• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: İSLAM HUKUKUNDA ZEKÂT

1.12. Zekâtın Verileceği Sınıflar

Zekâtın hükümlerinin ne olduğu konusunda Hz. Peygamber (S.A.V.) sözlü ve ameli olarak ümmetini bilgilendirmiştir. Bunun yanında zekâtın hangi insanlara verileceği konusunda,

“Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslam'a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir.”

Tevbe Sûresi’nin 60. âyeti nâzil olmuştur. Allah, zekâtın sadece fakirlere, miskinlere, zekât müessesinin faaliyetlerinde çalışanlara, kalpleri İslam’a ısındırılacak insanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmış olanlara verilebileceğini bildirmiştir (Erkal, 2008: 199).

Bazı mala düşkün kimseler Hz. Peygamber (S.A.V.) zamanında zekât malını almak istediklerinde, Efendimiz (S.A.V.) onların hak etmedikleri malları talep etmemeleri gerektiği konusunda uyarmıştır. Bunun üzerine, mala düşkün insanların yaptıkları Allah tarafından yerilerek, zekât verilecek sınıflar ile ilgili bu âyet nazil olmuştur (Erkal, 2008: 199).

Zekâtın sarf yerlerinin nas ile sabit olmasından dolayı, tahsil edilen zekâtların sarf yerleri hâricîne harcanması söz konusu değildir. Bu sınıfların mâhiyeti konusunda bazı ihtilaflar da mevcuttur fakat bu durum sadece yorum farkından ibarettir.

İslam Devleti, bütün halka yâni fakir-zengin olmasına bakılmaksızın bütçe fazlası olarak yıllık maaşlar dağıtmaktaydı. Halîfe Muâviye ise Yemen zekât gelirleri ile bu maaşları ödemeye niyetlenmiş fakat gelen itirazlar sonucunda bu niyetinden vazgeçmiştir.

41

Toplumun her kesiminin faydalanacağı gelir çeşidi olan fey gelirlerinin bu gibi durumlarda kullanılması gerekmektedir. Fey ise gayri Müslim topluluktan sulh yoluyla alınan vergilerden oluşmaktadır (Yeniçeri, 1984: 194).

Zekâtın sarf edileceği yerlere genel olarak bakarsak; belirlenen sınıflardan sadece ilk iki grubun ekonomik açıdan yeterli düzeyde güçlü olmadığını söyleyebiliriz. Diğer gruplara zekât verilmesinin sadece iktisâdî zenginlik ile açıklanamayacak birçok hikmeti vardır (Dumlu, 2012: 34).

1.12.1. Fakirler

Kur’ân-ı Kerim’de geçen zekâtın sarf edileceği sınıfların ilkini fakirler oluşturmaktadır. Miskinler sınıfı ile arasında bazı farkları olduğunu söyleyen âlimler bulunduğu gibi aynı olduğu konusunda da görüşler bulunmaktadır. Arapça’da bunun gibi sözcüklerin birlikte bulunması halinde farklı anlamlara işaret edeceği, ayrı ayrı olarak kullanıldığı takdirde ise aynı manaya gelen kelime gruplarından olduğu da belirtilmiştir (Beşer, 1988: 140). Fakir; aslî ihtiyaçlarına sahip olsa da gelirleri günlük ihtiyaçlarına yetmeyen kişi olarak ifâde edilebilir. Miskin ise hiçbir geliri ve malı olmayan kişidir. Bu kavramların tanımları konusunda farklı bakış açıları bulunsa da en genel manası ile bunu ifâde ederler. Bu gruptaki insanların zekât alabilmelerinin nedenleri arasında hiçbir varlığının olmaması ya da zarûrî ihtiyaçlarının hâricînde, ellerinde nisab şartını sağlayacak düzeyde mal sahibi olmaması vardır. Zekât olarak verilebilecek en yüksek miktar olarak nisab değerine denk olarak verilebileceği Hanefîler tarafından belirtilmiştir. Fakat bir insana zekât verileceği zaman nisab miktarından daha az olmasının daha iyi olacağı söylenmiştir (Erkal, 2008: 202).

