teker
M İ L L İ Y E T Ç İ F İ K İ R VE. E D E B İ Y A T D E R G İ S İ S A Y I : I EKİM 1976 5 0 0 KURUŞ " r T - S k V »u vaTC.ZIRAAT BANKASI
HER YERDE HER ZAMAN
hizmettnude bıdıuımaktan kıvanç duyar
Mobil Gaz
Toker
Milliyetçi Fikir ve Edebiyat Dergisi
ADRES: Yerebatan Büyük Azim Palas 40/10 - İSTANBUL
Tel.: 22 11 23 - 27 70 46
•
Yıl: 1 — Sayı: 1
Sahibi ve Sorumlu Yayın Müdürü: Yalçın Toker
ABONE: Yıllık 60 TL.
Yabancı ülkelere iki mislidir.
İLÂN: Kapak renkli : 3000 TL. İç kapak : 2000 TL. İç sayfalar : 2000 TL. Yarım sayfa : 1000 TL. Dizgi-Tertip-Baskı: Yüksel Matbaası
•
7.10.1976 ZİYA GÖKALP Özel Sayısı • Fiyatı: 500 Kuruş BU SAYIDA:Ziya Gökalp, Haşan Tuncay, Doç. Necmettin Hacıeminoğlu, Kerim Aydın Erdem, Gikltekin Samanoğ- lu, M. Necati Sepetçioğlu, Kudret Sinan, H. Cengiz Alpay, A. Rahim Balcıoğlu, Basri İmece, Sakin Ö- ner, Tahir Kutsi Makal, Vahap Kabahasanoğlu, Ahmet B. Kara
bacak, O. S. Kocahanoğlu.
Milliyetçi
Edebiyata
Merhaba
Türkiye bugün çok çeşitli ve bir hayli kompleksli bir yayın ortamı içinde bulunmak tadır. Gazetelerden dergilere, büyük kitaplardan küçük broşürlere kadar yayınlanan hemen her eserde, tarihimizin hiç bir döneminde olmadı ğı, hiç bir döneminde görülmediği kadar bir birine aykırılıklar, zıtlaşmalar göze çarpmakta dır. Ve -kızacak olanlar ne kadar kızarlarsa kızsınlar- ortada bir gerçek vardır ki o da fikir, sanat ve edebiyatın birtakım belli maksatların emrine verilmek istenişidir. Daha açıkça ifade edelim: Başta sağ-sol olmak üzere bugün yur dumuzda daha birçok birbirine düşman kamp lar meydana gelmiş; birbirlerinin can düşma nı görünümüne bürünen bu kamplar ve onla rın mensupları fikir, sanat ve edebiyatı kendi özel hedeflerinin çıkarı için basit bir araç ol mak derecesine indirmişlerdir.Aslında fikir, sanat ve edebiyat insanlığın en soylu, en çok insanlaştığı bir manevî mües seseler düzeni ve bütün insanlığın ortak bir ışı ğıdır. Çok eski yüzyıllardan -hatta bin yıllardan bu yana- bu böyle olagelmiştir. Bugün ise gö rünüş hüzün vericidir. İnsanlığın bu en yüce müesseseler düzeni, birtakım grupların elinde şuraya buraya çekilmek istenen, yozlaştırılan, amacından bütünüyle saptırılan bir nesne ha line getirilme yolundadır. Bilhassa sol ve men fî akımların bu hususta suçlu bulunduğunu söy lemek ise h'ç de bir bühtan veya bir iftira sa yılmamalıdır.
Edebiyat ve fikir elbette ki toplumdan ay rı bir şey, toplumun dışında ve ona yabancı bir düzen değildir. İnsanlıkla ilişkisi bulunmazsa artık kendisi de yoktur. Fakat bu ilişki bütün insanlığın ortak ve genel karakteri, eğilimi is tikametinde olmalıdır. Onun ortak, herkese ve herkesçe eşit malı bulunmalıdır. Edebiyat, fi kir ve sanatın soyluluğu, ancak bu böyle ol duğu sürece devam eder.
Evet bu konuda solun, sağa oranla, çok daha suçlu ve çok daha bağnaz bir tutum ta şıdığı açıkça ortadadır. Değeri ne olursa ol sun, solun hizmetinde bulunmayan bir kalem ve bir eser; sol bir yayınevinin, sol bir dergi veya gazetenin kapısından içeri bile uğratılmaz. Milliyetçi bir eser, başarı kazandığında sol onu kötülemeye çalışır, yıkmaya, çürütmeye çalışır; hiç değilse adını anmamak yolunu tu tarak onun biraz daha tanınmasına engel ol maya çalışır. Bu durumda da, hiç bir zaman aşırı sol kadar bağnaz olmayan, milliyetçiler ister istemez kendilerini savunma mecburiye tine düşerler ve aradaki gerginlik, aradaki u- zaklaşma giderek artar. Dolayısıyla tek bir mil letin fikir, sanat ve edebiyatı da -sınıflaşmalar- gibi- ikiye bölünür. «Birlikten kuvvet doğar» te zinin aksine olarak milletin bu sahadaki verim liliği de tabiatiyie yozlaşır ve zayıflar.
Bu durum memleketimizin çok belirgin ger çeklerinden biridir. Onun için biz bunun üze rinde duracak değiliz. Biz bu gerçeğin ışığın da dergimizi çıkarırken iki mücadele verece ğiz:
1 — İlim, sanat ve edebiyatta millî anla yış ve milliyetçi karakterdeki ürünler ve çaba lar tek amacımız olacaktır. Millî ruh ve millî ka rakterdeki dil ve düşünce ürünlerinin bir milleti ayakta tutmanın -belki askerî güç kadar- etkili rolü bulunduğuna inanıyoruz. Dolayısiyle der gimiz kendisini bu anlayışa adamış olarak ya yınlanacaktır.
2 — Dili, sanatı ve edebiyatı bağnazlaş tırmak ve yozlaştırmak isteyen sınıfla; onu bel li bir akımın hizmetkârı yapmak isteyen sınıf larla -gücümüz yettiğince- açıkça ve yiğitçe çekişeceğiz. Ancak bu çekişmelerimizde sevi yesizliğe düşmeye tenezzül etmeyeceğiz. Yu karıda soyluluğundan söz ettiğimiz fikir, sanat ve edebiyatın bu niteliğine karşı duyduğumuz saygı ile ağırbaşlılıktan ve nezâhetten ayrıl mayacağız.
Yetersiz hazırlıklarla çıkardığımız bu ilk sayımızın, amaçladığımız seviyenin çok altında kaldığını ise, siz okuyuculardan önce, hemen bizler ifade edelim. İmkân elverdiğince ve en geç birkaç sayı sonra sîzlere seçkin bir dergi sunmak ümidindeyiz. Dergimiz sadece tanın mış imzaların tekelinde bulunmayacaktır. Fikir ve sanat değeri taşıyan ve bizim kanaatlerimi ze aykırı düşmeyen her kaliteli yazıya sütun larımızı seve seve açacağız.
Yapmayı ve gerçekleştirmeyi düşündüğü müz daha birçok tasavvurlarımız vardır. Bun ları da önümüzdeki sayımızda açıklamak niye tindeyiz.
— TOKER —
VATAN
Bir ülke ki Camiinde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar mânâsını namazdaki duanm. Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur, Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hudâ’mn... Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır Vatanın!
Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok, Her ferdinde mefkûre bir, lisan, âdet, din birdir, Mebusanı temiz, orda Boşo’lann sözü yok, Hududunda evlâtları seve seve can verir; Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın! Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye, Sanatına yol gösteren ilimle fen Türkündür. Hirfetleri birbirini dâim eder himaye,
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tiren Türk’ündür; Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
ZİYA GÖKALP
Türk Milliyetçiliğinin Fikir Mimarı
Z İ Y A G Ö K A L P
Yazan: Hasan TUNCAY
Ayda bir yayınlanacak olan dergimiz her sayısında doğumu veya ölümü o aya rastlayan ve dilimize, millî kül tür ve edebiyatımıza engin hizmeti geçmiş Türk büyük lerinden birini geniş ölçüde anmayı plânlamıştır.
ilk sayımızda bu şerefli yeri, 25 ekim 1924’deki kaybı dolayısıyle büyük Türkçü Ziya Gökalp’e ayırmakla mutlu luk duymaktayız.
Mehmet Ziya Gökalp 23 Mart 1876 perşembe günü Diyarbakır’ da doğdu. îlk öğrenimini «Mer cimek Örtmesi» adındaki ilkokul da yapan Ziya Gökalp 1886 yılın da Askerî Rüştiyeye girdi. Oku lun müdürü İsmail Hakkı, Ziya Gökalp’e özel bir ilgi gösterdi ve Fransızca öğretti. Gökalp Askerî Rüştiye’yi 18S0 yılında bitirdi. O sırada Diyarbakır’da başka okul da yoktu. Öğrenimini İstanbul’da sürdürebilme olanakları bulama dığı için Gökalp, iki yıla yakın bir süre , özel öğrenimle yetinmek zorunda kaldı. 1892 yılında Di yarbakır’da Mülkiye İdadisi açı lınca bunun ikinci sınıfına alındı. Askerî Rüştiyenin tembel öğ rencilerinden biri olan Gökalp, matematik derslerini yeteneği sa yesinde çalışmadan başarabiliyor du. O’nun sadece edebiyata kar şı büyük ilgisi vardı. Şiir ve ede biyatla ilgili kitapları büyük bir zevkle, usanmadan okuyordu. Gö kalp, daha 7-8 yaşında iken Şah îsmailleri, Aşık Keremleri okudu ve bunları anladı. Bu durumu öğ renen bir aile dostu, Ziya’nm ba basına «çocuğuna bu aşk kitap larını okutmamasını, bunların ye rine daha ciddî eserler okutma
sını» öğütledi. Tevfik Efendi dev rin diğer babalarına benzemezdi. O Ziya’nın dediği gibi «dindarlık la hür düşünüşü nefsinde telif et mesini bilen» bir kimse idi. Tev fik Efendi’nin aile dostuna cevabı şöyle oldu:
«— Bir çocuk hangi kitapları anlar ve severse onları okumalı dır. Anlamadığı ve sevmediği ki tapları zorla okutmak, çocuğu ki taplardan soğutur.»
