• Sonuç bulunamadı

Çocukların ifadelerinden kimliklerini değişken ve çelişkili bir biçimde ortaya koydukları anlaşılmaktadır. Etnik kimliğin bölünmez bir bütün, homojen ve sınırları katı bir biçimde belirlenmiş, ortak pratikler ve amaçlarla bir araya gelmiş bir kolektif varlık olarak ele alınamayacağı çocukların ifadelerinde de açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Örneğin çocukların bazıları kendini Roman, bazıları Çingene olarak tanımlamış, bazıları ise ikisi arasında fark olmadığını vurgulamıştır. Kendilerini adlandırma biçimlerine bağlı olarak da, diğerleri hakkında bazı toplumsal/kültürel

kodlar kullanmışlardır. Örneğin, kendisini Roman olarak adlandıran çocukların, Çingenelere olumsuz özellikler atfettikleri görülmüştür. Konuşmanın başında Çingene değil, Roman olduğunu söyleyen, ancak konuşmanın ilerleyen aşamalarında Roman ile Çingene arasında gerçekte bir fark olmadığını ifade eden ya da fark olduğunu söylese de bunu açıklayamayan çocuklar olmuştur.

Lüleburgaz'da yaşayan Çingene/Roman topluluğundan insanlarla görüşen Uzun'un (2008) da benzer gözlemleri vardır. O, bu durumun, onların kendi kimlikleri ile ilgili yaşadıkları kafa karışıklığıyla doğrudan ilgili olabileceğini; bir kaç yıl öncesine kadar onlar için utanılacak bir şey olan etnik kimliklerinin, son yıllarda, kamusal söylemde görünürlük ve itibar kazanmasıyla karmaşık duygular yaşadıklarını ileri sürmektedir. Uzun’un gözlemleri ve ‘kafa karışıklığı’ olarak ifade ettiği tutumun yukarıda sözünü ettiğimiz hâkim siyasal-kültürel söylem ile kendi kültürü arasında kalmışlığın göstergeleri olan iki-değerlikli (ambivalan) düşünce ve duygularla ilişkili olduğu; bu iki-değerlikli duygu ve düşünceleri yaratan ve çocukların içinde yaşadıkları sosyokültürel örüntüye karşı tutumlarını kararsızlaştıran temel dinamiğin ise yine hâkim kültürün bu topluluklara bakışının çocuklarca içealımı olduğu düşünülebilir. Bunun yanı sıra, gettolaşmış bölgelerin sakinleri olmalarından ötürü “öteki” ile sosyal etkileşimleri çok sınırlı kaldığı için dışarıdan birinin önünde kendi kimliklerini yansıtma konusunda gönülsüz olabilmektedirler (Uzun, 2008: 140). Örneğin Yusuf (14) Gacoların onlara Çingene dediğini aktardı: "Geçiyoz ya, bunlar diyorlar Çingene. Herkes bizim Çingene olduğumuzu biliyor. (Nasıl biliyor?) Halimizden. Kapkarayız ya, Roman olduğumuz çok belli oluyor. Kuruçaylıyız ya, kâğıt topluyoruz, Çingene diyorlar” dedi. Burada Çingene/Roman olmayanlar tarafından kullanılan Çingene sözcüğünün pejoratif anlamlar içerdiğinin çocuklar tarafından bilindiği, Çingenelerin “ötekileştirildiği”, bunun da çocuklarda rahatsızlık uyandırdığı görülmektedir. Bunun daha açık örneği Çingene/Roman olmayanların yaşadığı bir semtte oturan teyzesini ziyarete giden Gülben’in (10) orada tanıştığı çocukların “Çingene, Çingene” diye seslenmelerinin onda hissettirdiklerinde görülebilir:

“Şey, Dilek teyzemin orda çocuklar var. Ben oraya gitmiştim, teyzemde bi sefer kalıyom diye. Orda Ebru ablam var, teyzemin kızı, beni herkesle tanıştırcaktı. Onlar da sandı beni Çingene. Çingene diye bağırdılar bana. Şey de, Kapılar'da. Söyledi Çingene, Çingene. Sonra ben de gittim eve, üzüldüm. Sonra gittim onlara söyledim, ben Çingene değilim dedim. Çingene(yim) de Romanım dedim, sadece Çingene değilim dedim.”