Zekâtın sarf yerlerini zikreden âyetteki sıralamaya baktığımız zaman ilk olarak fakir ve miskin olan kişilerin geldiğini görmekteyiz. Toplum içerisinde bulunan bu grupların öncelikli olarak korunduğu görülmektedir. Kendi iradeleri dışında çeşitli tehlikelerle karşılaşmış olan bu kimselerin bu olumsuz durumların üstesinden gelmeye gücü yetmeyeceğinden, toplumun zengin kesimi olan mükelleflerden bu muhtaç kesimlere varlık transferi yapılarak sosyal güvenlik mekanizmasının işletilmesi gerekmektedir (Beşer, 1988: 142).

42 1.12.2. Miskinler

Fakirler sınıfında olduğu gibi bu sınıfa mensup kişileri niteleyecek kesin bir tanım mevcut değildir. Bu sınıfa mensup kişiler hakkında da farklı tanımlar yapılmıştır. Bunlardan bazıları; zillet içinde dilenen ihtiyaçlılar, muhâcirler dışındaki muhtaçlar, fakirin aksine hiçbir şeyi bulunmayan yoksullardır (Yavuz, 1972: 242).

Bu görüşlerin yanında Hz. Ömer’in miskin kavramını Hristiyan ve Yahûdilerin fakirleri olduğu konusundaki yorumu önemlidir. Hz. Ömer ile beraber azımsanmayacak sayıdaki sahâbeler ve âlimler fakirleri Müslümanların yoksulları; miskinleri ise gayri Müslimlerin yoksulları olarak yorumlamışlardır (Yavuz, 2008b: 307).

1.12.3. Âmiller (Zekât Müessesesi Faaliyetlerinde Çalışanlar)

Zekât, devlet eliyle organize edilmesi gereken mâlî bir ibadettir. Bu organizasyon için ise bu alanda çalışan insanlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kişilere de zekât âmili denmektedir. Bu çalışanların görevi genel anlamda; zekâtı toplamak, hesap etmek ve şartlarına uygun olarak dağıtmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu çalışanların zekâttan pay alabileceğinin zikredilmesi, zekâtın toplanması ve dağıtılması faaliyetlerinin bir kurum tarafından yapılması gerekliliğini göstermektedir. Bu çalışanların; Müslüman olması, tam ehliyete sahip olması, zekât mallarının teslim edileceğinden dolayı emîn olması, Efendimiz (S.A.V.)’in soyundan olmaması şartlarını taşımalıdırlar. Âmillerin, yaptıkları iş nispetinde ve kendilerinin bakmakla yükümlü oldukları kişilerin geçimlerini sağlayacak kadar ücret alması gerekmektedir (Erkal, 2008: 207).

Zekât âmillerini yetkilerine göre ikiye ayırabiliriz. Bunların ilki, tam yetki verilerek görevlendirilen âmillerdir. Bu yetkiye sahip olan görevliler; zekâtları topladıkları sırada, hukûken tartışmalı olan durumlarda kendi içtihadını takip edebilirler, devlet başkanının ve mâlikin görüşlerine uymak zorunda değillerdir. Geniş yetkiye sahip olan bu âmiller, münakaşalı durumlarda hızlı karar alabilir. Fakat tarihsel sürece baktığımızda âmillerin zekâta konu olabilecek varlıklar konusunda devlet başkanının görüşünü aldıkları; Hz. Ömer’in görevlendirdiği âmilin, ona mektup yazarak bazı deniz ürünlerinin zekâta konu olup olmaması konusunda bilgi almıştır. Yetki açısından daha kısıtlı olan, icrâcı zekât âmili ise; Münâkaşalı durumlarda devlet başkanının görüşlerine uymak zorundadır. Devlet başkanının kararlarını uygulamak üzere vazîfelendirilen bir tebliğci sayılır. Bu

43

yüzden şartlara uygun olmak koşuluyla bu görevli, köle veya zimmî de olabilir (Aghnides, 2003: 269).

