir, kendi aleyhinde konuşup konuşmadıklarını kontrol edermiş. Ben bunları karargâh subaylarından öğrendim. Bir harp sahasında pek o kadar hoş görülecek atmosfer değildir.
★
Bizi, dediğim gibi yay sız bir atarabasıyla harp sahasına götürdüler. Gerçekten fevkalâde muntazam ve üzerlerinde yazılar ve haç bulunan sıra sıra yüzlerce, belki daha da fazla mezarlar bulunan çok muntazam bir kabristan. Hemen fotoğraflarım çektim ve altında yatan gençlerin, Türk topraklarında hayatlarını kaybetmeleri nin günahını zamanın hükümetlerine, yani İngiltere ve Fransa’ya yükledim. Ne işleri vardı Gelibolu Yarımada- sı’nda, ne arıyorlardı Seddülbahir’de, Anafartalar’da? Orada bıraktıkları 200 bin gence yazık değil miydi? İşte burada insanın en yırtıcı bir hayvan olduğu kanaati bende bir kere daha pekleşti.
Fotoğraflar çekildi. Akbaş'tan, yani karargâhtan mezarlık, arabayla 5-6 saat sürerdi. Mezarlık sahasında gecelediğimi hatırlıyorum. Fotoğraflar çekildi ve karar gâha döndüm. Vazifemi yapmıştım. Komutandan izin istedim. Kendilerinin ve karargâh heyetinin bir fotoğra fını çekmemi emretmişler. Ama ben, hep kullandığım 10X15 boyundaki büyük aynalı makineyle zaten mevcut 12 cama 12 fotoğraf çekmiştim. Elimde boş cam yoktu. Ama, Yakup Şevki Paşa’ya:
— Efemdim! Elimde cam kalmadı! demek kimin haddine düşmüş?
Ben hemen:
— Emredersiniz Paşa hazretleri! dedim.
Hava soğuk, fakat yağış yoktu. Karargâh önünde bir sahaya bütün subaylar toplandı. Uzun boyu, açık gri renkli pelerini, dev gibi Yakup Paşa ve etrafında 20 kadar subay. Paşa, subayları kendi sıralarken. Kurmay
Başkan Vekili Binbaşı Burhanettin Beyi yanma
çağırdı:
Devamı var ,
r
geçmiş zaman olur ki...
BURHAN
FELEK
PAPA'NIN MERAKI!
—Gel bakalım bücür, yanıma gel! demez mi?
Allah, Allah! Gülmemek için dişlerimi sıktım. Ger çekten fotoğraf alıyormuş gibi hareket ettim ve cam şasilerini makineye sokup çıkararak güya fotoğraflarını aldım ve karargâhtan ayrıldım.
★
Dönüş seyahatini bir küçük vapurla yaptık. Bu vapur Marmara’da posta seferi, yani yolcu taşıyordu. Bacası kıç tarafta, eski bir vapurdu. Adı da sanırım “ İnebolu” idi. Vapurda kıç taraftaki 3’üncü mevki yatakhanede seyahat ettik. Burada iki kat ranza halinde yataklar vardı. Ben üst katta bir yatağa yerleştim.
Herhalde bu üçüncü sınıf yatakhanede 20 kişi kadar vardık. Burada sesi kısık, 50 yaşlarında kadar bir adam, kahvecilik ediyordu. Hayatında Yemen’de, Tehâne demlen sıcak bölgelerde dahi askerlik yaptığından bahseder ve yolcuları oyalardı.