Böylece Ziya Gökalp sevdiği kitapları okumakta serbest bıra kıldı. Ancak Tevfik Efendi, psi kolojik anlarda oğlunun ruhun da yeni melekeler doğuracak de recede güçlü etkiler yapmak fır satını da her zaman kullandı.
Tevfik Efendi, bir akşam o- kuldan dönen Ziya’ya, Namık Ke mal’in ölüm haberini öylesine dramatik biçimde verdi ve bu «hürriyet aşıkı» şâirin arkasından gitmesini öğütlerken öylesine hü zünlendi ki, o günden sonra kü çük Ziya’da büyük bir değişme oldu. Gökalp, babasının öğütünü şöyle anlatır:
«— Telkinin zamanı ve şekli çok iyi seçilmişti. Babam kadar, babamın ağzından dökülen keli meler de kederli idi. İşte bu sı
rada ruhumda yeni bir meleke, mefkûre melekesi uyandı. Ruhum yaratıcı bir hamle ile birdenbire değişiverdi.»
TEVFİK EFENDİNİN VASİYETİ
Ziya Gökalp henüz 13 yaşın daydı. Bir gün bir aile dostu Tev fik Efendi’ye oğlunu Avrupa’ya gönderirse ülkeye bir bilgin yeti şeceğini söyledi. Gökalp’in babası bu öneriye şöyle cevap verdi:
«— Öğrenim için Avrupa’ya giden gençler sadece AvrupalIla rın ilimlerini öğrenip geliyorlar. Böylece millî benliğimizi idrak edemiyorlar. Medreseye girenler ise iyi hoca bulurlarsa millî kül türümüze ve dinimize vakıf olabi liyorlar. Fakat bunlar da Avrupa ilimlerinden mahrum kalıyorlar. Bence memleketimize en faydalı bilginler, bizim için hemen bilin mesi gereken hakikatleri bilen kimselerdir. Bu hakikatler ne Av rupa, ne de millî bilgilerimizde vardır. Gençlerimiz hem Fransız- cayı, hem de Arapça ve Farsçayı öğrenmelidirler. Ondan sonra Do ğu ve Batı bilgilerini öğrenip bun-
İarı mukayese ve telif etmeli, mil letimizin ihtiyacı olan büyük ha kikatleri ortaya çıkarmalıdırlar. Eğer ömrüm yeterse ben Ziya’yı böyle yetiştirmek için çaba gös tereceğim.»
Tevfik Efendi’nin isteği ger çek oldu, ama oğlu için düşün düklerini kendi gerçekleştiremedi. Çünkü bu ileri görüşlü baba, bir süre sonra öldü. Bu sırada Gö- kalp 14 yaşma girmek üzereydi. Ancak bu konuşmalar O’nun üze rinde önemli etkiler yaptı. Gö- kalp daha sonra, «Küçük Mec- mua»da (25 Eylül 1922’de) yayın ladığı «Babamın Vasiyeti» başlık lı yazısında görüş ve düşüncelerin de olumlu değişiklikler yapan «baba ile oğul» arasında geçen görüşmelerin sonucunu şöyle an lattı: (1)
«... Bu sözler kutsal bir va siyetname gibi ruhumda kalın yazılarla kazılıp kaldı. Bu vasi yetnameyi hayatım boyunca unut madım ve unutmayacağım. Çün kü bu sözler, hayatımda büyük değişikliğe yol açtı.
«O âna kadar okuduğum her kitaba eleştirmeden inanırdım. Ya zarlarla eserlerin benim üzerimde büyük bir etkisi ve otoritesi var dı. Babamın bu sözleri bir vuruş ta doğunun ve batının bütün ki taplıklarını, gözümden düşürüver di. Aklıma, zekâma sonsuz bir öz gürlük ve bağımsızlık kazandırdı. Fakat aynı zamanda bütün genç ler gibi, beni de pek uzun ve pek yorucu bir görevi yapmaya çağır dı.»
Yine bir aile toplantısında küçük Ziya’nm okuma sevgisini yakından bilen dostları Tevfik E- fendi’ye, oğlunun öğrenim için Avrupa’ya gitmesinin faydalı ola cağını ısrarla söylediklerinde, ba bası «Avrupa’ya giderse gavur o- lur, gitmezse de eşek kalır» diye cevapladı. Ziya Gökalp arkadaşla- rıyle konuşmaları sırasında baba sına ait anılarım anlatırken bu konuya gelerek «Gavur olmamak
(1) Bu bölüm, sadeleştirilerek buraya aktarılm ıştır.
için Avrupa’ya gitmedim, fakat eşek kalmamak için de Fransızca- yı öğrendim» derdi.
Gökalp’in annesi Pirinççioğlu Hacı Salih Ağa’nm kızı Zeliha (1856-1923), babaannesi ise Müftü Derviş Efendi’nin kızı Hatice Ha nımlardı. Bu iki hanım da, Ziya Gökalp’in yetişmesinde, eğitimin de ve öğreniminde en az babası kadar etkili oldular.
«MİLLETİM ÇOK YAŞA»
Mülkiye idadisinde öğrenci Zi- ya’yı en çok ilgilendiren Biyoloji öğretmeni Doktor Yorgi oldu. Gö kalp’in bu yıllardaki öğretmenle rinden biri de Profesör Mehmet Ali Aynî idi. Mehmet Ali Aynî, Zi- ya’nm tarih öğretmeni idi. Gökalp, Mehmet Ali Ayni’nln sayesinde ta rih dersini ezberlemek yerine, o- layları «muhakeme» etme yolu nu öğrendi.
Mehmet Ali Aynî, Gökalp’le ilgili anılarında şunları yazar:
«— Bana Paris’ten gönderilen Profesör Animan’ın «Sujets et compositions d’Histoire» adlı ki tabından seçtiğim konulan öğren cilerime veriyor ve onlann muha keme kabiliyetlerini geliştiriyor dum. Ziya’ya verdiğim ilk ödev, kanun yapıcısı Lycurgue ile So- lon’un kanunlarının karşılaştırıl ması idi. İkinci ödev de Büyük İskender’in babası Filip ile De- mosten’in mücadelesi hakkında idi. O sıralarda Ziya 17 yaşların da ya vardı, ya yoktu. Ancak Zi- ya'nın ödevlerini okuduğum vakit, bu çocuğun haris bir mütecavizin Yunanistan’a beslediği istilâ ta savvurlarına karşı vatanını savun ma gayesiyle Demosten’in hem şehrilerine söylediği nutukların meâlini nereden öğrendiğine şaş tım kaldım. Eski Roma’da Cum huriyet neden yıkılmış ve yerine imparatorluk nasıl kurulmuştu? Ziya bu sorunun cevabında da ar kadaşlarını çok geride bırakmış tı. İşte ilerde memleketimizde sosyoloji ilminin temellerini atan ve bu ilmi başarı ile okutan ve yayan Ziya Gökalp bu genç idi...»
Gökalp’in öğreniminde, Biyo loji öğretmeni Doktor Yorgi’nin büyük yeri vardı. Doğu illerinde «Ordu doktoru» olarak görev ya pan Yorgi, birçok kasabayı do laştıktan sonra Diyarbakır’a gel mişti. Doktor Yorgi, Gökalp’in ye teneklerini görüp, anladıktan son ra öğrenci ile öğretmen arasmda bir düşünce arkadaşlığı kurulma sını sağladı. Yorgi, Gökalp’in ö- devlerini okuyor beğeniyor, dü zeltiyor, O’na hayran kalıyordu. Fakat bu arada da Gökalp’in ge çirmekte olduğu ruhsal bunalım ları seziyordu. Yavaş yavaş yap tığı telkinlerle onu tedavi etme ye çalıştı. Böylece Gökalp’in o- lumlu bilimlerle daha çok ilgilen mesini sağladı.
Artık Gökalp’in kafasındaki dünya, bir çocuk düşünüşünün çok ötesinde idi. Gökalp ülke so runları ile ilgilenecek ve onları düşünecek kadar olgunlaşmıştı. Görüş açısı büyüdükçe, zaman o- nu mutlu etmez oldu. Gökalp, var olan yaşamın dışında, yeni bir düzene, yeni bir yaşayışa gerek duyuyor, bunun özlemini çekiyor du. Okuduğu kitaplarla, içinde bu lunduğu yaşamm birbirine uyma dığını gören Ziya Gökalp, ruhun da oluşan ilk isyan kıvılcımlarını dışarıya vuruyordu.
Onun ilk başkaldırma eylemi okulda, ders bittikten sonra öğ renciler dağılmak üzere bahçede toplandıkları sırada oldu. O gün lerde son dersten çıkan öğrenci ler, okul bahçesinde toplanır ve üç defa «Padişahım çok yaşa» di ye bağırdıktan sonra evlerine dö nerlerdi. Bir gün Vali Sırrı Pa- şa’nın da bulunduğu bir tören sırasında Ziya Gökalp arkadaşla rından önce davranarak, sesinin bütün gücü ile «MİLLETİM ÇOK YAŞA» diye bağırdı. Gökalp’in bu davranışı okul idaresini telâşlan dırdı. Sonunda Ziya, Abdülhamid’- e «Jurnal» edildi ve göz altına alındı. Uzun uzun sorgulara çekil di. Vali Sırrı Paşa, O’nun çocuk luğunu ileri sürerek, sözlerini «Pa dişahım milletinle çok yaşa» bü çiminde tevil edip, konuyu kapat tı ve Gökalp’i kurtardı.