Bu bulgular da, Uzun’un (2008) Lüleburgaz'da yaptığı çalışmanın bulguları ile uyumludur. Uzun'a (2008: 178) göre, Çingene/Romanlara dair üretilen eski stereotiplerin38, diğer toplulukların Çingene/Romanlarla etkileşimini ekonomik yaşamla sınırlamakta ve toplumsal temaslarının minimumda kalmasına yol açmaktadır.

Uzun (2008), Çingene/Romanların toplum düzeyinde ırk ayrımcılığına maruz kaldıklarını; Osmanlı toplumunda ve belirli ölçülerde bugün hala “dinsiz ve ahlaksız (sexually loose), güvenilmez” olarak damgalandıklarını ileri sürmektedir. Yaygın olarak kullanılan Türk sözlü geleneğindeki atasözleri ve deyimler Çingeneliği “ayıplama göstereni” (condemning signifier) olarak sunmaktadır. Uzun (2008), Lüleburgaz'da yaptığı araştırmaya dayanarak, Çingene/Romanlara dair üretilen eski stereotiplerin Türklerin hafızalarında canlı kaldığını ve Altıyol ve Kuştepe'de yaşayan Çingenelerle ilişkilerini sınırladığını iddia etmektedir. Ayrıca, devlet politikaları bağlamında ise, Nazi yönetimindeki Almanya'daki gibi etnik temizliğin hedefi haline gelmiş olmasalar da, görünmez kılınmalarının ve ulusun asli ve saygın unsurları sayılmamalarının da ırkçı söylem ve pratikler olarak kabul edilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Gökçen ve Öney (2008) toplumun genelinin,

38

Stereotip terim ilk olarak 'kafamızdaki imajlar'a işaret etmek üzere Lippmann (1922) tarafından ortaya atılmıştır. Bu terim genel olarak diğer insanları içine yerleştirdiğimiz kategorileri ifade etmektedir. Diğer bir deyişle, bir bireyi veya bireyler grubunu tanımlamak için kullandığımız basitleştirilmiş betimsel kategorilerdir. Sosyal psikoloji literatüründe gruplar arası ilişkiler, inançlar ve temsiller bağlamında kullanılan stereotip bir birey, grup veya topluluk hakkında sahip olunan temellendirilmemiş kanaat, bireysel farklılıkları dikkate almayan kalıp yargılardır. Stereotiplere sıklıkla hedef olan gruplar yaş, cinsiyet, meslek grupları, etnik gruplardır. Bu açıdan, önyargıları besleyen, koruyan önemli bir mekanizdadır ve ayrımcılığa zemin hazırlarlar (bkz. Bilgin, 2003: 369)

Türkiye’deki Romanlara ilişkin önyargısal kanaatlerin ötesinde pek az bilgisi bulunduğunu ileri sürmektedirler. Onlara göre,

“[T]oplumun çoğunluğu tarafından Romanlara atfedilen ve Romanların en hafifinden, “hercai”, “tasasız”, “dans-müzik-çiçek” üçgeninde “günlük yaşayan”, “yüzeysel”, ya da daha da ileri gidilerek “suçlu” ve “ahlaksız” insanlar olduğuna ilişkin basmakalıp fikirler, medya aracılığıyla da sürekli tekrarlanıyor. Türk toplumundaki Romanlara yönelik genel algı, onları sosyal hiyerarşinin en altına yerleştiriyor” (Gökçen ve Öney, 2008: 129).

Diğer yandan, Gökçen ve Öney (2008: 132) genel olarak Romanların milliyetçi taleplere karşı çıkmamalarından ötürü devlet tarafından sorun arz eden bir etnik grup olarak da görülmediklerini öne sürmektedirler. Bu noktada, devletin ve hâkim kültürel bakışın Çingene/Romanlara dair algısının ikircikli bir tutum taşıdığını belirtmekte fayda vardır: Bir yanda neredeyse tam bir dışlayıcı tutum, diğer yanda ise devletle sorunlar yaşayan toplumsal gruplara, örneğin Kürtlere prototip olarak gösterilen ‘sorunsuz-neşeli insanlar’ algısı. Çocukların ait oldukları gruba bakışlarındaki iki değerlilik ile genel Türkiye toplumunda Çingene/Romanlara bakıştaki iki değerlilik arasında bir benzerlik olduğu ileri sürülebilir. Bu, Çingene/Roman çocukların kendi toplumlarına bakışlarının hakim kültürel bakışla da koşullandığının işareti olarak da görülebilir. Ayrıca, Avrupa Birliği'ne uyum sürecine bağlı olarak 2010 yılında başlatılan Açılım Süreci’nde bu topluluklara yönelik çağrının “Roman Açılımı” olarak adlandırılması ve Romanlığın hem hâkim söylemde hem de çocukların söyleminde daha rahat kabul edilebilir olduğu da açıktır.

Kimliğin farklı algıları “etnik kimliğin göreliliğinin” göstergesidir (Eren, 2008: 161). Çingene/Roman çocukların prestij ve statü temelinde kendi toplulukları içinde de toplumsal hiyerarşiler kurması kolektif kimlikteki ayrışmaları ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, homojen bir Çingene/Roman kimliğinden söz edilemediği, her çocuğun stereotipler aracılığıyla kendine göre tanımladığı, damgaladığı bir Çingene kategorisi olduğu söylenebilir. Örneğin, bazı Çingene/Roman grupları “has”

Çingeneler olarak tanımlanmakta (Eren, 2008), Çingene gruplar gerçek Çingene kimliğine sahip olma bağlamında ayrıştırılmaktadır. Bu durum, Tepecik'in Tenekeli mahallesinde yaşayan gruplardan biri olan Mangosar grupta görülebilir. Örneğin, Burhan (14) bu grup için “Mangosarlar var, onlar tam bir Çingene. Bizim orda mesela (H)ilalliler var, Vahşiler var, Abdallar var, Elekçiler var.” demektedir. Bu da gösteriyor ki, farklı gruplar tarafından farklı bağlamlarda, farklı Çingene algıları söz konusudur. Ayrıca, Mangosar grup sıklıkla Romanca (Romany) dili ile de ilişkilendirilmektedir. Mangosarlar diğer gruplardan daha iyi Romanca konuşmaktadırlar. Bu açıdan, Romanca'nın Çingene ve Romanları birbirinden ayıran önemli bir sınır koyucu (boundry maker) olarak işlev gördüğü söylenebilir (Eren, 2008). Diğer gruptan Çingene/Romanlar Mangosarlara ilişkin olumsuz atıflarda bulunmakta ve onları “tam bir Çingene” olarak adlandırmaktadır. Bu aynı zamanda topluluğun kendi içerisindeki farklı Çingene/Roman gruplara atfedilen özelliklere göre kurulan hiyerarşiye de işaret eder. Marsh (2008) Mangosarları (Mangosür) Çalgar, Gevende, Karaçi ve Mıtrıp gibi alt kimliklerle anılan göçebe Çingene grupları arasında saymakta ve diğer Çingene topluluklarının çoğunlukla bu gruplardan birileriyle evlenmediğini belirtmektedir. Dolayısıyla, burada, “tam bir Çingene” ifadesi ile yerleşik hayata geçmemiş ve bu yolla kendi kimliklerini daha fazla koruyabilmiş bir grup olduklarının kastedildiği görülmektedir.

Eren’in (2008) yaptığı çalışmada da Romanlar kendilerini Çingenelerden ayırırken, benzer stereotipler kullanma eğilimindedirler. Çingeneye karşı Roman kimliği; göçebe olana karşı yerleşik olan, aşağı ve düşük statülü işlere sahip olanlara karşı daha üstün işlere sahip olanlar, olumsuz özelliklere (suçlu, tembel, vb.) karşı olumlu özellikler (çalışkan, dürüst, vb.) gibi karşıtlıklar üzerinden ifade edilmiştir. Bu durum, Tepecik'te yaşayan Çingene/Roman çocukların anlatılarında en çok Tenekeli ve Kuruçay mahallerinde yaşayan Çingene/Roman grupları hakkındaki değerlendirmelerinde kendini göstermektedir. Çocukların Çingene/Romanlara ilişkin değerlendirmeleri, bu iki mahalleden hangisinde oturduklarına bağlı olarak

değişmektedir. Örneğin, topluluğa ilişkin 'küfürbazlar'39, 'küçücük bir şeyi büyütüyorlar'40, 'hemen kavga çıkartıyorlar'41, 'patavatsız'42, 'hapçı'43 'cıvık'44 gibi olumsuz atıflar daha çok çocuklar hangi mahallede yaşıyorsa, diğer mahallede yaşayanlar için kullanılmıştır. Bu durum, yapılan yasa dışı/gayrimeşru işlerin daha çok kimler tarafından yapıldığını öne sürmelerini de etkilemektedir. Dolayısıyla, çocuklar açısından mahallelerin kendine özgü davranışlar ve alışkanlıklar ürettiği ve bu yolla topluluğun kendi içinde mahalle temelli bir ayrışma ortaya çıktığı ileri sürülebilir. Bunun da kendilerini Çingene/Romanlara atfedilen olumsuz özelliklerden, dolayısıyla da “kötü” Çingene/Romanlardan ayırma işlevi gördüğü açık. Bunun da içsel dayanışma yerine birbirini damgalama ve aşağılamayı beraberinde getirdiği söylenebilir. Ayrıca, Nazmi'nin (14) Tepecik’te kavga olmamasına ilişkin, “(Kavga) Olmaz. Gacolar var ki Tepecik'te, olmaz. Her taraf Gaco dolu” açıklamalarında ifadesini bulan, Gaco’ların varlığının Tepecik Mahallesi’ni daha ‘yaşanabilir’ bir yerleşim yeri haline getirdiğine dair söylem; egemen kültürel ortamın Çingene/Roman toplumunu değersizleştiren nitelemelerinin, bizzat Çingene/Roman çocuklarca içselleştirildiğinin ve olumlu olan özelliklerin ancak dışarlıklı bir gruptan gelebileceği şeklinde bir kabule dönüştüğünün belirtisi olabilir.

Brubaker'ın da belirttiği gibi, “kimliklenme (identification) tayin edilebilir bir belirleyici işaret gerektirmez, kişiler ve kurumlar tarafından yerine getirilmeden de her tarafa yayılabilir ve etkili olabilir; kamusal anlatılarla taşınabilir.” (Brubaker, 2000: 16; akt., Eren, 2008: 132). Çocukların Çingenelere ilişkin imgeleri de Çingene grubun kendisine bakılmaksızın aktarılan bir tür anlatıya gönderme yapıyor olabilir. Bu duruma örnek, kendi gözleriyle görmedikleri halde çocukların topluluk üyesi bazı

39 Nurcan, 12 40 Dudu, 13 41 Leyla, 13 42 Leyla, 13 43 Leyla,13 44 Leyla, 13

bireylerin yol açtığını ileri sürdükleri kötü olayların gerçekliğinden kuşku duymamalarıdır.

Sonuç olarak, Çingene ve Roman arasındaki farklar, belirli yaşam koşulları, iş/meslek, ahlaki tutum ve davranışlar temelinde ifade ediliyor denilebilir. Çocukların, bazı Çingene/Roman gruplara ilişkin 'küfürbazlar', 'hırsız', 'kavgacı', 'patavatsız', 'hapçı’, 'cıvık' gibi stereotipiler kullanarak onları damgalaması manidardır. Wacquant'a göre, yoksulluk, etnisite ve göç bakımından damgalanmış bir bölgede yaşayan insanlar içsel dayanışmanın çözülmesini deneyimlemektedir. Damgalamanın artması, “yatay aşağılama” (horizontal ties) yoluyla dayanışma bağlarının zayıflamasına yol açar. Wacquant, yatay aşağılamanın aynı sosyo- ekonomik koşulları deneyimleyen iki mahalle arasında gerçekleşen aşağılamayı anlamaya yardım ettiğini belirtir (akt. Eren, 2008: 132). Çocukların, ağırlıklı olarak Çingeneler ya da farklı mahallelerde oturan topluluk üyeleri ile ilgili ürettikleri stereotipiler bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu yolla, hem ekonomik, hem de kültürel ve ahlaki olarak toplumsal hiyerarşiler kurulmakta, ayrıca çizilen, üretilen sınırlarla kimliğin mevcut koşullarda kararsızlaşması risklerine karşı önlem alınmaktadır.