Gelibolu'dan ayrıldığım zaman, hava lodos ve deniz dalgalıydı. Vapur, Gelibolu, Lapseki, Çardak, Karabiga iskelelerine uğrayacaktı. Marmara dalgalıydı. Beni de fena halde deniz çarptı. Vapurdaki ranzaların, yani yatakların kenarlarına çinkodan kusmuk kaplan takılıy dı. Bu bile insanın gönlünü bulandırmaya kafi idi. Vapur çok sallanıyordu. Kıç kamaradaki yolculann hepsini deniz tuttu. Benim karşıma tesadüf eden bir köylü yolcu, —affedersiniz— kustukça önündeki çinko kaba tıkır tıkır fair şeyler dökülüyordu. Sesi kısık kahveciye sordum:
—Bu adamın dişleri mi dökülüyor? Nedir bu tıkırtı? Gülerek cevap verdi:
—Bey! Bunlar zeytini tok tutsun diye çekirdeğiyle yerler. O tıkırtılar, yediği zeytinlerin çekirdekleridir, dedi.
Gelibolu’dan Tekirdağ’a iki günde geldik. Tekir
dağ’a vardığımız zaman lodos durmuştu. Sadece
denizde biraz dalga vardı. Herkes, bu kötü yolculuktan bitkin bir haldeydi. Vapur, Tekirdağ’da uzunca bir. tahta iskeleye yanaştı. Biz de öğleden sonra saat 3’e doğru Tekirdağ’a çıktık.
O devirde Tekirdağ’a meşhur bir Ermeni lokantası
vardı. Hani İstanbul’un Tokatlıyan Lokantası gibi. Ga liba Kömürciyan adında bir Ermeni’ye aitti. Lokantaya _______________________________________________
2
girdiğimiz zaman masalar temizleniyor, akşam yemeği yapılıyordu. Lokanta sahil», maalesef yiyecek çorbayla
yoğurttan başka bir şey bulunmadığım söyledi. İki
günlük lodos fırtınasından perişan olmuş insanlar olarak karnımız acıkmıştı, ne varsa ona razı olduk. Kömür ciyan lokantasında bize sıcak bir çorba ve güzel yoğurt verdiler. Yedik, içtik, paralarımızı ödedik. Sahilde bulunan lokantadan çıktık. Aramızda birkaç hanım, bir askerî savcı, bir de muvazzaf üstteğmen vardı. Lokan tadan çıkınca gördük ki, iskeleye yanaşmış olan vapuru muz denizin hâlâ durmamış olan sallantısıyla ahşap iskeleyi kırmamak için açığa demirlemiş. Ortada bizi oraya götürecek ne bir motor, ne bir kayık var. Yolcu larla arkadaş olmuştuk. Ben hemen kararımı verdim ve:
—Siz benim arkamdan geliniz, bu işi hallederim! dedim ve yürüdüm.
Sahilde bir nefer [er] dolaşıyordu. Ben seslendim: —Asker!
Çocuk hemen koştu, geldi, esas vaziyet aldı, selâmladı, künyesini söyledi. Ben ağır ağır sordum:
— iskele kumandanı yok mu? —Var beyim. Osman Bey! —Çağır bana!
Zavallı çocuk koşarak gitti, iskele civarında bir binaya girdi. Az sonra oradan ak bıyıklı, yaşb bir zat çıktı, geldi, beni selâmladı. Ben de:
—Ben, umumî karargâh fotoğrafçısı Burhan! dedim. Bunu da en azından bir albay edasıyla söyledim. Os man Bey, benim rütbemin ne olduğunu bilmiyordu. Çünkü hava soğuk olduğu için içi kürklü, askeri kaput giymiştim. Bu kaputun yakası da geniş ve kürklü olduğundan rütbe işaretlerini taşıyan apoletin bulundu ğu yer omuzlarımı örtüyordu. Ben konuştum. Sonra arkamdakileri göstererek:
—Arkadaşlarla yemek yedik, vapur iskeleden açılmış, bize bir vasıta tedarik eder misiniz? Vapurumuza binelim.
Osman Bey büyük bir tehalükle:
—Emredersiniz efendim! Şimdi bir vasıta indirtirim! diyerek iskeleye koştu, askerleri çağırdı ve büyücek bir filikayı denize indirdiler.
Bizi bu vasıtayla vapurumuza nakledip bindirdiler. Tekirdağ ile İstanbul arasını vapurla kaç saatte aldık, bilmiyorum. Yalnız, İstanbul rıhtımına vapurumuz sabahın erkence saatlerinde bordaladı.
