• Sonuç bulunamadı

Yeni Toplumsal Hareketler: Yeni ve Başka Bir Dünya

1. YENİ DÜNYA VE YENİ DÜNYA DÜZENİ

1.5. Yeni Toplumsal Hareketler: Yeni ve Başka Bir Dünya

Yeni toplumsal hareketlerin yeni olmasının nedeni örgütlenme, amaç, tema, aktivistlerin yapısal farklılığından ziyade içinde yaşanılan dünyaya “karşı” olma durumudur (B. Çoban, 2009). Toplumsal hareketlerde “başka dünya mümkün” sloganı ile mevcut yaşanılan dünya ve düzeni eleştirilmekte, aktörlerin daha iyi bir yaşam ve dünyayı arzuladıkları vurgulanmaktadır. Bir toplumsal, direniş veya karşı çıkma hareketi olarak Özne, sistem mantığına karşı ortaya çıkar ve özgürleşme çabasıyla tanımlanır. Bu nedenle toplumsal hareket kendi çıkarlarının savunulması veya iktidarı ele geçirme isteği değildir, her zaman kişisel özgürlükler ekseninde var olur (Touraine,

2014). 1999’un Kasım ayında Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısı sırasına Seattle’de gerçekleştirilen küreselleşme karşıtı protestolar, Amerikan orta sınıfını etkileyen ekonomik kriz sonucunda 2011’de New York’ta “Wall Street’i İşgal Et” hareketi ve Mayıs 2011’deki İspanya’da “Öfkeliler Hareketi” yeni toplumsal hareketler olarak ortaya çıktmıştır. Bu hareketlerdeki başlıca tema insanların kendi hayatlarını ilgilendiren konularda daha fazla söz sahibi olmak istemeleri ve sadece seçimlerde oy kullanmanın dışında daha geniş hakları talep etmesidir. Bireyler sisteme güvenmemekte, yeni toplumu inşa etme amacıyla yeni birlikte yaşama modeli istemektedir. Bu nedenle yeni toplumsal hareketler kendisini eleştirel bir konuma yerleştirmektedir. Bu hareketler mevcut demokrasi ve adalet sistemine karşı eleştirel bir duruş sergileyerek, taleplerini yerine getiremeyen hükümet politikalarına karşı çıkmaktadır. Bu hareketler “Başka Dünya Mümkün” veya “Yeni Dünya” sloganları ile mevcut yapıya “karşı” bir duruş sergilemektedir. Yeni Dünya bu bağlamda yeni bir dünya görüşüne, yeni bir mantığa, yeni bir zihne, yeni bir yaşam biçimine, yeni bir öznelliğe, yeni bir insan tipine, yeni bir siyasal sisteme ve yeni bir iletişim ve ilişki ağına tekabül etmektedir. Başka dünya kavramı özellikle yeni nesil ile şekillenmektedir. Eski toplumsal hareketler, özellikle de işçi sendikacılığı ya siyasal baskı gruplarına ya da en yoksul kategorilerin değil de ücretlilerden oluşan yeni orta sınıfın çalıştığı sektörleri loncacı bir mantıkla savunan aracılara dönüşürken, bu yeni toplumsal hareketler, örgütlenmeleri ve sürekli eylem yetenekleri eksik olmakla birlikte, şimdiden hem toplumsal hem de kültürel nitelikli sorun ve çatışmalardan oluşan yeni bir kuşağı ortaya çıkarırlar (Touraine, 2014: 313). Bu nesil için sosyal medya ve internet hayatın merkezinde yer almaktadır. Bu nesil radyoyu webden dinlemekte, dergiyi dijital ortamda okumakta, alışverişi online ortamda yapmakta ve yaşadığı olumlu veya olumsuz bir durumu sosyal medya aracılığı ile duyurabilmektedir. Blog ve online sözlükleri aktif bir şekilde kullanan bu nesil, kendi kimliklerini görünür kılmak istemekte, bir alanda bir problem ile karşılaşması halinde problemin çözümü için sosyal medya aracılığı ile örgütlenmekte ve problemin çözümüne ilişkin yeni toplumsal hareketlerde aktör olarak yer alabilmektedir.

Hardt ve Negri’ye göre Yeni Dünya’nın kurucuları “farklı olmak yerine, olduğundan farklı hale gelmek” sloganı ile çokluk olacaktır (Hardt ve Negri, 2004). Çokluk iletişim ve ilişki ağları çerçevesinde ortak paydayı üreterek, çokluğun demokrasisini meydana getirerek, yeni bir nesil, yeni bir insanlık ve yeni bir dünyayı

kuracaktır. Burada vurgulanmak istenen Yeni Dünya, “başka bir dünya mümkün” sloganı ile egemenlik, otorite ve her türlü tiranlığı aşmış bir dünyadır. Hardt ve Negri’ye göre çokluk, direniş ile yeni öznellikler ve yeni yaşam biçimleri oluşturarak, yeni bir dünya yaratmayı başaracaktır.

İKİNCİ BÖLÜM

TOPLUMSAL DEĞİŞME

İnsanlar arası ilişkilerin değişmesi demek olan toplumsal değişme, hem üretim ve mülkiyet ilişkisinin değişmesine, hem de anlamların, değerlerin, kuralların değişmesine bağlıdır (Kongar, 2002: 24). Bu nedenle değişim sosyal, kültürel ve siyasal alanları kapsayan, toplumsal yaşamın bütünlüğü içinde gerçekleşen bir kavram olarak karşımıza çıkar. Toplumsal değişme kavramı herhangi bir değer yargısı içermez (Tolan, 1983: 276). Gelişme, ilerleme gibi kavramlara değer yargısı yüklenir ve belirli bir amaç ekseninde kullanılır. Kalkınma ve büyümede ekonomi ekseninde birtakım ölçütler baz alınır. Kültürel ve siyasal bir kavram olarak evrim ve devrim, değişmenin özel bir biçimine tekabül eder. Modernleşmede ise toplumların kültürel, ekonomik ve siyasal değişimlerine atıfta bulunulur. Bu nedenle toplumsal değişme bu kavramlardan farklı olarak değer yargılarından uzak, her türlü özel durumu içine alır.

Wallerstein’e göre toplumsal değişme kavramının dikkatli bir şekilde analiz edilmesi gerekmektedir. Dikkat edilmesi gereken nokta, ayrıntıların evrimleştirmeyi sürdürürken sistemi tanımlayan niteliklerin aynı kalmasıdır. Eğer temel toplumsal değişimle ilgileniyorsak, çağcıl eğilimleri döngüsel ritimlerden ayırt etmeye çalışmamız ve çağcıl eğilimleri temeldeki dengeyi tehlikeye atmaksızın daha ne kadar süre nicel olarak birikmeye devam edebileceklerini hesaplamamız gerekir (Wallerstein, 2003: 149). Wallerstein’e göre sistemler ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel yollarla hareket ederler, zorunlu olarak tarihsel oldukları için evrimleşir ve barındırdığı yolları tükettiği zaman sona ererler. Bu bakış açısına göre mevcut sistemin yerini başka bir sisteme bırakması noktasında toplumsal değişmeden bahsetmek mümkündür. Örneğin Batı toplumlarında feodal sistemin yerini kapitalist sisteme bırakması toplumsal değişmedir.

Batı toplumlarında toplumsal değişme süreçleri her biri farklı değer yargılarını içinde barındıran Bilimsel Devrim, Aydınlanma Düşüncesi, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi ile gerçekleşmiştir. Özellikle endüstri devrimi ile başlayan hızlı bir teknolojik değişme toplumların kurumlarında, örgütlenme yapılarında ve değer sistemlerinde bir dönüşümün yaşanmasını beraberinde getirmiştir.

2.1. Batı Toplumlarında Toplumsal Değişme Sürecinde Ortaya Çıkan Gelişmeler

2.1.1. Bilimsel Devrim

Toplumsal ve ekonomik gelişmelerle bilimsel devrimin gerçekleşmesine zemin hazırlayan Rönesans ve Reform hareketleri, Avrupa’da 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar egemen olan feodal yapının ve kilisenin hâkimiyetinin yıkılması, bilim adamlarının kilisenin baskısından kurtulması ile sonuçlanmıştır. 1500-1700 yılları arasında ortaya çıkan bilimsel devrim süreci ile Antik Yunan’dan Ortaçağ’a kadar geçerli olan doktrinler reddedilerek, fizik, kimya, astronomi gibi modern bilimlerin temelleri atılmıştır. Ortaçağdaki kavranamaz doğa anlayışı yerini insanın doğaya egemen olmaya çalıştığı bir yapıya bırakmıştır. Bu egemen olma düşüncesi ekseninde doğa hakkında sistematik araştırmalar gerçekleştirilmiştir. Güneş sisteminin merkezinde dünyanın değil güneşin yer aldığını belirten Galileo Galilei (1564-1642), gezegenler ve gezegen sistemleri ile ilgili yasaları keşfeden Johannes Kepler (1571-1630), kan dolaşımı teorisi geliştiren William Harvey (1578-1657) gibi önemli bilim adamlarının tezleri ile bilimsel araştırmalarda önemli bir ilerleme yaşanmıştır. Bu döneme Newton’cu bilim paradigması ve bilimsel yöntem anlayışı damgasını vurmuştur. Newton’un bilim paradigmasına göre tüm evren bir saat ya da makine gibi işlemekte, doğal olgular bu işleyişe göre gerçekleşmektedir. Bu paradigma tüm doğal olguların doğa kanunlarına göre açıklanabileceği görüşünü de beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede bilimsel yöntemin yaşamın her alanına uygulanabileceği yaklaşımı ortaya çıkmıştır.

2.1.2. Aydınlanma Düşüncesi

Ortaçağ ile yeniçağ arasında köprü kuran Rönesans bir geçit dönemi olması nedeniyle, yeni bir dünya görüşünün şekillenmesine ilişkin düşüncelerde bir bütünlük söz konusu değildir. 17. yüzyıl felsefesi ise bir durgunluk dönemi olarak Rönesans’ın ortaya koyduğu buluş ve ilkelerin sistemli bir şekilde derlenip düzenlendiği bir yüzyıldır. Şimdi yapılacak şey, doğa karşısında başarı kazanan aynı aklı kültür dünyasına da uygulamak, matematik doğa bilimlerine paralel olarak kültür bilimlerini de kurmak, kültür dünyasını da akılla aydınlatıp ona akılla egemen olmaktır (Gökberk, 2000: 291). Bu düşünce ekseninde şekillenen Aydınlanma Çağı’nda kültürün bütün alanlarında uygulanmasını, insanın kaderini kendi eliyle düzenleyerek devleti, dini ve

eğitimi aklın ilkelerine göre yeni baştan düzenlenmesini içerir. Aydınlanma düşüncesine ilişkin hiçbir özet yeterli olmamakla birlikte, şu önermeler bu düşüncenin daha iyi kavranmasını sağlayabilir (Bierstedt, 1997). İlk olarak aydınlanma ile doğaüstünü doğalla, din bilimle, tanrısal buyruk doğa yasasıyla ve filozoflar din adamları ile yer değiştirir. İkinci olarak sosyal, siyasal ve dinsel bütün sorunların çözümünde bir araç olarak deneyin rehberliğindeki aklın yüceltilmesi söz konusudur. Üçüncüsü olarak insan ve toplumun mükemmelleştirilmesi ekseninde insan soyunun geliştirilmesi esastır. Son önermede ise yönetimin baskı ve kötü tutumlarından kurtulma adına insan hakları temelinde insancıl bir saygı söz konusudur.

Aydınlanma doğruluğun ya da iyiliğin yargıçları sıfatıyla dini otoritelerin kesin bir biçimde reddedilmesini temsil ediyordu (Wallerstein, 2003: 222) Aydınlanma döneminden önce Hristiyan dogma çerçevesinde insanlığın “selamete erme” anlayışı çerçevesinde kilisenin zaferine vurgu yapılırdı. 18. Yüzyılın Avrupa’sında gerçekleşen Aydınlanma, insanlığın erişebileceği en büyük hayır ve en yüce amaç olarak (“Selamete erme” anlayışı yerine) “Akıl” kavramını devreye sokarak Orta Çağa ait bu dini dünya görüşünü dünyevileştirdi (Stowasser, 2006: 307). Akıl ve bilimin merkezde olması eleştirel düşünce ile birlikte sorgulamanın önem kazanmasını beraberinde getirdi. Aydınlanmayı etkileyen ve aslında onu yaratan yalnızca “cereyanlar” ve tersine kuvvetler, hareketin yasaları ve yerçekimi yasası değil; bunların her birinde çok daha güçlü olan bilimsel yöntemin kendisiydi (Bierstedt, 1997: 21). Bilimsel yöntemin kullanılması sadece fizik alanında değil, toplumsal olguları da içine alacak şekilde genişletildi. Bilimsel yöntemin toplumsal olgulara uygulanması ile toplumsal yaşamdaki sorunların çözümlenebileceği hedeflendi. Bu aşamada bazı sosyologlar toplumu anlama noktasında doğa bilimlerinde kullanılan bilimsel yönteminin kullanılabileceğini savunurken, bazı diğer sosyologlar ise toplumun fiziksel dünyadan farklı olduğunu ve bu nedenle farklı bir yöntemin kullanılması gerektiğini belirtti. Aydınlanma döneminde aynı zamanda pozitivizmin temelleri atıldı. Bilim ve olgular, metafiziğin ve spekülasyonun karşısındaydı; inancın ve vahyin bilgi kaynakları olarak görülmesi artık kabul edilemezdi (Swingewood, 1998: 49). Bir felsefe görüşü olarak pozitivizm insan bilgisine ulaşmanın tek geçerli yolun ampirik bilim olduğunu ve gözlenebilir olgular dışındaki hiçbir şeyin bilgisine sahip olamayacağımızı savundu. Bu bakış açısı ile aydınlanmanın negatif ve yıkıcı etkileri pozitivizm ile aşılmaya çalışıldı. Aydınlanmanın sunduğu özgürlük, rasyonalite, evrensel idealler ve akıl toplumsal

dünyada rasyonel düşünme modelinin gelişmesine yol açtı. Rasyonel düşünme modeli ile de toplumda ilerlemenin yaşanabileceği vurgulandı. Aydınlanma düşüncesinde toplumsal dünyanın bilimsel yöntemle anlaşılmasının hedeflenmesi, sosyolojinin gelişmesinde etkili oldu.

2.1.3. Fransız Devrimi

Aydınlanma döneminde Batı toplumlarındaki düşünce ve değer sistemi, yeni toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olur. Bu yeni örgütlenme biçimi Fransız Devrimi’ne zemin hazırlar. Fransız Devrimi 18. yüzyılda kilisenin otoritesinin sarsılması, feodal yapının ortadan kalkması ve monarşinin yıkılarak cumhuriyetin kurulması dönemini kapsar. Devrim ile aynı zamanda aydınlanmanın özgürlük, bireycilik, laiklik gibi kavramların toplumsal yaşama yansıması sağlanmaya çalışılır. Fransız Devrimi insanların eşit olduğu, kimsenin bazı özellikleri nedeni dışlanamayacağı, egemenliğin ulusa ait olduğu ve ulusun da vatandaşlara karşı sorumlu olduğu yaklaşımını taşır. Bu yaklaşım siyasal sistemde köklü değişikliklere, demokrasinin rasyonel yönetim biçimi olarak dile getirilmesine, orta sınıfın yükselmesine ve ulus-devlet yapılarının ortaya çıkmasını beraberinde getirir. Fransa’nın sosyal ve siyasal yapısını büyük ölçüde değiştiren Fransız Devrimi, rasyonel ve laik bir devletin şekillenmesine yol açar.

Orta Çağ devletlerinin parçalanarak ulusal bir yapıya geçmesinde Fransız Devrimi ile birlikte kapitalizmin de etkisi söz konusudur. “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” isimli kitabında kapitalizmin Batı’da gelişmesinin nedenini analiz eden Max Weber, aslında geleneksel toplumdan modern topluma geçişin de bir açıklamasını sunar. Weber dinsel anlayışların insanların davranışlarını etkileme yönünü araştırarak, kapitalizm ile Protestanlık anlayışı arasında anlamlı bir uygunluk bulunduğunu saptar. (Weber, 1997). Weber’e göre kapitalizmin ortaya çıkışı, akıldışı bir güdü olarak kazanma hırsının dizginlenmesidir. Kapitalizmin zorunlu iki şartından birincisi maddi olarak burjuva sınıfı, teknoloji ve hukuk iken, diğer zorunlu şart dünyaya dönük olan asketizm (kapitalist ruh)`dir. Protestanlara göre meslek tanrı tarafından verilen bir ödevdir ve kişiler her türlü koşul altında dünyevi ödevi yerine getirerek tanrıyı hoşnut kılar. Bu nedenle kazanmak maddi gereksinimlerin karşılanması amacından ziyade yaşamın bir amacı olarak ortaya çıkar. Asketizm zenginlik peşinde koşmayı reddeder, fakat mesleki uğraşın bir ürünü olan zenginliğe ulaşmayı tanrının kutsaması olarak

görür. Kişilerin bu amaca ulaşmak için sürekli ve sistematik bir şekilde çalışmaları gerekir. Kalvinistler bu çalışma öğretisi ile birlikte Tanrı’nın kutsaması noktasında zengin olmayı bir işaret sayarak, ibadetlerinin yerine getirilmesi olarak kabul ederler. Kapitalist, her şeyi para uğruna değil de, görevi (Beruf) uğruna; sayesinde Katolik Kilisesi’nin düşündüğü gibi selametini güvence altına aldığı değil de, kendisinin seçilmiş olmasına ilişkin göstergeleri (certitudo salutis) ortaya çıkarabileceği ya da en azından (imanın kendisinden talep ettiği) dünyadan uzaklaşma işlevini gerçekleştirebileceği işi uğruna feda edebilen kişidir (Touraine, 2014: 44). Tüketim ise kutsal yaşamı elde etme uğraşısından ayıracak her türlü zevk ve eğlenceden uzak durulması gereken bir yapı çerçevesinde sınırlıdır. Buradaki ayrım noktası dünyevi mal konusunda ussalcı bir kazanca karşı oluştan ziyade, mülkün usdışı kullanımına karşı olunması ile ilgilidir. Sonuç olarak bu dünya görüşü tüketimi sınırlandırarak, tasarrufun ortaya çıkması ile birlikte birikimin oluşmasını sağlar ve bu birikim Protestan ahlakı ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Hristiyanlık kâr anlayışı ile akılcı çalışma disiplinini ilk defa birleştiren bir din olması nedeniyle, kapitalizm batıya özgüdür (Weber, 1997). Dini köklerin zamanla yok olması ise yerini dünyeviliğe bırakır.

Touraine Weber’in tezine ilişkin iki konuyu irdeler: Kapitalizmin gelişimi Calvin’ciliğin etkisini yitirdiği yerlerde gerçekleşmesinden dolayı bu gelişimi en Püriten protestanlığın etkisiyle açıklanmasının zor olması, ikincisi ise çalışma, kâr ve ticarete adanan bir yaşam anlayışında dünya malına ilgi duyulmaması çelişkisi. İkincisinde iman, dinsel bir kültür yerine saklı bir tanrının yargısı karşısında duyulan korkunun dayattığı toplumsal bağların kopması ile sonuçlanmıştır. Toplumsal bağların kopması kutsal olan ile olmayan, iman ile zenginlik gibi olguların da birbirinden ayrılmasını beraberinde getirmiştir. Ve buradaki esas olgu Protestanlığın imanın içeriğinden ziyade, Hristiyanlar dünyasındaki “büyülenmenin reddi”nde yatmaktadır. Protestanlık kapitalizme yakın bir ethos’un ortaya çıkmasına katkı sağlamakla birlikte, aynı zamanda kapitalizmin ruhunun karşıtı olarak görülmesi gereken burjuva bireyciliği yönünde bir “vicdan, sofuluk ve içtenlik ahlakı”nın gelişmesine de katkı sağlamıştır. Dolayısıyla, Weber’in derinden derine çözümlediği kapitalizm genel anlamda modernliğin bir iktisadi biçimi değil, bir yandan akılla inanç ve tüm toplumsal, kültürel aidiyetler, öte yandan Varlık’la ya da Tarih’le, çözümlenebilen ve hesaplanabilen olaylar arasındaki kopmaya dayanan tikel bir modernlik anlayışının iktisadi biçimidir (Touraine, 2014: 46). Burada hem iktisadi akılcılığın hizmetine sunulan araçlar yoğunlaşmakta, hem de

kişisel tüketim gereksinimleri ve kapitalistlerin toplumsal güçler üzerindeki güçlü baskısı söz konusudur. Mustafa Aydın’a göre ise kuramın en önemli yanlışı, din ve dünya arasında geçişin yalnızca dinden dünyaya olduğu varsayımıdır. Hâlbuki dünyevi olan bir olgu zamanla dini bir karakter kazanabilmektedir (Aydın, 2014). Özellikle yüksek tipli dinlerin müminlerin dünyevi hayatına dini bir özellik kazandırma işlevi söz konusudur. Bu bağlamda doğası itibariyle dünyevi bir olgunun zamanla dinileştirilmesi söz konusu olabilmektedir. Nitekim modern ulus/devletler bazı siyasi olgularını geliştirmek ve ayakta tutmak amacı ile doğaları itibari ile kutsal olmamalarına rağmen bu olgulara din yoluyla kutsallık atfedebilmektedir.

Kapitalizmin neden batıda geliştiğine ilişkin bir diğer analiz Wallerstein’den gelmiştir. Wallerstein’e göre kapitalist sistem genel olarak değerlendirildiğinde eksileri artılara göre daha fazla olan bir sistemdir ve insanlığın ilerlemesinin kanıtı olarak değerlendirilemez. Bu nedenle Çin, Hindistan, Arap dünyası ve diğer bölgelerin kapitalizme ulaşmamış olmaları, itibar kazandıran bir şey olarak bu medeniyetlerin kapitalizmde bulunan zehirli şeye karşılık bir bağışıklığı bulunması ile ilgilidir. Aslında bütün tarihsel sistemlerde metalaşma, ticarileşme ve piyasada kâr arayan insan her zaman var olmuştur. Fakat kapitalist sistem dışındaki yapılar ile kapitalist yapı arasında bu noktada belirgin bir farklılık göze çarpmaktadır. Modern dünya sisteminden önce, bu diğer tarihsel sistemlerin her birinde olan şuydu: Kapitalist tabakalar ne zaman fazla zenginleşse, fazla başarılı olsa ya da mevcut kurumlara fazla karışmaya başlasa, diğer kurumsal gruplar (kültürel, dini, askeri, siyasi gruplar) onlara saldırıyor ve kâr -odaklı tabakaları kısıtlama ve kontrol altına alma ihtiyacını öne çıkarmak için hem tözel iktidarlarını hem de değer sistemlerini devreye sokuyorlardı (Wallerstein, 2003: 199). Değer sistemlerinin devreye girmesi sonucu bu tabakaların sermaye birikimleri ellerinden alınıyor ve bu tabakalar değerlere boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Bu durumu Osmanlı Devleti’nin şartları ekseninde değerlendirebiliriz.

