¡• t m ın ııııııım ııl »aaıaaaaaaaaaı
TÜRK YAH GOGH’U
FİKRET MUALLA
Paris’ teki ressam ları m ız ın en b a şa rılısı olan v e ya k ın d a b ü y ü k bi* kam pa n ya ile A m erik an sanat d ü n ya sın a t a n ıtıl m ası İçin h a z ırlık ya p ıla n F İK R E T M U A L - L Â 'n ın ha ya tı v e ba şın d a n g eçen a k ıl al maz m aceralar, v es i kalarla
Yazan :
ORHAN
KOLOĞLU
PAZAR GÜNÜNDEN
İTİBAREN MiLLiYET te
:->sxva
T Ü H * V a n O o ^ h ' U
FİKRET M UM LA
• Dört defa tımarhaneye girdi, yüz lerce defa karakola düştü...
• Picasso’nun hediye ettiği 35.000 li ralık tabloyu birkaç şişe şarapla değiştirdi...
• Bir kadeh şaraba sattığı tablolarına bugün 5-7 bin lira paha biçiliyor... • 1920’de bir kere sarhoş olduktan
sonra 1967’de ölümüne kadar ayıla madı...
• Fenerbahçe futbol takımına maç taktiği vermeye bayılırdı...
Fransız kritiklerinin «günümüzün Toulouse . Lautrec’i», bazılarının da «Türk Van Gogh»u olarak nitelendir dikleri
F İ K R E T M U A L L A ’mn ıztıraplı hayatı ve başından geçen
inanılmaz olaylar O R H A N K O L O Ğ L U ’nun
kaleminden
PAZAR GÜNÜNDEN İTİBAREN MİLLİYET TE
\
• Ona deli diyorlardı. Ama, kimse çıkıp da, deliliğinin tam bir izahını yapamadı. Bunu «Üsera Karargâhı» adlı hikâyesinde başarıyla anlatan yine kendisi oldu:
B en h ü rriyetim i ç o k severim v e bunu n a ç iz sükûtum da b u lu rum . R esim y a p a r ken ib a d et e d e r gib i sükûn eti b eyn im in İçin de h issedem em em , o zam an b ilirim ki. ya n lış bir isle m eş z u lü m v e y a e d iliy oru m . Bu y a n lış m eşgu liyetten k u rtu l m ak için ö n c e ü ç -b e s kadeh ra k ı içerim . Bu his daha da sürerse o zam an fitil gibi
olu r, ça tacak , kav- t g a ga e d e ce k y e r ara-rım .
ORHAN KOLOĞLU'nun
büyük
yazı dizisi
( s a y f a 5
Türle Yari G ogh'ü
R Ö P O R T A J
A R A Ş T I R M A
A slın d a
A n a rşist
değildi. Fakat
öncülüğünü yaptığı bir sa v a şı vardı
HAYATI BOYUNCA F. BAHÇENİN VE
BAKLATARLASININ
Tozan: Orhan K0L06LU
HAYALİYLE YAŞADI
D
ELİ diyorlardı ona..„ «Akıllı olduğunu ileri sürenlerin koyduğu sınır ların dışında dolaşmayı sev diği için» deli diyorlardı ona... Sevmediği polisin yemek ma sasına b...nu bırakana ne de nir? Ama kimse çıkıp da deli liğinin tam bir izahını yapa madı. Bunu en başarıyla an latan yine kendisi oldu: «t)se- ra Karargâhı» adlı hikâyesin de.«Ayyaş, hem de küfürbaz» dediler ona... Haksız da değil lerdi. Kafayı çekip Türkiye’de Tllrk, Almanya’da Alman, Fransa’da Fransız devlet adam larına kalayı basanın savunu lacak tarafı var mı? Ama, tı marhane arkadaşı Neyzen Tev- fik’in «Sövme Hürriyeti’ne Apoloji» sini bilenler için — (Sövmek sinirleri dinlendirir. Dolayısiyle herkes için meşrû haktır. Ben bu hususta hiçbir hudut tanımam... O, büyüktür sövme; diğeri küçüktür, söv me; cahildir, sövme; değeri yoktur, sövme; o halde kime sövmeli? Sorarım size, kime sövmeli? Dolayısiyle, sevme hürriyeti olduğu gibi, sövme eşitliği de olmalı. Herkes, her kese imkân derecesinde söve- bilmelidir.) — Ayyaş ve küfür- bazın anlamı ne kadar farklı dır?
DELİ DE DEĞİL,
RESSAM DA..,
«Deli değil, hınzır; orijinalite olsun diye delilik oynuyor» di yenler çıktı. Ancak oyun için dört defa tımarhaneye yüzlerce kere karakola ve binlerce defa — kıçına garsonun tekmesini yiyerek — meyhanenin önün
deki kaldırımlara düşmeye kim razı olabilir?
Bunlarla da yetinmediler, ressamlığına da el uzattılar «Ressam değil ki... desinatör ya da grafist» diyenlere, bir Fransız kritiğinin «H iç şüphe siz günümüzün Toulouse - La- utrec’i, böyle bir sanatçıya mâlik olmakla Türkiye kıvanç duyabilir» cümlesini hatırlata bilirim.
Ressamlığım kabul edenler den burun kıvıranlar çıktı; güntin moda akımlarına aldır mayıp kendi bildiği ve sevdiği yolda zirveye erişmedeki ina dını «Devri geçmiş bir akımın geç gelmiş sanatçısı» ya da «Lautrec, Van Gogh, Bonnard, Vuillard kopyacısı» diye târif edenlere bir başka Fransız kritiğinin şu sözleri yetmez mi: «İnanmayın bu iddialara, uyduruyorlar. Muallâ’nın getir diğine iyice dikkat edin, bu herkeslnkinden farklıdır. Tab lolarındaki renkler nasıl kendi renkleriyse, bunlardaki yapı da kendisinindir. Yine de yeterli görmüyorsanız. Batının en bü yük ölçüsüne, para terazisine vuralım. Değeri olmayan bir tabloya 2 - 3 bin frank (5-7 bin lira) verildiğini hiç işittiniz mi?»
