1907
yılının Dersaadet’ihenüz beşyüz bin kişilik bir başkenttir. Sokaklarında atlı tramvaylar olan bir İstanbul. Eyyam , İstan bul dukalığında yalnız İstanbulluların oturduğu tekelci bir eyyamdır. Belli semtler, yüzyıllar boyu, oraların sakinlerine belli bir damga vurmuş gibidirler. Çeşnicibaşılar, nasıl bir tadımda İstanbul ¿ularım, şu Kisar- nadır, şu Tomruk, şu Sırmakeştir, şu Taşdelen diye ayırdedebiliyorlaraa, her bakmasını ve görmesini bilen göz de bir bakışta İstanbulluları, şu Beykozludur, şu Modalı, bu Üsküdarlıdır, şu Taşka- saph diye teşhis edebilmektedir. Bu semtler içinde Beylerbeyinin ayn bir yeri vardır. Beylerbeyi, eski Boğaziçi’nin en kalburüstü bürokrat larını barındıran, âdabın, erkânın, teşri fatın, Osmanlı güngörmüşlüğünün sim gesi, bir köşesidir. Sabahleyin memurla rı İstanbul’a indiren Şirket-i Hayriye vapuru, her iskelede üç-dört dakika durduğu halde, Beylerbeyi’nde on-onbeş, bazen de yirmi dakika bekler, “ önce siz' buyurun beyefendi” , “ Estağfurullah siz buyurun” , “ İmkânı yok mirim, vallahi geçmem” , "Türabınız olayım, kerem edin” , “ And verdim ama, vallahi geç mem” şeklindeki alçakgönüllülük yanşı nihayet kaptanın sabrım taşırır, düdü ğünü birkaç kez çalmak zorunda bırakır. Beylerbeyinin bu özelliği, Çen gelköy’ün sebzevatı, Kuzguncuğun haşaratı, B eylerbeyinin teşrifatı şeklîn de dillere pelesenk olmuştur. İskelenin yanında Beylerbeyi Camii, sahilde İs mail Hakkı Paşa Yalısı, Hasip B ey Yalısı, Mısırlı Prenses Fatma Hanım’m Yalısı, “ Mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim ‘ sözü ile meşhur Haşim Paşa’nın yalısı, Boğaz, sularının aynasında kendilerini seyrederler. İki de tekkesi vardır Beylerbeyinin o tarihte. Seyit Efendi Dergâhı ve İstavroz T ek kesi. A rka tepelerde koyu selvileri ile, Küplüce mezarlığı uzanır, her Beyler- beyilinin son barınağı.Babam da, annem de, iki taraflı büyük babalarım da, hep Beylerbeydi oldukları için, Beylerbeyi ekolü nedil* çok iyi bilirim. Çünkü içinde yetiştim. Sait Faik, bir öyküsünde uzun uzun Üskü darlıyı çizer. Adapazarlı olmasına karşın ç o k da iyi çizer. Kısm et olursa bende bu gün Beylerbeyiliyi çizmek isterim. Tabiî o zamanki Beylerbeyiliyi. Bugünkü nüfus patlaması,, bu eski semtlerin sâkinliklerinin ayrıcalıklarını önüne sü rüp götürdü. Böylesi belki daha halkça ve de hakça bir olgudur. İstanbul’un güzelliği niye yalnız orada doğup büyü yenlerin tekelinde kalsın? Neden her yer, herkesin malı olmasın? Buraya kadar iyi hoş da, her yurttaşı.o güzellik lerin değerini anlayacak, onu kendi bahçesi gibi koruyacak bir eğitim tarzından geçirmek de şart. Tıpkı eskiden olduğu gibi. H oyratlığı ve zevksizliği şiar edinen bir halkçılık, gerçek halkçılık olamaz. Olsa olsa kaba kalab alıkçılık olur.