Vapurumuz, deniz tutmuş yolcuların kirlenmesi yüzünden, berbat bir haldeydi. Ben herkesin çıkmasını bekledim ve vapurdan omuzumda ağır fotoğraf makinem ve elimde küçük valizimle en son rıhtıma ayak basarken, gözlüklü ve şivesine nazaran Giritli veya Yanyalı olduğu anlaşılan bir polis komiseri:
— isminiz? diye sordu.
— Karargâh umumî fotoğrafçısı Burhanettin Ziya! dedim.
—Benimle gelir misiniz? deyince:
—Ben askerim, siz beni tutamazsınız! cevabmı verdim.
Adam, sükûnetle:
—Biliyorum, ama bakınız, elimde adınız yazdı, sizi merkeze götüreceğim! dedi.
Mukavemet etmenin manası yoktu. Galata Polis Merkezi’ne gittik.
O zamanki adıyla merkez memuru olan zatı tanıdım. Üsküdar’da Paşakapısı Cezaevi’nin müdürü iken tanıştığımız, aslen Üsküdarlı İsmail Hakkı Bey’di. Onu görünce sordum:
Devamı var
c
r 1geçmiş zaman olur ki...
BURHAN
PAPA'NIN MERAKI!
■ ■—Ne istiyorsunuz benden yahu? Karargâhın emriyle Çanakkale’ye gittik, fotoğraflar çektik.
— Aman kardeşim, ne bileyim ben! Polis Kısm-ı Siyasî emir vermiş, “gelince elinden fotoğrafları alın” diye.
—Buyurun, alın çektiğim klişeleri. Banyo edilmemiş camlardır.
İsmail Hakkı Bey de, işin sakatlığını anlamıştı. Ka rargâh umumî fotoğrafçısından şüphe edilemezdi. Ama o devirde İttihatçılar hâlâ benim peşimi bırakmamış lardı ve polise “klişeleri başkasına vermesin” şüphesiy le beni İstanbul’a gelir gelmez yakalatmışlardı. İsmail Hakkı Bey düşündü, taşındı:
—En iyisi, ben senin yanma bir memur vereyim, seni Karargâh-ı Umumî’ye teslim etsin! dedi ve işin içinden sıyrıldı.
O devirde otobüs falan Hak getire! Ben, yani Karar gâh umumî fotoğrafçısı Burhanettin, omuzumda ağır fo toğraf makinesi ve 12 camlık 6 ağırca şasi, elimde vali zimle yaya olarak Galata merkezinden Beyazıt’taki şim diki Üniversite merkez binasının üst katındaki Umumî Karargâh Uclna Şube’ye kadar gittik. Benim, doğrudan doğruya âmirim olan Yüzbaşı İzzet Bey beni görünce:
—Ha! Geldin mi?
— Evet, polis refakatinde geldim. Beni polis tevkif etti! dedim.
—Aman, bıktım bu polisten. Sen aldırma, al klişeleri, evde banyo et, fotoğrafları hazırla, bize getir! dedi.
Ben, oradan Üsküdar’daki eve döndüm ve klişeleri kendi karanlık odamda banyo ettim, kendi vasıtalarımla bastım, büyüttüm ve Papa hazretlerine sunulmak üzere İzzet Bey’e verdim.
Bu hikâye size, o devirde devlet dairelerinin birbirle- riyle olan münasebetleri ve insanlara verilen değerin deği^kliği hakkında Ur fikir verebilir.
Bu yazıyı bitirirken, Papa’dan Çanakkale’de ölen ço cuklarının mezarlıklarının fotoğrafını isteyen ailelere bir taraftan acırken, bir taraftan da:
—Biz mi sizi Çanakkale’ye davet ettik! Ne işiniz var dı bizim topraklarımızda? diye düşünmekten de kendimi alamadım.
2
Ta h a T o ro s Arşivi