ZİYA GÖKALP ÖLÜMDEN DÖNÜYOR
Hâzinemiz
ve
ihmalimiz
Doç. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLUTarihimiz gibi edebiyatımız da dünyanın en eski, en zengin ve uzun ömürlü edebiyatlarından biridir. Asırlar bo yu üç kıt’ada devletler kuran ecdadımız, bize çeşitli san’at ve kültür yadigârları ile beraber, kütüphaneler dolusu, binlerce cilt kitap bırakmıştır. Her biri aydınlık bir zihnin, engin bir ruhun ve hassas bir kalbin mahsulü olan bu eserler, nice emek ve göz nuru sayesinde günümüze ka dar ulaşabildiği halde, biz henüz onların değerini takdir etmek imkânlarından çok uzağız. Çünkü o kültür ve san’at hâzinelerinin altın anahtarları elimizde değildir. Onları ne okuyabiliriz, ne de anlayabiliriz. Bu yüzden, yarım asır önce ölmüş fikir ve san’at adamlarımızı bile tanımıyoruz. Halbuki, değil onları, dokuz asır öncekileri dahi bilmek zorundayız. Tıpkı, bizden başka bütün milletlerin kendi kültür ve edebiyatlarını bildikleri gibi.
Böyle bir ihtiyacı devletin duyması ve ona göre ted birler alması gerekir. Yazık ki, bu yapılmamıştır, örnek almağa çalıştığımız batı ülkelerinde devlet veya özel te şebbüs, bütün millî yadigârlarını yeni neslin istifadesine sunmaktadır. Bir Fransız yahut Ingiliz aydını kendi ede biyatının bütün mahsullerini okumak ve tanımak imkân larına sahiptir. Her hangi bir batılı san’atkâr düşünülemez ki, eserleri tam bir bütün halinde, yeni nesillerin fayda lanacakları şekilde yayınlanmamış olsun.
Bizde ise, tek bir san’atkâr gösterilemez ki, bütün eserleri külliyat halinde yayınlanmış bulunsun. Meselâ edebiyatımızın en yakın zirvesi olan Yahya Kemal’den tutunuz, Ali Şîr Nevâî’ye ve Fuzûlî’ye kadar hiç biri, yeni nesillere bütünüyle sunulamamıştır.
Artık Ziya Gökalp toplumsal yaşamla yakından ilgileniyor, «istibdatsın korkunç etkilerini gö rüyordu. Milletin çektiği acılar o- nu sarsıyor, çok üzüyordu. Bu bas kı içinde geçen sıkıntılı günler Ziya Gökalp’in ruhunda derin bir huzursuzluk doğuruyordu. Bu du rum karşısında sık sık titizleşiyor, bu duruma son vermenin zamanı geldiğine inanıyordu. Fakat işe nereden başlamalıydı? Bu soru nun cevabını vermeye çalışırken ruhu kararsızlık içinde kalıyordu. Ziya Gökalp o günlerdeki karar sızlık durumunu anlatırken «eğer insan bir makineden ibaretse ve eğer üstünde bu tabiatın üzerine fırlayacak bir kudret ve kuvvet yoksa milletim tehlikelerden kur tulamayacaktı. İnsaniyet sonuna kadar vahşetler içinde çırpınıp kalacaktı...» diyordu.
Ziya Gökalp’in ruhundaki bu nalımın belirtileri ev ödevlerinden adeta fışkırıyordu. Verilen ev ö- devi ne olursa olsun, muhakkak Gökalp’in iç bunalımını yansıtı yordu.
O günlerde ruhunda esen fır tınaları anlatırken, «bütün eme lim, bin türlü tehlikelerle tehdit olunan, fakat istibdadın uyuştu rucu macuniyle durumdan haber siz olan milletimin mucizevî bir hamle ile kurtulmasının mümkün olup olmadığını bilmekti. Bana bir ümit felsefesi, bir kurtuluş nazariyesi lâzımdı...» diye yazan Ziya Gökalp patlama noktasma gelen ruhundaki bunalımın etki siyle intihara teşebbüs etti. Fa kat, bir arkadaşının kendisine ar mağan ettiği tabancadan çıkan kurşun O’nu öldürmedi. Doktor Abdullah Cevdet ile öteki doktor ların sürekli tedavileri sonucu Gökalp, mutlak bir ölümden kur tuldu. Gösterilen büyük özene rağmen, kafatasında kalan kur şun çıkarılamadı.
Gökalp «îdadbdeki anılarını ve o sırada iç dünyasındaki fır tınaları «Küçük Mecmuamda (2 Ekim 1922’de) yayınladığı «Hoca mın Vasiyeti» başlıklı yazısında tam bir açık, yüreklilikle anlattı.
ZİYA GÖKALP
İSTANBUL’A GİDİYOR
Ziya Gökalp iyileştikten son ra ruhundaki bunalım da gittik çe azaldı. Bu sıralarda yazdığı, ulusu için özgürlük isteyen dev rimci şiirlerini Ali Şevkati’nin
Londra’da çıkardığı «İstikbal Ga zetesinde yayınladı. Amcasından öğrendiği Arapça ile gençliğinde Muhiddin Arabi, İmam Gazali gi bi Doğu filozoflarının eserlerini okuyan Gökalp, intihar olayından
sonra Batı kültürüne yönelmeyi tercih etti.
Ruhunda uyanan bu değişme den sonra ulusunun sosyolojisini ve psikolojisini incelemeye başla dı. Bu çalışmalarını daha olum lu ve verimli bir duruma getirmek istedi. Bunun için de yüksek öğ renim gerekiyordu. Karar verdi ve amcası Hasip Efendi ile gö rüştü. Hasip Efendi, Gökalp’i kızı ile evlendirmek istiyor ve O’nun İstanbul’a gitmesine razı olmu- yodu. Bu durum karşısında Ziya Gökalp amcasından izin almadan, 1895 yılında gizlice İstanbul’a kaçtı. Amacı Mülkiye-i Şahane’ye girmekti. Ancak Gökalp parasız dı. Uzun süre yüksek öğrenim ya pacak kadar ailesinin serveti de yoktu. Bu yüzden Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi’ne girdi. Çünkü o günlerde yalnız bu okul parasız yatılı öğrenci alıyordu.
Gökalp Diyarbakır’da iken Dr. Abdullah Cevdet’ten tıbbiyelilerin önderliğinde «hürriyet»i elde et mek için gizli bir cemiyet kurul muş olduğunu ve bir ihtilâl eyle mine hazırlanıldığım öğrenmişti. Dr. İbrahim Temo ve hemşehrisi olan Dr. İshak Sukûti ile görüş tükten sonra, bu iki kişinin ara- cılığıyle «İhtilâl Komitesbne girdi ve böylece «hürriyet akımı»na doğrudan doğruya karıştı. İstan bul’daki yılları sırasında Fransız İhtilâli’ne ilişkin eserleri okudu. Bir gece kendisi okuma salonunda ders çalışırken, Ziya’nın dolabı o- kul müdürü Albay Mehmet Ali tarafından arandı ve o devirde tzara'plı sayılan Fransızca birkaç kitap bulundu. Gökalp hapse a- tıldı. Ancak O’nu tanıyan bazı öğ retmenler Ziya’nın okuldan ko vulmasını önlediler.
Gökalp bu öğrenim dönemin de derslerini Fransızca kitaplar dan çalıştı ve sınıfının en çalış kan öğrencisi oldu. Fakat Ziya «istibdat» yönetimine karşı kurul muş gizli örgütlerle olan ilişkile rini sürdürdü. Her şeye rağmen, Gökalp’in İstanbul’daki günleri sâkin geçiyordu. Ancak bir Kadir gecesinde Ayasofya Camiinde bil diri dağıtırken yakalandı ve tu tuklandı. Fakat bir süre sonra
serbest bırakıldı. Ama okul ida resi artık Gökalp’ten iyice kuşku lanmaya başlamıştı. O’nu sıkı bir göz hapsine aldılar. Bundan son ra okul hayatı, Gökalp için da yanılmaz oldu. Tatilde Diyarba kır’a gitti. Ancak Diyarbakır Va lisi Halid Bey de Gökalp’in duru mundan kuşkulanıyordu. O’nu ma- beyine jurnal etti. Gökalp Diyar bakır’da da rahat edemedi, sık sık sorguya çekildi. Sonunda Gö kalp ve arkadaşları yanlarında zararlı yayınlar bulundurdukları gerekçesiyle 14 Temmuz 1898’de tutuklandılar. 15 Eylül 1898’de Di yarbakır Bidayet Mahkemesi Ce za Dairesine gönderildiler ve bir süre sonra serbest bırakıldılar. An cak Diyarbakır’da kalırsa huzur suz olacağını anlayan Gökalp, tati li bitmeden İstanbul’a döndü.