GERÇEK SAVAŞI
Toplumun gerçeklerini yan sıtan bir ressam olmamakla suçladılar, sadece devrinin ve Serseri Paris’in bir vak'a nü- vis’i (kronikörü) olarak kal malını yerdiler. Doğruydu... İsyancılığı ve dostluklarından dolayı komünist, Almanlara sempatisi yüzünden Faşist di yenler de çıkmıştı. Aslında top luma karşı nazariyesiz ve sı nırsız bir ferdi hürriyet iste mekten ibaret bir direnişi vardı. Anarşist de değildi, ama
Çocukluğunda
futbol
oynarken
ayağı sakatlanan Fikret Muallâ
içindeki
fırtınayı
dindirebilmek
için üç şeye sarılmıştı: Resim, içki
ve mektup...
öncülüğünü yaptığı bir savaşı vardı:
Sanatına inanmak şartile tüy leri yolunmuş olsa büe bir Türk sanatçısının hiçbir destek ol madan, her büyük ressamın geçtiği yollardan geçerek, Dün yanın sanat merkezi Paris’te kendi kanatlarıyla zirveye ula- şabüeceğini isbat etti.
Bu kolay bir savaş olmadı. Tımarhaneler, karakollar, açlık ve sefalet içinde geçti, ö ze l öl çülerine göre ayırdığı iyilerle kötüleri zaman zaman birbirine karıştırması, sevenlerde bile «ondan uzak durmak» arzusunu yarattı. Kendine ızdırap ver mekten hoşlananlara yakışır bir zevkle yarattığı bu gönüllü yalnızlığın içinde, bir kadın ar kadaşlığı ve şefkatinin eksik liği hayatım büsbütün sıkıntılı bir hâle getirdi. İçindeki fır tınayı durdurabilmek kısaca yaşayabilmek için üç şeye sa rıldı: Resim, içki ve mektup.
Yemek yemedi, eğlenmedi, kimseyle oturup aklı başında iki kelime konuşmadı. Buna karşılık resim yaptı: Bu onun gıdasıydı, onunla beslendi. Eğ lenmek, çevresiyle beşeri mü nasebetleri kurabilmek için, bol bol içti ve nihayet konu şurken anlatamadıklarım yaz dı. Aslına bakılırsa yazdıkları da konuştuklarından pek fark lı değildi. Kısaca bir aksiyon adamıydı. Nasıl resmi konuş muyor sadece yapıyor idiyse, hayatında da fikirden çok mü cadele yer aldı. Yazı serimde onun sanat yönü ve bu konu daki görüşlerine daha geniş yer veremediysem bu,
ellerin-m ellerin-m ellerin-m ellerin-m ellerin-m
0
Y ıl 1906... F ik re t MualIA b a b a sıy la ■», b era b er.deki vesikaları tetkik ve hatı ralarım not ettiğim 22 Türkle 13 yabancının da bana daha fazlasını anlatamamış olma larındandır.
TOULOUSE LAUTREC
BENZERLİĞİ
Fikret Muallâ’yı Toulouse • Lautrec’e benzetmeleri sadece resim yönünden değil, onun gibi, küçüklüğünde geçirdiği bir kazâ sonucunda ayağının sakatlanması ve bunun haya tının yönünü büyük çapta etki- lemesindendir.
Oniki yaşlarındaydı. Anası nın biriciği, nenesinin gözdesi, babasmm — o günlerin deyi miyle — «ferdası» (yarını), komşu çocukların da elebaşı- sıydı. Moda kayalıklarında taş tan taşa atlayarak midye top luyor, evlerinin hemen arka sındaki Bakla Tarlasında ko valamaca oynuyor, sonra Kuş- diline inip, çayırda ayaktopu maçım seyrediyordu. Birinci Cihan Savaşı’mn en kanlı gün leriydi, ancak bunu farkede- meyecek kadar küçüktü. Onun kahramanı, Fenerbahçe takımı nın solaçığı olan Hikmet
(To-puzer) dayısıydı. Onun gibi olabilmek, onun gibi topa vu rabilmek ve hiç şüphesiz ak ranlarının gözünde değerini ar tırabilmek için çocukluğunun bütün enerjisini topa veriyor du. Bir gün beklenmedik bir kazâ, bütün hayâllerin sonu oldu. Kınlan sağ ayak bileğini, kaynatabilmek için, alçıya koydular.
Bir yıl boyunca Mustafa Fik ret Muallâ okulundan, mahal le arkadaşlarından tamamen uzak kaldı, ö z e l hocalar gelip evde ders veriyor, sonra hava uygun ise, bahçeye inip yeşil üzerinde kıpkırmızı gelincikle rin mozayikler yaptığı Bakla Tarlasını, daha ötede gök ve denizin mavilikleri arasındaki yemyeşil Kalamışı, Fenerbah- çeyi seyrediyordu. Bu manza ra hafızasına öylesine yerleşe cektir ki, yıllarca sonra delilik buhranları arasında bile, Bak la Tarlası ve Fenerbahçeyi sa yıklayacak, hattâ rüyalarında Fenerbahçe koyunda yüzdüğü nü, fakat bâzı kötülerin onu kıyıya çıkmaya bırakmadığını görecektir
— Y A R I N : ---Ü ST ---Ü STE G E LE N
A C IL A R
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi