• Sonuç bulunamadı

2.3. Yoksulluk

2.3.2. Yoksulluğa Kuramsal Yaklaşımlar

Yoksulluğun nedenlerine ve nasıl ortadan kaldırılacağına ilişkin farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Yoksulluğun nedenlerine yönelik yaklaşımların her birinin de kendine ait bir ideolojik perspektiften hareket ettiği söylenebilir.

Yoksullukla ilgili tartışmaların genel olarak iki ana eksende yürüdüğü söylenebilir. Bunlardan ilki, liberal ve muhafazakâr yaklaşımdır. Bu yaklaşımın benimsediği yoksulluk tanımı, mutlak yoksulluktur. Yoksulluğun nedenleri ise pazar ekonomisinin yapısı, kapitalist üretim biçimi veya toplumsal eşitsizlikler değildir. Muhafazakâr yaklaşım yoksulluğun nedenlerini açıklarken, yoksul bireylerin kişisel özelliklerine vurgu yaparken; liberal yaklaşım piyasa sistemindeki aksaklıklardan söz eder (Körükmez, 2005). Her iki yaklaşım da, kentsel yoksulluğun kırdan kente göçün

bir sonucu olduğunu iddia ederler. Nitelikli işgücüne ihtiyaç duyan kentsel pazar ekonomisinde yer bulamayan niteliksiz ve eğitimsiz göçmenler, yoksulluklarından kendileri sorumludurlar (Banfield,1970; akt. Ardıç).

Neo-klasik yaklaşım, seçme özgürlüğü, serbest girişimcilik, mülkiyet hakları, yasa önünde eşitlik, bireysel çıkar ve doyumun maksimize edilmesi konularında eşitlik bulunduğunu ileri sürer. Bu nedenle de eşitsizlik sistemin işleyişinden değil bireysel farklılıklardan (uyum göstermeme, beceriksizlik ve tembellik gibi) kaynaklanır. Dolayısıyla neo-klasik yaklaşımda, yoksulluk, evsizlik, açlık gibi problemlerin varlığı kaçınılmazdır. Bu sorunlar hafifletilebilir, ancak bu hafifletme oldukça pahalı sosyal politikalar ile gerçekleştirilebilir. Bu durumda neo-klasik yaklaşım, sosyal-devlet politikalarını eleştirerek yoksullara yapılan yardımların bedelinin tüm topluma yüklendiğini ve üstelik söz konusu politikaların yoksulları tembelleştirmekten ve birer asalağa dönüştürmekten daha ileri gitmediğini savunmaktadırlar. Yapılması gereken toplumun kendi işleyişi ve serbest piyasa mekanizması içinde sorunların çözülmesini beklemektir ki bu işleyiş içinde sorunlar mutlaka çözülmektedir. Neo-klasik düşünce 1970’ler sonrasında birçok ülkede yeniden gündeme gelmiş ve sosyal-devlet anlayışı geride bırakılmaya başlanmıştır (Sallan,1997, Kazgan,1999; akt. Körükmez, 2005).

Modernleşmeci yaklaşımın yoksulluk tahlilleri liberal yaklaşım ile uyum içindir. Onlara göre yoksulluk üçüncü dünya ülkelerinin problemidir ve bu problemler endüstrileşmiş ülkelerin geçmişte yaşadığı problemlere benzer; sanayileşme arttıkça işsizlik ve dolayısıyla yoksulluk da süreç içersinde sona erecektir. Bunlar modernleşmenin ortaya çıkardığı doğal ve engellenemez sorunlardır, ancak yine modernleşme ile ortadan kalkacaktır (Ersoy ve Şengül,2002; akt. Körükmez, 2005).

Marksist yaklaşım, yoksulluğu bireysel eksikliklere bağlı olarak değil yapısal nedenlerle açıklayarak yukarıda sayılan yaklaşımlardan bütünüyle ayrılır. Bu

yaklaşım, mutlak yoksulluk yerine göreli ve öznel yoksulluk kavramından hareket eder. Marksist kuramcılara göre yoksulluğun nedeni kaynakların eşit paylaşımını engelleyen sınıf temelli kapitalist üretim biçimidir. Üstelik kapitalist sistemde kaynakların eşit paylaşımı ve tam istihdam olanaksız olduğu için yoksulluğun ortadan kalkması olanaksızdır.

Bauman (1999) yoksulluk kavramının kullanılışının ‘üretim toplumu’, ‘sanayi toplumu’ olarak tarif edilen yapıdan ‘tüketim toplumu’ veya ‘post-endüstriyel’ toplum olarak tarif edilen yapılara geçişle farklılaştığını öne sürmektedir. “Yoksul olmak bir zamanlar anlamını işsiz olma durumundan aldıysa, bugünkü anlamını esas olarak yeterince tüketmiyor olma durumundan almaktadır” derken dönüşüm geçiren yoksulluk durumuna vurgu yapmaktadır, Bauman. Ona göre, “tüketim toplumunda seri imalat artık kitlesel emek gücüne ihtiyaç duymuyor ve bir zamanlar “yedek sanayi ordusu” olan yoksullar şimdi “defolu tüketiciler”e dönüşmektedir” (Bauman,1999: 10). Bauman (1999) “çalışma etiğinin” iki önermesinden söz etmektedir. Birinci önerme, kişinin canlı kalmak ve mutlu olmak için başkalarının değerli bulduğu ve karşılığını ödemeye değer gördüğü bir şey yapması gerektiğidir; karşılıksız hiçbir şey yoktur; her zaman “misliyle mukabele”; almak için önce vermeniz gerekir. İkinci önerme, kişinin sahip olduğuyla yetinmesinin ve böylece daha fazla yerine daha aza razı olmasının yanlış, aptalca ve ahlaki açıdan zararlı olduğudur; çalışmanın, başlı başına bir değer, asil ve asalet verici bir şey olduğudur. Bauman (1999) yeni bir döneme geçişle oluşan ve ‘çalışma etiğinin’ sonuna geldiğimiz dünyada ‘yeni yoksullardan’ bahsetmektedir. Bauman’a göre yoksulluk, “ normal yaşam olarak kabul edilen her şeyden mahrum bırakılmak” demektir. Bir tüketim toplumunda ise normal yaşam, “zevkli duyumlar ile parlak deneyim fırsatlarının görkemli bir gösteri şeklindeki kamusal teşhiri arasında tercihlerini yapmakla meşgul tüketicilerin yaşamıdır” (Bauman, 1999: 60).

Marx’a göre ise kapitalizmin temel niteliklerinden biri üretmek için üretmektir. Toplumsal ilişkilerin ana belirleyeni üretim sürecidir. Tüketim ise

üretimin bir fonksiyonu olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tüketim temelli bir yoksulluk kavramsallaştırması Marksist perspektiften yola çıkılarak yapılamaz. Marksizm’de yoksulluk kavramıyla ilişkili olarak mülkiyet kavramı öne çıkmaktadır. Yoksulluğun, mülksüzleşmeyle ilişkili olduğu söylenebilir. Burada mülksüzleşme üretim araçlarından ayrılma bağlamında kullanılmaktadır. Marx’ın ‘yedek sanayi ordusu’ kavramsallaştırmasına ilişkin atıflar daha çok bu noktaya denk düşmektedir. Üretim araçlarından ayrılma, varlığın kendisini gerçekleştirememe durumuna tekabül eder. Bu da muktedir olma kavramıyla ilişkilidir. Tüketebilme ile bir tür yedeklenen/üstü kapatılan bu muktedir olmama hali, tüketim olanaklarının büyük oranda ortadan kalkmasıyla çıplaklaşmakta ve kendini göstermektedir. Bu da acz durumunun ortaya çıkmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu acz durumu günümüzdeki Marksist yaklaşımlarda güvencesizlik kavramıyla örtüşmektedir. Beslenme, sağlık, barınma ve çalışma olanaklarına erişememeye tekabül eden bu güvencesizlik hali yoksullukla ilişkilendirilmektedir. Dolayısıyla doğrudan sınıf kavramına karşılık gelmeyen yoksul kategorisinin, üretim araçlarının sahipliği üzerinden tanımlanan sınıf kavramıyla ilişkisi kurulabilir.

Bu çalışma, zenginlik ve yoksulluk kavramlarının göreliliğinden hareket etmektedir. Ancak bu görelilik bireysel amaçlarla olanaklar arasındaki uyuşmazlığı nitelemekten çok, bireyin sahip olduğu maddi kaynaklarla ait olduğu sınıf tarafından belirlenmiş amaçlar arasındaki ilişkiyi nitelemektedir (Doğuç, 2005). Buradaki varsayım, her toplumsal sınıfın birtakım standart ve tipik ihtiyaçlar belirlediğini ve bu sınıflara dâhil olan bireyler açısından da zenginliğin ya da yoksulluğun bu ihtiyaçların sıfır noktasının üstünde ya da altında kalmalarıyla koşullandığını söylemenin mümkün olduğudur. Buradan hareketle de zenginlik ve yoksulluk ile toplumsal hiyerarşi ya da sınıflar arasında bir ilişki kurulacaksa bu ilişkideki belirleyici unsur sınıflar olacaktır, tersi değil:

“Sınıflarla zenginlik arasında bir ilişki varsa da, sınıfsal ayrışmanın bir zenginlik sorununa indirgenmesi büyük bir eksiklik olacaktır: Tersine zengin

ve yoksul kelimelerine bir anlam vermek için sınıf kavramı gereklidir. Zengin kişi, ait olduğu sınıftaki ortak yaşama uygun bir yaşam sürdürebilmek için gerektiğinden daha zengin olan, yani bolluk içinde olandır. Yoksul ise, gerekli olandan mahrum olandır. Ama gerekli ve fazla olan toplumsal koşullarla ilgilidir” (Goblot, 1925: 21; akt., Doğuç, 2005).

Böyle bakıldığında ise, zenginlik ve yoksulluğun, belirli bir toplumsal birikimin ve grubun onu nasıl, hangi ölçütlere göre tanımlayacağına göre temsil edildiğini; bu tanımlama ve temsil sürecinin de, zenginlik ve yoksulluğu nesnel olarak yaratan toplumsal ve ekonomik süreçlerle karşılıklı bir belirlenim içinde olduğu savunulabilir (Doğuç, 2005).

Son olarak, bu çalışmada maddi yoksulluğun sefaletin tek ölçüsü olarak alınmadığını belirtmekte fayda var. Bu durum, Bourdieu’nun (1999: 4) da belirttiği gibi sefaletin başka yüzlerini/yönlerini es geçmeye yol açar.

Bu çalışma, yoksulluğun Roman/Çingene çocuklar tarafından nasıl deneyimlendiğini anlamak için onların kendi anlatılarına başvurmaktadır. Apple'ın (1982) da belirttiği gibi, "ampirik analiz her şeyden önce yapısal ve kültürel fenomeni gündelik düzeyde kavrama olanağı sunar" (akt. Skeggs, 1988: 133). Çingene/Roman çocukların deneyimlerini onlarla yapılan görüşmelerle incelenmek deneyim paylaşımını olanaklı kılmaktadır. Zira, Thompson’ın da belirttiği gibi “sınıf insanların kendi tarihlerini yaşarken kendilerinin tanımladığı bir şeydir ve sonuçta sınıfın nihai tanımlaması da budur”. Ayrıca, ona göre, sınıf, ilişkisiz ve birbirine benzemez gibi görünen bir dizi olayı, hem deneyimin hammaddesinde hem de bilinçte birleştiren tarihsel bir fenomendir. İnsan ilişkilerinde gerçekten olan (ve oluşumu da gösterilebilen) bir şeydir (Thompson, 2004: 39). Son olarak, şunu da belirtmekte fayda var: “yoksulluğu ekonomik göstergelerle sınırlı bir biçimde çözümlemek yetersiz olduğu gibi, yoksulların kendi toplumsal konumlarına dair

hissettikleri, yaşantıladıkları ve ifade ettikleri ile sınırlı bir biçimde değerlendirmek de yetersiz kalır.” (Erdoğan, 2001: 10).

Yoksulluk kavramına ilişkin kuramsal yaklaşımlar açıklandıktan sonra, sosyal dışlanma, underclass (sınıf-altı), marjinalleşme ve yoksulluk kültürü kavramlarına ve bu kavramların yoksulluğa ve yoksullara yaklaşımda bir perspektif olarak nasıl belirdiğine kısaca değinilebilir.