ZİYA GÖKALP OKULA ALINMIYOR
Okul açılınca, Ziya Gökalp de arkadaşları ile birlikte okula git ti. Fakat okul idaresi, hakkında soruşturma yapıldığı gerekçesiy- Gökalp’i okula almadı. Gökalp bu nun üzerine Sirkeci’de bir otele yerleşti. Diyarbakır Valisi Halid Bey, ayrıca Gökalp’i, Abdülha- mid’e jurnal etmiş ve arkadaşı Ahmet Cemil’de bulunan bir mek tubunu da Saray’a yollamıştı. Gö kalp’in bu mektubu, yönetim ve padişah aleyhinde satırlarla do luydu. Gökalp bunu duyunca, kal dığı otelde tutuklanacağı günü beklemeye başladı ve kısa bir sü re sonra, 1899 yılında tutuklandı. On ay Taşkışla’da kaldıktan son ra, Mehterhane’ye, oradan da
Sen Bana Şiirsin
ORDUSU ÖNÜNDE BİR ULU HÜNKAR;
TOPRAKLAR ÜZRE YÜRÜDÜM, SINIRLAR ÜZRE. ASKERLERİMİ BOĞAN ASİ NEHİRSİN,
BEŞ MEYDANDA BEŞ SAVAŞ KAYBEDİYORUM SEN BANA ŞİİRSİN...
GÖKLERİNİN MAVİLİĞİNDEN UÇSUZ BUCAKSIZ YAĞAN YILDIZ YILDIZ AYDINLIK;
EKMEĞİMDE BAL, GÜLERKEN ZEHİR ZEHİRSİN SEYLÂN ÇAYI GİBİ NEFİS KOKULU MÜJDE, SEN BANA ŞİİRSİN...
ALINMAMIŞ KALE, KILIÇ GÖRMEMİŞ ÜLKESİN SICAK; GÜNEŞ YAĞMURLARINCA GELEN BULUT,
SONRA YAĞAN SİHİRSİN.
SAÇLARINI RÜZGÂR OKŞAYAN KISRAK: ŞEN BANA ŞİİRSİN...
TARİHİN İLK DÜŞEN KARI HİMALAYA’LARA;
OKYANUSLARDA KÖRFEZ, ÇİNHİNDİNDE ŞEHİRSİN EKVATOR SICAĞINDA SOLUYAN DAL,
BÜTÜN KÖRPELİĞİNLE SEN
YAZILMAMIŞ ŞİİR, DUYULMAMIŞ ŞİİRSİN...
OSMAN SELİM KOCAHANOĞLU
Zaptiye Nezarethanesine gönderil di. Gökalp, burada Naim Bey a- dmda ihtiyar bir devrimci ile kar şılaştı. Zaptiye Nezarethanesinde kaldığı üç aylık süre içinde bu devrimci ihtiyarla ilgi çekici ko nuşmalar yaptı.
GÖKALP DİYARBAKIR’A SÜRÜLÜYOR
Ziya Gökalp, Zaptiye Neza- rethanesi’nde serbest bırakıldık tan sonra Diyarbakır’a sürüldü ve orada da göz hapsinde tutuldu. Gökalp artık öğrenimine devam edemiyeceğini anladı ve 29 Ara lık 1900’de amcasının kızı Vecihe Hanım ile evlendi. Amcası Hacı Hasip Efendi kızına geçinecek ka dar bir servet bırakmıştı. Bu kü çük servet Gökalp’in gösterişsiz yaşamı için pek büyük bir şeydi. Artık O geçinmek için çalışmak zorunda değildi. Böylece bütün zamanını yalnızca okumaya ver di. Aylarca evinden çıkmadığı o- îurdu. Okudu, düşündü, yazdı. Ya zılarının bazılarını devrimcilerin yurt dışında çıkardıkları dergi ve gazetelerde yayınlandı. Yayınlan mayan yazıları ise arkadaşları ta rafından kopye edilerek elden ele dolaştı.
Büyük fikir ve sanat adamımızı en iyi anlatan eser ZİYA GÖKALP Haşan Tuncay’ın kaleminden Fiyatı: 10 TL. TOKER YAYINLARI
Gökalp bu sıralarda Askerî Rüştiye’de açılan Farsça öğret menlik sınavına girdi ve sınavı kazanarak öğretmenlik yapmaya başladı. Daha sonra, Diyarbakır’a vali olan özgür düşünceli Haşan Fehmi Bey'in yanında «kâtip» o- larak çalıştı. Göçmenlerin yerleş mesi konusunda Gökalp’in hazır layıp Vali’ye verdiği ve onun da İstanbul’a gönderdiği rapor Ba kanlıkça çok beğenildi ve Vali bir
takdirname aldı. Bunun üzerine Vali, Gökalp’ten Ermeniler hak kında da bir rapor hazırlaması nı istedi. Gökalp’in bu raporu da başarılı oldu.
Vali değişince Ziya Gökalp’in de işine son verildi. Fakat O’nun adı bütün Diyarbakır’a yayılmış, bilgisi ve temiz karakteri ile ün yapmıştı. Bu başarısına bir de ba basının temiz adı eklenince, çok iyi dostlar kazandı. Böylece Gö kalp’in düşünceleri her yana ya yıldı ve halk onun çevresinde top landı.
GÖKALP HALKI ZORBALARA KARŞI AYAKLANDIRIYOR
Ülkenin genel durumunun git tikçe bozulması, bazı aşiretlerin çevreyi kasıp kavurmalarına fır sat veriyor ve Hükümet bu duru ma seyirci kalıyordu. Ziya bu zor balığa ve bu yasal olmayan güç lere üzülüyordu. Bu tahammül e- dilmez duruma karşı ilk isyan se si Gökalp’ten yükseldi. Ziya «Di- yarbekir Destanı» adiyle yayınla dığı broşürde bütün yurdun der dini dile getirdi.
O sıralarda Diyarbakır’ın çev resindeki aşiretlerin en zalimi o- lan bir «Kürt aşireti» vardı. Bu aşiret mensupları canlarının is tedikleri zaman köyleri basar, ev leri yağmalardı. Evini ve ailesini korumak İsteyenleri de hiç çekin meden vurup öldürürlerdi. «Hü kümet kuvvetleri» ise bu toplulu ğu ortadan kaldırmadığı gibi, Ab- dülhamid’in emri ile sürekli ola rak korurdu. Bu aşiretin reisi İb rahim Paşa, Saray’a armağanlar gönderir, böylece Saray’dan ken dine dostlar edinirdi. İşte Ziya Gökalp bu Paşa’nın işlediği cina yetleri destanında dile getirdi ve yaptığı gizli toplantılarda halkı bu kürde karşı isyana çağırdı. Halkı, dayısı Arif Bey’in de yardı mı ile ayaklandıran Ziya Gökalp halkla birlikte 13 Temmuz 1905’te telgrafhaneyi işgal etti. Sarayla doğrudan doğruya haberleşti. Di yarbakır Valisi Fehmi Bey bu sı ralarda hasta idi ve yerine ba kan Müftü Lebibzade Suphi Efen
di de şikâyetçilerle beraberdi. Bu durum üç gün sürdü. Telgrafha nenin çevresi süngülü askerler ta rafından sarıldı. Bir ara direnci azalan halkı Gökalp’in konuşması tekrar canlandırdı. Saray Hükü metçe alınacak kararın beklenme sini ve telgrafhanenin boşaltılma sını istiyordu. O tarihte Avrupa ülkeleri ile Asya ülkeleri arasın daki haberleşme Diyarbakır’dan geçtiği için yabancı ülkelerde tep kiler başladı. Sonunda Saray Ta lât Paşa adında birinin Başkan lığında bir «Tahkik Heyeti» gön derdi. Diyarbakır’a gelen bu ku rul işi kendi yönünden inceledi ve raporunu Saray’a verdi. Bu işten bir sonuç çıkmadı. Bir yıl sonra İttihat ve Terakki’ciler iktidara gelince Fırka Komutanı Emin Pa şa, İbrahim Paşa’yı tenkile me mur edildi. Halktan yardım is tendi. Ziya’nın dayısı Arif Bey’in aracılığı ile İbrahim Paşa’nın düş manı olan Derek aşiretinden yar dım görüldü. Sonunda İbrahim Pa şa kaçtı. Asker ve halk kendisini izledi ve «Tel-el kevkeb» denilen yerde öldürüldü. Oğulları yakala nıp, Adliyeye verildiler ve Samsun Hapishanesine konuldular.
GÖKALP
GAZETE ÇIKARIYOR
Telgrafhanenin işgalinden sonra, Ziya Gökalp sık sık hapse atıldı, evinden çıktığı vakit de sivil memurlar tarafından izlendi. Ama Ziya’nm ruhundaki özgürlük havasının ateşi her zamankinden daha çok güçlenmişti. 1908 yılı na kadar Gökalp, çevresindeki arkadaşları ile birlikte «Jön Türk- ler»le olan ilişkilerini sürdürdü. İkinci Meşrutiyet ilân edildikten sonra Diyarbakır’da İttihat ve Te rakki Cemiyetinin şubesini kurdu. Her akşam gençlere konferanslar verdi ve Yemin mânâsına gelen «Peynıân» adında bir gazete çı kardı. Fransız yazarlarından çe viriler yaptı ve hece vezni ile şi irler yazarak halkı yeni devrin gereklerine uydurmaya çalıştı. Gökalp’in düşünce kaynağının ilk çıkış noktası «hürriyet» «adalet» ve «eşitlik» kelimeleri oldu. Gö- (Lütfen sayfayı çeviriniz)
kalp’in bu düşünce eylemi, «31 Mart» olayının patlaması ile so na erdi ve gazetesi kapatıldı. İt tihat ve Terakki Cemiyetinin şu besi dağıtıldı. İstanbul’da başla yan bu baskı hareketi bütün A- nadolu’ya yayıldı.