Osmanlı Devleti tarımda, ticarette ve sanayide kapitalistleşme sürecini hazırlayan kültür değerlerine ve inanç sistemine sahip değildi (Türkdoğan, 2004). Nitekim “Osmanlı kapitalist düzene neden geçmedi?” sorusu yerine “Osmanlı kapitalist düzene neden geçmek istemedi?” olmalıdır. Türkdoğan’a göre kapitalist sistemde kişilerin birbirlerini sömürmesine dayanan anlayış, Osmanlı toplum yapısında yer almamaktadır. Osmanlı’da iktisadi yapı dini ve kültürel kodlardan oluşan bir sistem içinde

gerçekleşmektedir. Ekonomik başarının sosyal ve siyasi hedeflere bağlı olması nedeni ile toplumdaki statü ekonomi temeline dayanmaz. Osmanlı toplum yapısı sosyalist ve kapitalist yapıdan devlet-birey dengesini sağlaması noktasında ayrılmaktadır. Batıda esnaf yerine tüccar desteklenirken, Osmanlı’da devlet loncaları tüccarların tekelci davranışlarına karşı korumaya çalışılmıştır. Ayrıca zekât ve israf gibi meselelerle ilgili toplumdaki hassasiyet ve devletin zengin fakir uçurumuna engel olması, toplumda dengeyi sağlayan unsurlar olmuştur. Batıda ise kapitalizm, mevcut tabakaların hızlı bir şekilde sisteme yayılması sonucunda on altıncı yüzyılda önce Avrupa’da sonra diğer bölgelerde yayılarak ve diğer sistemleri de etkileyerek bütün yerküreyi kaplayan tek sistem olmuştur (Wallerstein, 2003).

2.1.4. Endüstri Devrimi

18. yüzyılın ikinci yarısında başlayan 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren Endüstri Devrimi’nin temelinde teknoloji, bilim ve akıl sayesinde toplumların gelişeceği varsayımı yatmaktadır. Endüstri toplumunda bilimsel bilgi, toplumun ihtiyaçlarını pratik olarak karşılama işlevi nedeniyle merkezi bir öneme sahiptir. Bu toplumda insan ve hayvan gücü yerini elektrik, buhar veya petrol gibi yakıtlarla çalışan makinelere bırakmıştır. Bu değişim emek sürecinde kapitalist kontrolün ortaya çıkmasını, işbölümünde uzmanlaşmanın artmasını ve fabrikalarda üretimin gerçekleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu gelişmeler ışığında endüstri devrimi ile birlikte yeni bir toplum ortaya çıkmıştır. Bu yeni toplum rasyonel, laik, bürokrasi ve ulus-devlet yapısını içeren endüstri toplumu veya modern toplumdur.

2.1.5. Modernite ve Modernizm

Modern kelimesi genellikle olumlu bir duruma gönderme yapılarak kullanılmakta, yeni, iyi ve güzel modernin bir özelliği sayılmaktadır. Gelenek kavramı ise modern kavramının karşıtı olarak, geçmiş, geri kalmışlık veya değersizlik ile tanımlanmaktadır. Bu nedenle modern kelimesi gündelik hayatta bile özensizce ve sorgulamadan kullanılan bir kavram olmaktadır. Modern kültür ise kendisini öncelikle geleneksel kültürlere karşıt ve onları dönüştürme tutkusu ile “Avrupalılaşma” olarak adlandırmış, bu kavramın lokalliği nedeniyle yerini “Batılılaşma” ifadesine bırakmış ve en

Benzer Belgeler