Hz. Peygamber (S.A.V.) zekât teşkilatında görevlendirdiği kişilere, zekât mükelleflerine yumuşak huyla muamele etmeleri konusunda tavsiyelerde bulunur ve bu âmilleri de ashâbının ileri gelenleri arasından belirlerdi. Öşüre konu olan malların tahmin usulüne göre belirleneceği durumlarda âmillerine müsamahakâr olmaları konusunda tembihlerdi (Özek ve diğerleri, 1984: 117). Efendimiz (S.A.V.) zekât amillerine verdiği talimatlarda, tahmin yaptıkları zaman 1/3 veya 1/4 oranında yanılma payı bırakmalarını emretmiştir. Böylece zekât mükellefi, zekâtın tahmin edilme sürecinde karşılaşacağı olası bir mağduriyetin önlenmesine çalışılmıştır. Bunun yanında zekâtın hangi mahsûller üzerinde tahmin edilerek tahakkuk ettirileceği âlimler tarafından tartışılmıştır. Taze halde iken tüketilebilen mahsûllerin zekâtının tahmin edilmesini savunanlar, fakir ve diğer sınıfların hakkı olan zekâtı koruma düşüncesi taşımaktadırlar. Zekât mükellefleri her ne kadar da zekâtı yemeseler de nefsin kötü isteklerine karşı bir önlem olarak düşünülmüştür. (Yavuz, 2008a: 587).

İslam Devleti hiçbir kamu hizmetini ücretsiz yaptırarak ve birilerinin alın terini haksız yere akıtarak yükselmemiştir. Yaptırılan her iş için hak edilen ücretin ödenmesi sağlanmıştır. Bu görevlerin en kutsal olanlarından biri de hiç şüphesiz zekât ibadetinin yerine getirilme sürecinde çalışılmasıdır. Bu görevlilerin hak ettikleri ücretler, nasda geçtiği surette bizzat zekâtın sarf yerleri arasında zikredilmiştir. Hz. Ömer (R.A.)’ın yaptığı tahsildarlık neticesinde hak ettiği ücreti zengin olduğu gerekçesiyle reddetmesine rağmen Efendimiz (S.A.V.) tarafından yaptığı işin ücreti ödenmiştir (Yeniçeri, 1984: 204).

İslam Devleti’nin mâlî teşkilatında çalışan görevliler yaptıkları işlere göre isimlendirilmişlerdir. Zekât ile alakalı olarak görevlendirilen memurlar en genel ifâde ile “âmil” olarak sınıflandırılmışlardır. Bunun yanında; “hâzin” olarak isimlendirilen kişiler hazinenin korunması ve işleyişi ile alakalı olarak çalışmakta, “kâsim” olarak ifâde edilen memurlar ise belirlenen sarf yerleri için zekât mallarını bölüştürmektedirler. Hz. Peygamber (S.A.V.) de kendisini yalnızca taksim edici yâni kâsim ve Allah’ın verdiğini koruyan hâzin olarak tanımlamıştır. İslam Devleti’nin mâlî sistemi adına kayıt altına alınan malların yazılması işlemi de “kâtib” olarak adlandırılan memurlar tarafından

44

yapılmaktadır. Tahsil edilen zekâtı teslim alana “sâhıbu’l-akbâd”, zekât miktarını tahmin edene “hâris” ve öşür miktarı gibi vergileri tespit etmek için ölçüm yapan görevlilere de “keyyâl veya vezzân” denir (Yeniçeri, 1984: 79).

Mûteber hadis kaynaklarının yanında İslam’ın erken dönemlerinde yazılmış eserlerde; Hz. Peygamber (S.A.V.)’in ve devam eden süreçte halîfelerin de devlet adına zekât toplamaları için görevlendirdiği zekât âmilleri hakkında hangi kabileler için görevlendirildiği de yazılan geniş isim listeleri mevcuttur (Özek ve diğerleri, 1984: 158). 1.12.4. Kalpleri İslam’a Isındırılacaklara

Zekât verilebilecek sınıfların dördüncüsü ise “müellefe-i kulüb” yâni kalpleri İslam’a ısındırılacak zümredir. Bu sınıfa zekât verilmesinin nedeni, ümmete faydalı olacak kişileri, olabilecek en fazla yol ve yöntem ile Allah’ın dinine kazandırmaktır. Burada da toplumsal fayda gözetilmektedir. Bakıldığında kötülüklerinden emin olunmak istenen gayri Müslim insanlara maddi yardımda bulunmak sanki onlardan korkulduğu izlenimini verebilir. Fakat buradaki amaç, ümmetin mazlumlarını korumak ve kollamaktır. Yoksa bir Müslümanın sadece ve sadece Allah’ın kudretinden korkması gerekmektedir. Kalpleri Allah’ın dinine ısındırılacak insanlar da kendi aralarında Müslüman olup olmamalarına göre ayrılmaktadır.