0 ne ağaç
ne tohum
ASAL I1ÂLET
CELEBİ
ÎZ yine dönelim eski Beylerbeyi’ne. Eski Bey- leybeyiliher şeyden önce ince bir insandı. Yani başkasını incitmemeye çalışan bir kâmil kişi. Çelebi bir insan, B ir Beylerbeyi çocuğu olan A s a f H â let’in bu adı neden kendine yakıştırdığı anlaşılmıyor mu? Beyler- beyililik onun özelliklerinin başkcası olduğu için girişi böyle yaptık. A sa f Hâlet, bu Beylerbeyililik üzerine, sekiz yıl okuduğu M ekteb-i Sultanî’de edindi ği iyikötükültürüne,dahasonra- nereden nereye- A d liye Meslek M ektebi’nin Üsküdar A sliye Mahkemesi’ndeki zabıt kâtipliklerinin, Osmanlı Bankası’ndaki ve D evlet Deniz Y o lla n ’ndaki memurluk yıllarının tecrübelerini ve tabiî özel hayatının, aşk ve duygu serüvenlerini ekledi. Şairliğe onsekiz yaşında gazel ve rubailerle başlamıştı. Sonra, serbest vezinli şiirler yazdı. Daha sonra Sans- kritçeye ve A sya şiirine merak sardı. O tarihe kadar Mevlânâ ile, Molla Cami ile, Ömer H ayyam ’la, Eşrefoğlu ile Divan şiiri ile beşlenen ilhamına, böylece A sya mistisizminin, Hind edebiyatının çeşnisi de katıldı.
A sa f H âlet’i A sa f Hâletyapan egzotik kişilik, işte böyle gelişti “ Tıpkıhayattaki gibi, somut malzeme ile, soyut bir âlem yaratmak istiyorum”demişti bir röportaj cıya. Am erika’y ı yeni keşfetmişcesine, sanki bütün öbür edebiyatçıların ya p mak istediği, başka bir şeymiş gibi Sanskritcenin yanında Rumcayı da şiire sok tu . L is b o a lı M a r iy y a ş iir i ile Ispanya’da gezindi, istavroz çıkarıp, baso bir Ortodoks papazı sesi takınıp okuduğu:
Evlaimeni vasiliya tu patras. “ Bütün resimler bizi gözetler tahta lardan” diye başlayan şiirini ondan din leyecektiniz.
Onu şairlikten de öt.e, basının, mizah dergilerinin en popüler edebiyatçısı haline getiren Sidharta Budha şiirine de bir Doğu keşişi kişiliğine bürünüp oku maya başlardı:
Koskoca bir ağaç görüyorum Ufacık bir tohumda
O ne ağaç ne tohum Om mani padme hum Om mani padme hum Om mani padme hum
Kendi gibi Beylerbeydi ama, hiç de mistisizme yatkın olmayan gerçekçi mizahı ile Refik Halit, sonraları onun bu şiiriyle az mı alay etmiştir. Oysa, gerek (Sidharta Budha) gerek (Cüneyt), o zamanki sözüm ona Batddaşma hevesi içindeki toplumumuzda kimsenin ilgi- lenmeye tenezzül etmediği Hind felsefe sinin özünü yakalamış deyişlerdi:
letlerarası başarılardan, çok keyifli ol duğu zamanlar eski hatıralarından...
Çelebi'nin
özel dersleri
Bakanlar bana Gövdem i görürler Ben başka yerdeyim
Gömenler beni Gövdemi gömerler Ben başka yerdeyim
Geleceğe değd de geçmişe dönük, yaşama değd de, ölüm içindeki ebedî varoluşa yönelik bakış açısı şiirlerine Müslüman toplumun da hiç aykırı bula mayacağı, akraba bir mistisizm getiri yor, ama onun bu mistik yam, bazı dü zeyde eleştiricilerce sırf bir orjinalite trügü olarak değerlendiriliyordu. Yaka sına çiçek takıp kökünü mendil cebine yerleştirdiği küçük bir şişenin suyu ile beslemesi, kocaman bir gülsüz gezme yen Oscar W ılde’ın dandyliğini anımsa tıyordu. Şiirlerini okuyuşundaki-için için- belki kendinin de alayını çıkardığı-aşırı önem ve her şiirin havasına göre ayrı bir kişdiğe bürünüş yeteneği, çoğu kimsede bir hafiflik etkisi bırakıyordu. A saf Halet, böylece, ciddiye alınmaktan çok, insanı bohem renkliliği de gülümseten bir çağrışım oluyordu. Hatta hiç unut mam, bir keresinde Fransız Tiyatrosu’n- da sanatçdararası bir eğlencede sahneye fırlamış, Adalet Cimcoz’unDesdemona olduğu bir Othello parodisinde Othedo’yu oynamıştı. B ir insan, her an tepelerine hayalen tennure giydirdiği ağaçlarla semaa çıkmaz ya, bir insan her an esrarlı şark masallarının dünyasında gezinmez ya, hayalinde kendine tepe camları zümrütten, tuğlası zebercetten hamamlar yaptırmaz ya, Ferhad’lar, Şirin’lerle hadü hamur olmaz ya, he’nin iki gözünü ağlatamaz ya, bu adam yirminci yüzydda yaşıyorsa, elbet onun bir de her günkü yaşamı olacaktır.