Diyarbakır’da da istibdatm sürmesinde çıkarları olan geri dü şünceli kimseler birleştiler ve kan lı ihtilâl havası yarattılar. Gökalp bunları doğru yola getirmek için toplantı yaptıkları yere gitti ve onlarla tartıştı. Ancak tartışma nın hızlandığı bir sırada çıkarcı ların elebaşlarmdan biri «içiniz de bunun derisini yüzecek müs- iüman yok mu?» diye bağırdı. Bir anda ortalık karıştı. Durumun kor kunçluğuna rağmen Gökalp so ğukkanlılığını kaybetmedi. Bu a- zılı topluluk tarafından öldürül mek istenen Gökalp’i Kurmay Binbaşı Şevki, yanındaki genç su baylar ve askerlerle evi basarak kurtardı.
Türk milliyetçilerinin okuduğu eser
ANADOLU’DA TÜRK MÜHRÜ
Tahir Kutsi Makal
(2. Baskı — 10 TL.) TOKER YAYINLARI Genel Dağıtım: ANDA
GÖKALP’İN İTALYAN GEMİCİLERİ İLE KAVGASI
Bir süre sonra Ziya İstanbul’a gitti. Bir gün köprüden geçerken birkaç İtalyan gemicisinin bir Türk arabacısını dövmekte olduk larını gördü. Bu küstah İtalyan- lara karşı hiç kimse bir şey ya pamıyordu. Ziya bu duruma çok üzüldü ve İtalyan gemicilerinin üzerlerine atıldı. İtalyanlar kala balıktı. Bu yüzden hem dövdü, hem de dövüldü. Döğüş sırasında kafası yarıldı ve hastahaneye kal dırıldı. Diyarbakır milletvekili Fev zi Bey, Beyoğlu Mutasarrıflığına başvurdu. Fakat kapitülâsyonlar vardı ve suçlu olan İtalyanlar tu- tuklanamıyorlardı.
GÖKALP
SELÂNİK’E GİDİYOR
Ziya Gökalp iyileşti ve bir sü re sonra ilk öğretim müfettişliği ne atandı. Eşinin hastalanması üzerine Diyarbakır’a döndü.
Gökalp altı ay kadar bu gö revinde kaldı. Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyetinin o zaman Selânik’te bulunan Genel Merke zi bütün şubelerinden «hürriyet inkılâbı» için üzerlerine düşen gö revlerine ilişkin rapor istemişti. Gökalp’in gönderdiği rapor Selâ nik’te çok beğenildi. Bunun üze rine, Ziya Gökalp İttihat ve Te rakki Cemiyetinin Genel Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi ve 1909 yılında Selânik’e gitti.
Gökalp Selânik’te siyasal a- utııua çalışmalar yaparken, ayn» zamanda çevresine topladığı genç lere konferanslar veriyordu. Büyük bir kütüphane kurdu, ders prog ramına sosyoloji dersini koydur du. Gökalp’in Selânik’teki en ö- nemli çalışmaları «Genç Kalem ler» dergisinde başladı. Bu dergi deki yazılarında Türkçülük ve sa de dil akımının en olumlu tohum larını attı.
Burada devrin en büyük Sos yologu Durkheim’in eserlerini o- kudu. Gökalp bu eserlerin etkisi ile ülkenin sosyal yaralarına ça re aradı.
Gökalp Selânik’te bulunduğu yıllar içinde bilhassa bilim ada mı yetişmesine büyük önem gös terdi ve bu yolda yazılar yazıp, konferanslar verdiği gibi birçok genci İttihat ve Terakki Cemiye- ti’nin yardımı ile Avrupa’ya öğ renim yapmaya gönderdi. Bu sı ralarda yapılan bazı sosyal re formların hazırlayıcısı ve önderi olan Ziya Gökalp’in yazılarının en heyecanlı ve sürekli okuyucu larından biri de Mustafa Kemal’ di.
ZİYA GÖKALP
TEKRAR İSTANBUL’DA
Ziya Gökalp 1912 yılında Er gani Sancağı milletvekili seçildi ve İstanbul’a geldi. Bir süre Ca- ğaloğlu’nda oturdu, daha sonra Akbıyık’a taşındı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarı ele alınca Ziya Gökalp «Darülfünûn» (üniversite) ve bil hassa Edebiyat Fakültesinin ıs lah edilmesi için çaba gösterdi. Gökalp, eğitim işlerini bir pirami de benzetiyordu. O’na göre taban güçlü olmazsa, üzerine yapılan sütunların ve yapının dayanıklı elması olanaksızdı: «Kökü yere yerleşmeyen ve tabiatın kudret ve kuvvetini almayan ağaç, yeşillik siz ve meyvasız kalmaya mahkûm du.» Sonunda Gökalp’in görüşleri kabul edildi ve dersler, kitaplar programlar düzenli bir biçimde ve birbirini tamamlayıcı nitelikte hazırlandı. Edebiyat Fakültesi, Ta- rih-Coğrafya, Felsefe, Sosyoloji ve Edebiyat gibi ihtisas bölümlerine ayrılarak genişletildi. Gökalp Av rupa’da öğrenim yapan Mustafa Şekip Tunç, Yahya Kemal ve Ah met Ağaoğlu gibi genç milliyet çileri Edebiyat Fakültesinin öğre tim kadrosuna aldırdı.
Ziya Gökalp, «Turan» adlı şi iri ve «Yeni hayat ve yeni kıy metler» başlıklı makaleleriyle or taya attığı «Millî Şuur» düşünce sini bilimsel yazıları ile savundu ve 1913 ile 1918 yılları arasında en yaratıcı devrini yaşadı. Kendi kurduğu Sosyoloji kürsüsünün profesörlerini «Türklük» konusu üzerinde çalışmalara yöneltti ve Fuat Köprülii’nün yetişmesinde büyük rol oynadı. Bu sıralarda her şey ulusallığa doğru gelişti. Ziya Gökalp, Türk kültürünü ve töresini içine alıp, onunla yüzyıl lar boyunca ortak bir uygarlık kuran «İslâm ümmetçiliğisnin po tası içinde eriyen Türk uygarlığı nı tekrar canlandırmak için ça lıştı.
Gökalp sadece Üniversite’de ders vermekle kalmadı, kendi e- vinde ve «Türk Ocağı»ndaki ko nuşmaları ile çevresini de aydın lattı. Dersleri kadar canlı geçen bu konuşmalarının sürekli izleyi cileri arasında Fuat Köprülü, Ah met Ağaoğlu, Yahya Kemal, Ö- mer Seyfeddin ve Halim Sabit’ler vardı. Birinci Dünya Savaşı’nm şiddetli baskısı bütün yurtta du yulurken, Gökalp’in insanüstü ça lışmaları ile Üniversite ve Basın «millî bir hava» içinde gelişti.
Sanatkârımızın Ö z Kaynağı:
Destanlarımız...
M. Necati SEPETÇİOĞLU
Yaradılış ve Türeyiş adını verdiğim Türk Destanını hazırlarken aldığım notlar, destanlarımızın öteki millet lerin destanları ile uzak yakın münasebetlerini ve karşı laştırılmaları ile yorumlarını yapmamı sağladı.
Yıllar yılı, çok kötü bir müstemleke zihniyeti ile bi lerek veya bilmeyerek mektep kitaplarında bile yabancı ve bilhassa köksüz Yunan Destanlarını çocuklarımızın ıkörpe beynine yerleştiren zihniyetin ne yaptığını anlamak artık zor olmasa gerek. Dünyanın en zengin destanlarının ön sırasında yer alan Türk destanlarının, bugünkü ve ya rınki sanatkârlara en güzel kaynak olacağını; edebiyatı mızın ve her türlü güzel sanatlarımızın kendi kaynakları ma dönmezse, milletlerarası sanat sahnesinde, hiç bir yer
alamayacağını bilmemek imkânsızken, yıllar yılı bu ger çekten uzak kalınması da üzerinde düşünülecek bir hâ disedir. Hâlâ yabancı ve millet olarak duyuş ve düşünüş lerimize, İçtimaî yapımıza aykırı zorlamaların edebiyat ve sanatımızda denenme imkânı bulması, hattâ yerleştirilme si için ısrarla çalışılması anlaşılmaz kör b ir çaba halin dedir.
Ancak, daha destanlarımızın tamamı ortada yoktur. Değerli ilim adamlarımız, yıllardır büyük bir ihmalle gecik tirilen, Destanlarımızı derleme vazifesini yerine getirerek, kaç cildde toplanırsa toplansın, destanlarımızın tamamı nı, güvenilir bir şekilde ve tek bir eserde vereceklerdir; ve bunu beklemek hakkımızdır sanıyorum.
cak on yıl süren «İkinci Meşruti yet» devri «mütareke»nin ağır şartları ile sona erdi. Bu sonuç la yalnız toprak kaybetmekle ka lınmıyor, gelişen «Yeni Hayat» u- yanan «Millî Şuur» ve «Fikir Ha reketleri» de birdenbire duraklı yordu.
Bu sırada Talât Paşa’nın ıs rarlarına rağmen Ziya Gökalp, yurdunu terketmedi, hattâ bir sü re gizlenmesini isteyenlerin öne rilerini de şiddetle reddetti. Bir gün Üniversitede derse girmeye hazırlanırken, Kurtuluş Savaşı sonlarında İzmit’te linç edilen ga zeteci ve yazar Ali Kemal’in «Zi ya Gökalp idam edilmelidir» baş lıklı başyazısını kendisine gös terdiler. Gökalp, hiç oralı olma dı, sınıfa girdi, aynı soğukkanlı lıkla dersini verdi. Yüzünde en ufak bir solgunluk belirtisi, bir kaygı izi bile yoktu. Kendisine ya zı hakkında ne düşündüğü sorul duğunda, baldıran zehirini soğuk kanlılıkla içen Sokrat’m ruhunu kıskandıracak bir kayıtsızlık için de, «sosyal bir olay» diye karşı lık verdi.