Müslüman olmuş fakat diğer dinler ve inanışlardan etkilenmesi muhtemel ortamlarda olanların; sınır boylarındaki insanların, komşu oldukları inanışlardan etkilenme ihtimali buna örnek gösterilebilir. İslam ile yeni tanışmış ve îman etmiş olmasına rağmen kalbinin tamamen İslam’a teslim olması gereken insanların yanında, kavmi içerisinde sözü geçen, yapılacak yardım ile daha fazla insanın Müslüman olmasına tesir edecek kişiler de bu gruba girmektedir (Erkal, 2008: 208). Bu zümreye yapılan yardımlar, Hz. Ömer’in İslam’ın yayılması ve mâhiyetindekileri tamamen koruyacak güce erişmesinin sonucunca bu gruba zekât verilmeyeceği içtihadı yüzünden devam eden süreçte bu zümreye pay ayrılmamıştır (Erkal, 2008: 209).

1.12.5. Köleler

İslamiyet’in ortaya çıktığı zamanda hür insanların özgürce yaşama hakları çeşitli yollarla ellerinden alınarak köleleştirilmekte ve bu toplum içerisinde çok büyük sosyolojik problemler oluşturmaktaydı. İslam bu durumu düzene sokarak insanların

45

özgürleştirilmesi için teşvikte bulunmuştur. Bu teşviklerin farkında olan sahâbeler ise servetlerini bu yolda harcayarak âhirette vâdedilen ecirleri kazanmayı ummuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de de zikredilen özgürlüklerinden yoksun bu grubun, tekrar özgürlüğe kavuşturulması için zekât sınıfları arasında zikredilmiştir. Zikredilen bu sınıfa giren kölelerin, efendisiyle belli bir bedel karşılığı anlaşma yaparak özgürlüğü için çalışanların yâni mükâteb kölelerin mi yoksa tüm kölelerin ve cariyelerin mi olduğu tartışılmıştır. Hanefîler, anlaşma yapan mükâteb kölelerin olduğunu söylerken; Mâlikîler ise zekâtın tüm kölelerin yararı veya özgürlüğü için temlik edilebileceğini söylemişlerdir (Erkal, 2008: 210).

İslam Devleti’nin dağıttığı maaşlar kölelere verilmemiştir. Bunun nedeni, kölelerin bu maaşları mülkiyetlerine geçiremeyecekleri için bu kölelerin efendileri çift maaş almış olacaklardır. Özgürlüğüne kavuşan yâni mülk edinebilen köleler ise maaş almışlardır (Yeniçeri, 1984: 101). Bu bilgi, zekât alacak kölelerin mükâteb köle olup olmaması üzerine yapılan tartışma açısından önemlidir.

Günümüzde ise; dünya genelinde hukûkî olarak kölelik yasaklansa da iktisâdî ve siyâsî özgürlükten yoksun olan; sömürülen toplumlara zekât kurumu aracılığıyla ulaşılıp, onları bu kötü durumdan kurtarmak için yardım yapılabildiği takdirde zekâtın bütününü oluşturan sınıflara tahsis edilmiş fonları uygulayarak bütüncül bir zekât kurumundan bahsedebiliriz (Yavuz, 2008b: 314).

1.12.6. Borçlular

İnsanlar, hayatlarında birçok zorluklarla baş etmek zorunda kalmaktadır. Bunlar arasında hiç şüphesiz ekonomik sıkıntılar da ön plandadır. Maddi darlık zamanlarında, bu zor durumdan kurtulmanın bir yolu da borçlanmaktır. İslam’ın teşvik ettiği iyi huylardan biri de kardeşinin zor anında onu ferahlatmak yâni ona Allah rızası için güzel borç vermektir. Güzel borç ise hiçbir karşılık beklenmeden borç vermektir.