Tram vaya binen, sandviç yiyen, flört eden, sevişen, bazen deli dolu, bazen ipe sapa gelmez, çocukça. Çelebi, her şeyi tabak gibi ortada bir insan olduğu için onun şdrlerindeki mistik hava de yaşa mındaki bu bağırgan çocuksu yaklaşım, çoğu kimseyi yadırgatırdı.
Bu konuda en acele ve ucuz yargı da onun asd kişiliğinin bu olduğu şairliği nin ise sırf bu kişiliği besleyen bir trük, bir vitrin sayılması idi, ki çok yanlıştı. N e var ki, A sa f Halet Çelebi bir m evlevî kalenderliği de bunu da sineye çekerdi. B ir garip adem bir egzotik şair diye yaftalanan A sa f H alet Çelebi’y i ben yaşamının son dört ydmda yakından tanımak fırsatını buldum. O dört yılı ortak bir çatı altında geçirdik. Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne kütüphane memuru olmuştu. Ben de aynı bölümün öğretim görevlisi idim. T a tlı yumuşak, dış şartların bütün sefaletine karşın, yenilmez bir iyimserlik içinde idi.
Fakülteye her girişimde ilk selâmlaştı ğım o olurdu. Y a bira dubleleri irdi ğindeki koca bardağına kahve ocağından su doldurmaya gidiyor ya da su doldurmuş odasma dönüyor olurdu.
Her insana her zaman iyi bakan munis gözleri, en dertli zamanlarında bde gülümsemeye hazır kalın dudakları ile onu görmek birden içinizi açardı. Sanki küçüklük yaşınızın bir müşfik dayısı idi o. Y a da sevimli bir ağabeyi. D a ğarcığındaki o miski amber kokulu, o tütsülü buğulu masalları, Şark tasav vufu ve felsefelerinden süzerek, derlediği hikmetleri bir anda önünüze serecek bir sevimli sihirbaz...
İnsanı mahçup eden aşırı bir tevazu ile:
— B ir dakikanızı rica edebilir miyim, diyen sesi hâlâ kulaklarımda...
Bilirdim, emin olun bilirdim. Bu nev’i şahsına münhasır insanın orada, ara mızda bulunuşunun kadrini sağlığında da çok iyi bilirdim. Günlük işlerin rutini ile katılaşmış bir yavan hay huy at mosferi içinde bile onun farkında idim.
Başka dille, bizim her günkü dilimizle konuşursam irkilecek, havasını bozacak mışım gibi hep Beylerbeyli’ce konuşur dum onunla:
— Lütfedersiniz beyefendi, derdim, îh ya edersiniz.
Çelebi ile bütünkonuşmalarımız hep bu üslup üzere giderdi.
Neler m i konuşurduk? Her şeyden. Şekerinin son günlerde yine arttığından, yakınlarından bir gencin eroin kaçakçı lığı yaparken yakalandığından, bir takım idarecilerin onu her hangi bir kütüphane memuru sanıp incitmeleri, üzmelerinden, geçimini biraz olsun düzeltmek için tasarladığı yeni tercüme lerden, şiirlerinden, fizik alanındaki
mil-A l T Faik’in erken ölümü ikimizi de çok sarsmıştı. Cenaze dönüşü yine be raberdik. H iç unutmam Çelebi Şu anda bile ölsem gam yemem. Yin e de Sait’ten şanslı sayılırım,deyiverdi. Bu cümlenin tınısın da ufak bir böbür sezer gibi oldum. Ben sormadan o açıkladı. Rivayetine göre kadınlardan hayli kâm almıştı. Kendini o bakımdan ünlü hikâyeciden şanslı buluyordu. Neden olmasın? Yıldızının ilk parladığı yıllar, şöyle 1930 dolayları, A s a f Halet Çelebi önce divan edebiyatı kokan ismi, sonra bir çeşit yerli Oscar W ilde dandyliği ve bir m evlevî şeyhi kadal munis ve mazlum bakışları ile pekçok hanımm da ilgisini çekmişti. Her meclise, her sofraya çağrılıyor, ağzma bakılıyordu. Nasıl bir zamanlar İstan bul’un kibar aileleri kendilerine bir böbür kaynağı yaratmak için Rıza T e v fik ’ler- den, Fazıl Ahm ed’lerden kızlarına özel hoca olmalarım yakarıyorlarsa, çoğu sosyete hanımları da Dame de Sion’da, H igh School’da okumakta olan zambak gibi kızlarına Çelebi’y i hoca tutmak için yarışıyorlardı. Çelebi de böylece o sosye telere girmişti. Bu zambak gibi kızlara Türkçe, edebiyat ve edebiyattan başka biraz hayatı da öğrettiğini iddia ediyor du.