Ömer Seyfeddin’in bir süre gizlenmesi için «bize ve kimsesiz ailenize acıyınız» biçimindeki ri ca ve telkinlerini de boşa çıka ran Ziya Gökalp, 28 Ocak 1919 günü Üniversite’den bir sivil me mur tarafından alınarak tutuk landı. Bir ay Polis Müdürlüğün de ve üç ay da Bekirağa bölü ğünde tutuklu kalan Ziya Gökalp idamına bir ipucu bulunmak ü- zere 27 Nisan 1919 günü «Divan-ı Harp» önüne çıkarıldı.
ZİYA GÖKALP DİVAN-İ HARP KARŞISINDA
Gökalp’in duruşmasının ya pılacağı salon tıklım tıklım dol muştu. Salona önce Hükümet, ar kasından İttihat ve Terakki Ce miyeti Genel Yönetim Kurulu ü- yesi olan sanıklar alındı. Gökalp sanki evinde yürüyormuş gibi a- ğır ağır geldi, yerine oturdu. Da ha sonra salona, Divan-ı Harp heyeti girdi. Gökalp kendisine so rulan sorulara durgun ve tered düt etmeden cevaplar verdi. Sor gu sırasında Mustafa Nâzım Pa
şa, «Ermeni katliamına siz fetva vermişsiniz, bu doğru mu?» diye sorunca Gökalp birden kükredi:
«— Milletime iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni katliamı olmamıştır, bir Türk-Ermeni mu- katelesi (1) vardır. Ermeniler bizi arkadan vurdular, biz de cevap verdik...»
Divan üyeleri böyle bir cevap beklemiyordu. Mustafa Nâzım Pa- şa’nın hayretten ağzı açık kaldı. Divan-ı Harpin korku veren gös terişi yıkıldı, Ziya Gökalp pek
(1) Karşılıklı birbirini kırma, boğazlama.
sessiz ve gösterişsiz girdiği salon dan bir kahraman gibi çıktı.
Sonunda Ziya Gökalp’i mah kûm edecek bir suç bulamadılar.
ZİYA GÖKALP
MALTA’YA SÜRÜLÜYOR
Hapishanede tutuklu iken kendisini ziyarete gelenlere «mef- kûre»sinin sıcak inancını ve bü yük ümidini telkin etmeyi sürdü ren Ziya Gökalp bir gün Hâşim Nahid’e şöyle diyordu:
«— Bütün ümidimiz Mustafa Kemal’dedir. O bir şeyler yapa bilir. Milliyetçiler de ne yapılma sı gerektiğini biliyorlar.»
Ziya Gökalp en kötü günle rinde bile, bir an olsun ulusunun kurtuluşundan ümidini kesmedi. 1919 yılında İstanbul’u işgal e- den İngilizler, O’nu ve bütün ar kadaşlarını tutukladılar ve bir gemiye bindirdiler. Bu sonu belli olmayan gidişe Ziya Gökalp de rin bir inanışın verdiği azim ve sabırla teslim olmuştu. Yamnda parası yoktu. Eşi, babasından ka lan birkaç parça eşyayı satarak elde ettiği 700 lirayı kızı ile ko- .casma gönderdi. Fakat İngilizlerin emri ile kimse gemiye alınmıyor du. Gökalp’in kızı, iki arkadaşı ile sandala binerek gemiye gizlice yanaştı. Ziya Gökalp ve arkadaş ları geminin ikinci katında idiler. Bunun için Sadi Bey’in önerisi üzerine parayı bir mendile sarıp geminin ikinci katma attılar. An cak para dolu mendil, geminin birinci katına düştü ve «havadan» gelen bu parayı İngiliz tayfalar aralarında paylaştılar. Hatanın kendisinde olduğunu kabul eden Sadi Bey Gökalp’e kendi parasın dan 100 lira verdi ve Ziya Gö kalp zindana bu biçimde yolcu e- dildi (28 Mayıs 1919).
YENİ ÇIKTI Edebiyatımızda önemli
yeri olan şâirler
BEŞ HECECİLER
O. S. Kocahanoğlu Fiyatı: 10 TL. TOKEK YAYINLARI Genel Dağıtım: ANDA
ZİYA GÖKALP VATANA DÖNÜYOR
Ziya Gökalp 2,5 yıllık sürgün hayatı boyunca okudu, yanında- kilerini okuttu ve yarı aç, yarı tok bir hayat sürdü. Sonunda An kara’da «Millî Hükümet» güçlendi. Londra’da barış görüşmeleri sıra sında Malta tutsaklarının bırakıl ması da istenildi. Türkiye bunla ra karşılık Kars Savaşı’nda tu t sak alman İngilizlerin serbest bı rakılacağını bildirdi. İngiltere bu
öneriyi kabul etti ve Malta’da zin danda yatan Ziya Gökalp ve ar kadaşları yurda döndüler (19 Ma yıs 1921).
Gökalp 30 Nisan 1921 tarihin de yazdığı bir mektupla İtalya üzerinden yurda döneceğini bil dirdi. Mektup ailesinin eline geç tikten birkaç gün sonra Ziya Gö kalp İstanbul’a geldi ve bir gemi ile Anadolu’ya geçmek üzere Sam sun’a hareket etti. Geminin ha reketinden sonra Ali Kemal’in gazetesi Gökalp’i götüren geminin torpillendiğini yazdı. Dostlarının teşviki ile Anadolu’ya gitmeye ka rar veren Gökalp’in ailesi bu ha beri okuyunca kedere boğuldu. Ancak kendileri de deniz yolu ile Samsun’a geldikleri vakit Ziya Gökalp onları sandalla karşıladı. Aynı yalan haberi Gökalp de duy muş ve ailesinin üzüleceğini bildi ği için kendi de üzülmüştü. O gece Samsun’da kalan Gökalp a- ilesi, Rıza Nur ve Şeyhülislâm Hayri Efendi ile birlikte dört a- raba tutarak ertesi gün Ankara’ya hareket ettiler.
ZİYA GÖKALP
YENİDEN DİYARBAKIR’DA
Anadolu’nun ıssız ve bozuk yollarında günlerce süren yolcu luk bir hayli zor geçti. Ziya Gö kalp bir süre Ankara’da kaldı. Bir dergi çıkarmak için çalıştı. Bu işi ilk önceleri Ankara’da, daha son ra da Kayseri’de yapmak istedi. Fakat Diyarbakır’da karar kıldı. Tekrar araba ile yapılan uzun bir yolculuktan sonra, 1921 yılının sonbaharında Diyarbakır’a geldi.
Fransızların Urfa’ya, İngiliz lerin Mardin’e kadar vatan top raklarının üzerine bir kara bulut gibi çökmeleri, diğer Anadolu il lerinin düşman saldırısına uğra ması ve bu arada Ruslarla birlik olan Ermenilerin Türk’ü arkadan vurmaları Diyarbakır halkını ka ra kara düşündürüyordu. Dahili ye Nazırı (İçişleri Bakanı) Ali Ke mal’in «İngiltere, Fransa, İtalya devletlerinin kararı ile Doğu il lerine özel bir idare şekli verile cektir» demesi Diyarbakır halkmı şaşkına çevirmişti.
İşte bu sırada Diyarbakır’a gelen Ziya Gökalp’ten, halk bir ümit ışığı yakmasını bekledi. O halkla konuşurken, yüzünde hiç bir ümitsizlik izine rastlanmıyor du. Kendisini dinleyen herkesi «zafersin yakın olduğuna inan dırdı. Gökalp, Türk Ulusunun ikin ci defa «Ergenekon» mucizesini ya ratmak üzere bulunduğunu ve Mustafa Kemal’in bir «Bozkurt» olduğunu söylüyordu. Türk’ün bü tün Doğu dünyası için büyük bir kurtarıcı olduğunu, verdiğimiz kanlı mücadelenin bütün tutsak ülkelere örnek olacağını söyleyen Ziya Gökalp, «Mustafa Kemal bu yeni yeni uyanan şuurun müjde cisidir.» diyordu. Bu arada, Cum huriyetken sonra Gazi İlkokulu adını alan, «Nümune Mektebbnde felsefe dersleri vermeye başladı.
Ziya Gökalp felâketler karşı sında ümitsizliğe düşmüş,' boşal mış ruhları ulusal bilinçle doldur mak için «Mefkûre» adında bir dergi çıkarmak istedi. Derginin imtiyazını almak için yapılan baş vuru üzerine, devrin Vali vekili Cevat Paşa, «dergiye halkın da anlayacağı bir ad verilmesinin da ha iyi olacağını» söyledi. Bunun üzerine derginin adı «Küçük Mec mua» oldu. «Küçük Mecmua» her yerde olumlu intibalarla karşılan dı. Yahya Kemal, «Tasvir» Gaze tesinde, Gökalp’in teşebbüsünü övdü. Yakup Kadri, «İkdam» Ga zetesinde «devrin büyük şâirlerin den ve fikir adamlarından biri olan Ziya Gökalp, şimdi Diyar- bekir’dc Küçük Mecmuasıyla ru hundaki mukaddes ateşten çıkan harareti bize, bizim ruhlarımıza gönderiyor.» Falih Rıfkı da «Ak şam» Gazetesinde «Kim ne derse desin, bütün matbaacılık hayatı nın en bozuk şartları ile çıkan Küçük Mecmua ile Ziya Gökalp, fikir hayatımızı Diyarbekir’den i- dare ediyor.» diye yazdılar. (1)
(1) Atatürk, zaferden sonra birgün İz mir'de gazetecilerle görüşürken «Kü çük Mecmua ilk inkılâp fikirlerini yurda yayan ilk basın organı oldu»
demiştir.
Ancak zararla kapanan Kü çük Mecmua’nın borçlarını, Ziya Gökalp eşine evi satarak elde et tiği para ile ödemek zorunda kal dı.
ZİYA GÖKALP ANKARA’DA
Atatürk’ün isteği üzerine «te lif ve tercüme komisyonu» Baş kanlığına getirilince, Gökalp eşi ile ile birlikte Ankara’ya yerleşti. Mustafa Kemal yeni kuşaklar için «millî» bir kütüphane hazırlanma sını ve gelişen batı düşünceleri nin öğrenilmesi için çeviriler ya pılmasını istedi. Gökalp klâsikle rin dilimize çevrilmesi için Türk diline vakıf ve yabancı dil bilen lere mektuplar yazdı ve onları göreve çağırdı. Bu arada yerli ya zarları teşvik etmek olanağını ha zırladı.
Bu çalışmalarının yanı sıra, Türk Töresi», «Türkçülüğün Esas ları» ve «Altın Işık» adlı eserleri ni yayınladı. «Eğitim Şûrası»nın toplanmasını sağladı. «Sultanî» mekteplerine «Lise» adını verdir di ve bunlar için yeni ders prog ramları hazırlattı. Bu çalışmaların ışığı altında ders kitaplarının ya zılması için uğraştı. Kendisi de bu yeni ders programına göre «Türk Medeniyeti Tarihi»ni yaz maya başladı. Ancak ömrü bu e- serin birinci cildini tamamlama ya yetti. Çünkü Eğitim çalışmala rı Gökalp’in yazı yazmasına fır sat vermiyordu. Oysa Atatürk, O’- na Ahmet Ağaoğlu ile haber gön dererek, «Hakimiyeti Millîye» için yazı yazmasını da istiyordu.
ZİYA GÖKALP HASTALANIYOR
Ziya Gökalp 11 Ağustos 1923’ te Diyarbakır Milletvekili seçilin ce eğitim çalışmalarından ayrıldı. Serbest kalınca «Yeni Türkiye» adlı gazeteyi kurdu ve başyazarı ■ oldu. Meclis çalışmaları sırasın
da da «Anayasa»nın hazırlanma sına yardım etti. «Türk Medeni yeti Tarihi»ni tamamlamak için de evinde geç saatlere kadar ça lıştı.
Bu sürekli çalışmalar Gökalp’i yorgun düşürdü. Doktorların din lenme tavsiyelerini yerine getirme di. Ölümünün yakın olduğunu sezmiş gibi bütün düşüncelerini kâğıt üstüne dökmeden dünyadan ayrılmak istemiyordu. Son günle rinde bile aynı hızla çalıştı. De mokrasi hareketlerini parti siya seti ile birleştirecek biçimde ve tam anlamıyle siyasal bir hoşgö rünün kafalara yerleşmesi için «Yeni Gün» ve «Hâkimiyeti Millî ye» Gazetelerinde yazılar yazdı.
Sonunda hastalandı ve yata ğa düştü. Tedavisi için büyük bir ilgi gösterildi. Ancak gün geçtikçe hastalığı ağırlaştı. Doktorlar İs tanbul’a gitmesini öğütlediler. Gö kalp ailesi ile birlikte Nişantaşı’n da bir eve yerleşti. Evinde sekiz aya yakın tedavi gördü. Bu sıra da bile bilimsel çalışmalarmı sür dürdü ve «Türk Medeniyeti Tari- lıi»nin ilk cildini yayınlanacak biçime soktu. Hastalığı daha da artınca doktorların kesin müda halesi ile çalışmayı bıraktı. Bu son eseri yayınlanmak üzere «Mil
lî Eğitim Bakanlığı Basımevisne verildi. Gökalp Büyükada’ya götü rüldü. Basılan eserin düzeltmele rini yine kendisi yaptı. Adı konu- lamayan hastalığı daha da arttı. Doktorlar Avrupa’ya gönderilmesi ni öğütlediler. Fakat Avrupa’ya gi decek parası yoktu, Fransız Has tanesine yatırıldı.
Bir gün hastanede kendisini ziyarete gelen bir gence «ne ya zık ki kafamdaki düşüncelerin hepsini veremedim, eserimi ta mamlayamadım. Bunları da be raber götürüyorum» dedi. Bu söz leri söylerken çok üzülmüş oldu ğu, hasta durumuna rağmen te miz yüzünden belli oluyordu.
Atatürk’ten ve İnönü’den ge len telgraflarda tedavi için Av rupa’ya gönderilmesi isteniyordu. Telgraflar kendisine okunduğu
vakit çok sevindi. Atatürk telg rafında aynen şöyle diyordu:
«Rahatsızlığınızdan çok tees sürle haberdar oldum. Sıhhat ve afiyetiniz haberine memleketçe intizar olunmaktadır. Süratle ia deyi afiyetiniz için Avrupa’da te davinize ihtiyaç varsa icap eden her şeyin tahsisini tekeffül edi yorum. Sıhhatiniz ve mahalli te daviniz hakkında iş’arınızı bek ler, muhabbetkâr selâmlarımı be yân ederim efendim.» Ne yazık ki yapılacak bir şey kalmamış ve hastalık bu büyük bilgini bitir mişti.
Ömrünün son günlerini yaşı yordu. Atatürk’ten kendisine bir fotoğraf ve bir de mektup gelmiş ti. Mektup ve fotoğrafa çok se vindi ve Ataürk’e bizzat cevap vermek istedi. Kâğıt-kalem getirip yatağının içinde doğrulmak iste di. Fakat belden aşağısı tutmu yordu. Bunun üzerine mektubu Zekeriya ve Halim Sabit Beylere yazdırdı.. Gökalp Atatürk’e uzun bir cevap yazdırmak istiyordu, a- ma acısı buna elvermedi. Hâtırı- nı soran mektuba çok sevindiğini ve teşekkürlerini bildirdi. Atatürk’e ve Lâtife Hanıma ithaf ettiği ese rinin yayınlanmasını ve çocukla rına bakılmasını rica etti. Gökalp, Atatürk’e gönderilmek üzere yaz dırdığı mektubunu imzalamak is tedi ise de bunu da başaramadı.
Hastalığı çok arttı ve kriz ge çirmeye başladı. 25 Ekim 1924 cu martesi sabahı saat beşte hayata gözlerini yumdu. Pazar günü bü yük bir cenaze töreni yapılarak, Divanyolu’ndaki Sultan Mahmut Türbesi bitişiğindeki mezarlığa gömüldü. Millet Meclisi ve Hükü met temsilcileri, resmî ve özel ku ruluşların mensupları, profesörler, öğretmenler, öğrenciler, dost ve ar kadaşları ile on binlerce halk tö reni başından sonuna kadar iz ledi.
TOKER’in 100 BÜYÜK EDİP - ŞÂİR DİZİSİNDEKİ 11 No.lu ESER:
ZİYA GÖKALP Yazan: Haşan Tuncay
EDEBİYAT ve BASIN TARİHİMİZDEN HÂTIRALAR: 1
Bir Yazarın Dramı
Yazan: KUDRET SİNAN
Basın ve edebiyat hayatımızın en hareketli, en kavgalı olduğu dö nemlerden biri de on dokuzuncu yüzyıl sonlarıdır. Bu dönemde Sos yal yapımızın her yönünde olduğu gibi fik ir ve yayın alanında da büyük çalkantılar göze çarpmıştır. Mual
lim Naci ile Recaizade Mahmut Ek rem arasındaki çatışma bu çalkantı lardan sadece biridir. Gerçek olan şudur ki Tanzimat’ın bütün yenileş me kıpırtıları içinde, özellikle ede biyat ve sanat anlayışında yenileş memiz pek kolay olmamıştır. İlim ve fik ir konusunda da durum böyle- dir.
İlim, kültür ve sanatın yüzyıl lar süren bir genel karakterden, bir anda bambaşka bir genel karaktere geçmesi elbette ki zor ve sancılı bir konudur. Bunun tabiî bir sonucu o- larak bu konu, zaman zaman, kur banlar bile verecektir. Nitekim Tan zimat ve on dokuzuncu yüzyıl son larında böyle kurbanlar verilmiştir. Bunun tip ik bir örneği de Beşir Fu at Bey’dir.
Beşir Fuat Bey, Tanzimat dö nemi sonlarında yaşamış aşırı batı taraftarı, aynı zamanda aşırı mater yalist bir gazeteci ve yazardır. Tür kiye'de realizm ve natüralizın akım ları kendilerini daha ilk hissettirir ken, kendisi bunlara öncülük et mek istemiştir. Beşir Fuat Bey, güç lü bir düşünür ve yazar olduğu hal
de, esas olarak edebiyatı da pek sevmemektedir. Divan edebiyatı şöyle dursun, günündeki yeni tarz eserlere bile antipati duymak tadır. Ona göre insandaki sanat ih tiyacını ilim ve fenle karşılamak mümkün ve daha yararlıdır. Mese lâ bir ş iir veya hikâye yerine, bir gramer ya da kozmoğrafya bahsi daha fazla lezzet ve heyecanla oku nabilir.
Birkaç yabancı dili, kendi ana dili kadar sağlam ve etraflı bilen Beşir Fuat Bey, Muallim Naci ile «şiir ve edebiyatın lüzumsuzluğu» konusunda uzun tartışmalara gir miştir. Onun, fen dışı ilimlerden başka sevdiği tek ilim dalı gramer dir. Doğu edebiyatını hiç sevmez ken, batı edebiyatına da, özellikle romantik edebiyata da düşmandır. Victor Hugo'dan nefret etmektedir. Buna karşılık Voltaire ile Chopin- havre’ın hayranıdır.