Fakat tarihin her dönemi böyle güzel davranışlara sahne olmamıştır. Roma devrinde uygulanan kurallara göre; borçlular borçlarını ödeyememeleri halinde hürken köle olmalarına, köle olarak borçlanmaları halinde ise hapsolmalarına veya öldürülmelerine hükmedilebiliyordu. Fıtrat dinî olan İslam, bu konuda da borçluları korumaya almış ve borç altında ezilen kişilerin bu kötü durumdan kurtulmalarına vesile olması açısından zekât sarfedilecek sınıflar arasında zikretmiştir (Özek ve diğerleri, 1984: 130).

46

Kişi kimi zaman felaketlerle karşılaştığı için borçlanır, kimi zaman ise borçlanmasına toplumun faydasına olan işler neden olmaktadır. İslam bu durumda borçlulara da nisab dışında borcunu ödeyecek malı olmaması durumunda, câiz olan işlerden dolayı borçlanması halinde, borcun ödeme vakti gelmesi durumunda ve borcun kullara ait haklardan dolayı oluşması şartları altında bu kişileri de zekât çıkarılabilecek sınıflar arasında olduğunu saymıştır (Erkal, 2008: 202).

1.12.7. Allah Yolunda Olanlara (Fî Sebîlillâh)

“Allah yolunda olmak” kavramının ne anlama geldiği konusunda fakihler arasında ihtilaf çıkmıştır. Ancak kabul gören en genel ifâde ile bu terim cihad eden Müslümanı ifâde etmektedir.

Allah yolunda cihad eden Müslümanların oluşturduğu gruptakilerin hangi şartlar altında zekât alabileceğinde ise mezheplerin farklı görüşleri bulunmaktadır. Bu sınıfa zekât, Ebû Hanife ve Ebû Yusuf’a göre maddi imkânsızlıklardan dolayı cihad etmekten geri kalan, teçhizat ve lojistik anlamda sıkıntı çeken Müslümanlara verilebilir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî’lere göre ise, ister zengin olsun ister fakir zekât cihad eden Müslümanların devletten maaş almamak ve gönüllü cihad etmek şartı ile zekât alabileceği görüşündelerdir (Erkal, 2008: 214).

Bir diğer görüş olarak da Hz. Peygamber’in bu kavramı sınırlandırmadığı, bu sınıfa dâhil olan gazanın Allah yolundaki en önemli hizmet olduğu vurgulanmıştır. Bu durumu göz önüne aldığımızda bu sınıfın çok daha geniş bir şekilde okunarak; hayır yollarının tamamı olarak da geniş bir şekilde ifâde edenler olmuştur. Müslümanları savunacak teknolojilerin geliştirilmesi, dünya çapında tebliğ faaliyetleri gerçekleştirecek kurumların kurulması, Müslümanları doğru bir şekilde savunacak kişilerin yetiştirilmesi, faydalı ilimlerin tahsil edildiği binâ ve teçhizatın sağlanması gibi (Yavuz, 2008b: 319).

1.12.8. Yolcular

Zekât verilecek sınıfları belirten Tevbe Sûresi’nin 60. âyetindeki zekât verilecek sekiz sınıftan sonuncusunu “yolcular” oluşturmaktadır. Dört büyük mezhebe göre bu sınıf; memleketinde mal varlığı olan fakat başka bir yere seyahat ettiği için bulunduğu yerde malı olmayan kimseleri ifâde ettiğini söylemişlerdir. Şafiîler ise bu tanıma, yolculuk yapmayı düşünen fakat yeterli maddî imkânları olmayan kişileri de eklemişlerdir.

47

Bu sınıfa dâhil olup zekât alabilecek kişilerin; yolculuğa çıkış amaçlarının meşru ve İslam’ın ilkeleriyle çelişmemesi gerekmekte ve bu kişilerin yaşadığı bölgeye gidecek kadar maddî varlığa sahip olmaması gerekmektedir.

Günümüzde birçok insan zulüm altında yurtlarından edilmektedirler. Bu insanlar kendi memleketlerinde mâlî açıdan güçlü olsalar bile savaş gibi nedenlerden dolayı maddî varlıklarını memleketlerinde bırakmak zorunda kalarak göç etmektedirler. Bu durumda muhtaç durumda kalan insanların ihtiyaçları çıkarılan zekâtlar ile karşılanabilir (Erkal, 2008: 216)