Bütün centilmenliğine karşın yine de Şarklı değil mi, söylediğine belki ina nılmaz diye mezburelerin adım sanım da veriyordu. Bu küçük hanımları sonra mücevherat meşheri gibi takılan ve Paris'ten gelme tuvaletleri içinde birer olgun sosyete hanımefendisi olarak her görüşümde Çelebi’den aldıkları edebiyat dersi ayrıntıları zihnime üşüşür ve beni gülümsetirdi. Çelebi, çok çapkm mizaçlı bir insan olmamasına karşın, önüne çıkan bu az ama seçme fırsatları tep memiş olmakla övünüyordu. Bu övün cün içine kendini harcayan bir mizah katmayı da unutmadan. B ir keresinde de azınlıklardan bir kız sevmiş. Kıza deli gibi âşıkmış. K ız da Ç e leb iyi boş çe virmemiş. N e va r ki, bir huyu Çelebi’y i çileden çıkanyormuş.
Sevişmenin en hararetli anında bile ya tırnaklarının ojesini ya da tavandaki du var kâğıtlarının yırtık yerlerini kontrol edermiş.
Sait Faik’in her sefer karar verip de son dakikada caydığı bir işten evlen meden de, o birkaç defa nasibini almıştı. Bu gençlik serüvenlerini alaycı ve mah- viyetkâr bir dille anlattığı tarihte son ev liliğini yaşıyordu. En mutlu evliliği de bu sonuncu olmuştu.
Köprüye
bağlanan umut
A Z E N de yeni yazdığı bir şiiri ilk dinlemek yine bana müyesser olurdu. Son günlerinde konuş maktan hoşlandığı sev gili teması, yeni köprü inşaasıile birkaç milyonluk bir değer kazanacağını umduğu, Beylerbeyindeki Baba’dan kalma yalısından kalan h is sesi idi. ' Benden müşteri bul mamı ister, öbür hafta bir müddet daha bekletmeyi uygun gördüğünü söylerdi. O arsa üzerine, onun hesabına ne güzel hülyalar kurardık. Bazen de gözleri buğulanır,
— Galiba bu arsanın keyfini çıkara mayacağım beyefendi. A m a hiç değilse karımla çocuğum rahat yaşasınlar, diye mırıldanırdı.
Çelebi odamdan çıkınca, onun sigara dumanı ile beraber odaya sinen o saygı, tevazu, aşırı olgunluk dolu eski B ey lerbeyi havası, bir müddet daha odada kalır, ama .bir müddet sonra yine her günün hışır, yavan rutini onun yerini alırdı.
Çelebi, yolunu ve asrını şaşırmış bir derviş gibi onu çok yadırgayan hoyrat bir çevrenin içinde bir gün sızlanmadan, kimseyi bir an töhmetlendirmeden, ol gun bir hoşgörü ile sessiz sedasız yaşadı. Yine bir ekim sabahı Gureba Hastane- si’nde Öyle alçak gönüllü ve sakin, kimseye veda etmeden, kimseyi üzmek istemeden gideceğine dair en küçük bir işaret vermeden sessizce aramızdan uzaklaştı, gitti. Küplüce M ezarlığı’na defnedildi.
O şimdi artık çok sevdiği Da- vudlanna, îbrahimlerine, Ferhadlarına, Cüneytlerine, şark masallarının sihirli dünyasına kavuşmuş bulunuyor. H er halde mutludur. Burada bile mutlu ol mayı becerdikten sonra...