Bir seferinde, bu Voltaire ve Chopinhavre hayranlığı ile alay et mek için, Muallim Naci'nin arka daşları «bütün» redifii bir gazel ya zarak «Saadet» adlı gazetede ya yımlarlar. Buna son derece kızan Beşir Fuat Bey -ömründe şiir yaz maya tenezzül etmediği halde- ay nı redifle bir gazel kaleme alır ve alay edenleri yerin dibine geçirir.
Volter’i takdir edenler ehl-i irfandır bütün;
Sevmeyenler neylesin, dehr-i çâdândır bütün (1)
beyiti ile başlayan bu hiciv manzu mesinde, karşısındakilere adama kıllı verip veriştirdikten sonra:
«— İşte sizin şiir dediğiniz şey böyle bir oyuncaktır. Küçücük bir emekle elde edilir. Halbuki felse feyi ve fenni anlayabilmek için se nelerce çalışmak lâzım gelir »
sözlerini ilâve eder.
Bununla birlikte Beşir Fuat Bey in bu aşırı materyalistliği, çok genç yaşlarındayken, kendisinin felâketini hazırlamıştır. Şöyle ki:
Mânevi bir dünyadan, moral inançlardan ve duygulardan gittik çe uzaklaşmış; hele bu konulara o dönemlerde şiddetle bağlı bu lunan bir ortam içinde kendisini korkunç bir yalnızlık içinde bul muştur. Onun bu yalnızlığında ve karamsarlığında, hayranı olduğu Chopinhavre'ın etkisi herhalde bü yüktür. Derken sonunda engin bir kötümserlikle derin bir yaşama bez ginliğinin içine yuvarlanmıştır.
Artık Beşir Fuat Bey için tek huzur ve kurtuluş yolu intihardır. Nitekim kısa zamanda buna karar da verir. Ne var ki bu intihar kara rı ile katı materyalistliği yine ha il) Volter'i sevip anlayanlar hep arif 'kimselerdir. Sevmeyenlerse dünyanın
rekete geçmiş ve aklına şöyle bir düşünce saplanmıştır: «Evet, ka rar verdim. Öleceğim. Fakat hiç olmazsa boşu boşuna ölmüş olma yayım. İnsanlığa bir hizmette bu lunayım. Ölen ve ölürken can çe kişen bir insanın bu son anların da neler sezip hissettiğini kale me alayım. Böylece ilim ve fen bundan istifade etmiş olsun!..»
Beşir Fuat Bey, düşündüğünü aynen gerçekleştirir. Evinin banyo odasına girip keskin bir usturay la sol bileğinin damarlarını derin bir şekilde keser. Buradan kanlar fırkırırken, önceden hazır ettiği kâ ğıt kalemle, o günlerin en büyük gazetecilerinden biri olan Ahmet Mithat efendi'ye hitaben bu anda duyduklarını yazmaya koyulur. Fu at Bey bu trajik mektubunda, ken disini intihar kararına götüren çe şitli sebepleri uzun uzadıya anla tır. Banyonun sıcak suyuna nasıl girdiğini, usturayı eline alıp damar larını nasıl kestiğini, damarlardan boşalan kanın banyodaki sulara na sıl karıştığını, o sırada ruhunda ki ürpertiyi etraflıca dile getirir.
Damarlardan boşalan kan, der manını yavaş yavaş tüketmekte, kalbi çalışmakta zorluk çekmekte, ölüm adım adım yaklaşmadadır. Son izlenimleri şöyledir: Benliğini tarifsiz bir bitkinlik ve uyuşukluk kaplamıştır. Kulaklarını doldurmaya başlayan anlatılmaz garip sesler, gözlerinin önünde uçuşan dile geti rilemez renkler ve şekiller vardır. Yazar en son duygularını, kalemini, bizzat sızan kanlarına batırarak be lirtmeye çabalar. Bunlar pek de oku namayan kelimelerdir. Sadece «Al lahaısmarladık» sözleri seçilebilir ve artık kalem elinden düşmüştür.
Bu feci olay ve mektup ertesi gün Ahmet Mithat Efendi'nin «Ter- cüman-ı Hakikat» gazetesinde ya yımlandığında İstanbul’da büyük bir heyecan meydana gelir. Ah met Mithat Efendi, bu konu üze rine uzun bir yazı yazar. Beşir Fuat Bey'in derin ilmini, büyük zekâ sını belirttikten sonra mânevi dün yasının kıtlığı üzerinde durur.
Altın Destan’dan
Sürüden koyunlar hep takım takım Ayrılmış, sürüde kalmamış bakım. Asmanın üzümü dağılmış, salkım Olmak ister! fakat bağban nerede Gideyim arayım çoban nerede
Yüce dağlar çökmüş, belleri kalmış; Coşkun ırmakların selleri kalmış, Hanlar yok meydanda elleri kalmış; Düşenler çok ama, kalkan nerede? Gideyim arayım; Hakan, nerede? Türk yurdu uykuda, ey düşman sakın!
Uyuyan ülkeye yapılmaz akın, Tanyeri ağardı, yiğitler, kalkın! Bakın yurt ne halde, vatan nerede? Gideyim arayım: Yatan nerede?
Herkesin gözünde vatan özyurdu, Serhaddin düşmanı, derenin kurdu, Yad iller Turan’da hanlıklar kurdu, Turan’dan yadları koğan nerede? Gideyim arayım: Oğan nerede? Kırım nerde kaldı, Kafkas ne oldu?
Kazan’dan Tibet’e değin Rus doldu, Hıtay’da analar saçını yoldu;
Şen yurtlar ne halde, viran nerede? Gideyim arayım: İran nerede?
Altundağ’a kursun ilhan otağı Taşları elmastır, yakut toprağı, Han’lara kımızla sunsun ayağı,
— Taç giyme resminin kalmam uzağı Sorup öğrenince: Divan nerede? Gideyim, arayım: Kervan nerede? Türk destanı yazmak hatra gelmemiş,
Yasanın sözleri satra gelmemiş, Tarihe deryadan katra gelmemiş,
Şâirler sordular: Hocan nerede? Gideyim sorayım: O can nerede?
Gündüzlerden sapan geceyi bilir, Bilmeksizin tapan her şeyi bilir, Bilen yapmaz, yapan pek iyi bilir, Erenler yolu bu, varan nerede? Gideyim arayım: Yaran nerede?
Millî ve
Manevî
Açıdan
Meselelere
Bakış
Tarzı
İnsana kâinattaki bütün varlıklar içinde özel ve yü ce bir değer kazandıran en önemli unsur, düşünme adını verdiğimiz kutsal hassaya sahip olmasıdır, in sanlık tarihinin kaybettiği bütün sosyal, politik, eko nomik ve kültürel olayların temelini, mutlaka düşün menin ürünü olan bir yeni fik ir meydana getirir. Ferdin ve toplumun bütün kesimlerdeki hayatı, baş langıçtan günümüze kadar çeşitli fikirlerin uyuşma sı veya çatışmasının oluşturduğu bir kompozisyon dur. Fikirle münasebeti bulunmayan bir sosyal ha yatın, insanla da bir münasebeti yok demektir.
Tanrı'nın yarattığı varlıklar içinde ’ en mümtaz mevkie sahip olan insan, ruh ve madde gibi, biri süb jektif, diğeri objektif iki unsurun ahenk içinde bü tünleştiği bir sentezdir. İnsanlığın fik ir mücadelele ri tarihini incelediğimizde görürüz ki, birbirine zıt ve ya yakın, değişik isimlerde, yüzbinlerce fikrin ve ya fik ir sisteminin kavgası yapılmış veya yapılmak tadır. Fakat bu sayısız fik ir veya fikir sisteminin çıkış noktasını araştırdığımızda, hepsinin insanın ya pısını bir ahenk içinde oluşturan ruh ve madde isim li iki kaynakta buluştuğunu görürüz. Böylece fikirler yelpazesinde değişik renk, görünüm ve yer işgal eden bütün fikirlerin, ruhçu ve maddeci fikirle r adı altında, iki kategoride tasnif edilebileceği ortaya çı kar.
Bugün dünya üzerinde canlılığını koruyan veya hayatiyetini kaybetmek üzere olan belli başlı büyük fik ir sistemleri, sahneye konuş biçimlerine göre, uz laşmaz bir çatışma içinde görünürler. Fakat anato mileri çıkarıldığında hayat buldukları kaynağın tek olduğu ve detaydaki farklılıkların büyük olmadığı gö rülür. Aralarında kıyasıya bir mücadele süren, baş ta kapitalizm ve komünizm olmak üzere, Siyonizm, masonluk, faşizm, nasyonal-sosyalizm ve sosyal de mokrasi gibi büyük fik ir sistemleri, aslında birbiri nin düşmanı değil, kardeşidir. Çünkü hepsinin insa na bakış açısı aynıdır. Hepsi insanı sadece madde den ibaret sayan, insanı yücelten asıl unsurun ruh olduğundan habersiz olan, maddeci fik ir sistemleri dir. Hepsi de bir diğerinin noksanını ve aksayan ta rafını tamamlamak iddiasiyle fik ir arenasına çıkmış tır. Aralarındaki farklar mülkiyet, hürriyet ve ekono mik teşebbüs konularında ferde veya devlete biraz az veya fazla hak ve menfaat tanımalarından doğ maktadır. Fakat insana ve onun meselelerine sade ce maddenin, insanı cüceleştiren penceresinden baktıklarından, hiçbirisi yüzde yüz insanı gerçek mutluluğa götüren yolun müjdecisi olamamışlardır.
İnsanı gerçek mutluluğa götürecek fikir sistem leri, ancak insanı kâinatın yüce mimarının yarattığı İlâhi yapı içinde gören ve kabul edebilenlerdir. in sanı tanımayan veya noksan tanıyan fik ir sistemleri, ona bedbahtlığın hüzünlü havasını getirmekten