• Sonuç bulunamadı

Yeni Dünya'nın dinamiği: Yeni toplumsal hareketler

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Yeni Dünya'nın dinamiği: Yeni toplumsal hareketler"

Copied!
111
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI

YENİ DÜNYA’NIN DİNAMİĞİ: YENİ TOPLUMSAL

HAREKETLER

AYŞEGÜL DEDE

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

DOÇ. DR. ERTAN ÖZENSEL

(2)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Ayşegül DEDE Öğ renci ni n

Adı Soyadı Ayşegül Dede

Numarası 134205002002

Ana Bilim / Bilim Dalı Sosyoloji

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

(3)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

YÜKSEKLİSANS TEZİ KABUL FORMU

Ayşegül Dede tarafından hazırlanan “Yeni Dünya’nın Dinamiği: Yeni Toplumsal Hareketler” başlıklı bu çalışma 17/04/2014 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oy birliği ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yükseklisans tezi oalrak kabul edilmiştir.

Doç. Dr. Ertan Özensel Başkan

Prof. Dr. Mahmut Atay Yedek Üye

(4)

TEŞEKKÜR

Öncelikli olarak danışmanım olmayı kabul eden, tezimin konusu başta olmak üzere bu süreçte desteğini her zaman yanımda hissettiğim ve tezin tamamlanmasında büyük emeği olan Doç. Dr. Ertan Özensel hocama çok teşekkür ederim. Derslerinde aldığım bilgiler kadar tez yazım sürecindeki destekleyici ve yol gösterici müdahaleleriyle Prof. Dr. Mahmut Atay hocama, Doç. Dr. Susran Erkan Eroğlu hocama ve Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Aydemir hocama çok teşekkür ederim. Tez savunma jürime katılmayı kabul edip değerlendirmeleri ile çalışmaya önemli katkılar yapan Yrd. Doç. Dr. Ferhat Tekin hocama aynı şekilde teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca bu süreçte desteğini her zaman yanımda hissettiğim Prof. Dr. Ali Şahin hocama ve çalışma arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.

(5)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

ÖZET

1968 Devrimi’ne kadar toplumsal hareketler işçi sınıfının merkezi konumdaki rolü ile değerlendirilmiştir. 1968 Devrimi ile birlikte özellikle öğrenciler ve kadınlar, toplumsal hareketlerde merkezi bir rol oynamaya başlamışlardır. Hareketlerin aktörleri olarak öğrenci ve kadınların temel amacı kültürel alanda mücadele ederek, kimliklerinin tanınarak haklarını elde etmek ve sivil toplum alanını genişletmektedir. Bu değişim toplumsal hareketlerin ‘yeni toplumsal hareketler’ olarak adlandırılmasını beraberinde getirmiştir. Toplumsal hareketlerde aktörlerin ve hedeflerinin değişmesinde toplumsal hayatta yaşanan dönüşüm etkili olmuştur. Cemaat toplumundan önce modern sürece ve arkasından postmodern sürece geçiş ile birlikte toplumdaki ilişkiler ve denetim mekanizması değişmiştir. Aktörler toplumsal dönüşümü sağlama noktasında değerleri ve toplumu yeniden inşa ederek ve başka bir dünyann varlığına vurgu yaparak, kendilerinin söz hakkının olduğu “yeni bir dünya” talep etmeleri noktasında yeni toplumsal hareketler, toplumsal yapıdaki değişimi analiz etme noktasında önemli bir argüman sunmaktadır. Bu araştırmada toplumsal yapı ile yeni toplumsal arasındaki ilişki teorik bir şekilde literatür taraması olarak incelenmeye çalışılmıştır.

Öğ

renci

ni

n

Adı Soyadı Ayşegül Dede

Numarası 134205002002

Ana Bilim / Bilim Dalı Sosyoloji

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Doç. Dr. Ertan Özensel

(6)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

SUMMARY

Social movements, until the 1968 Revolution, were evaluated in relation to the central role of the working class. Within the 1968 Revolution, apart from working class, especially students and women in social life began to play a central role in social movements. Student and women's goal is not to seize power as in the old social movements but to achieve their rights and their identities to be recognized. This change have brought about the denotation of social movements as “the new social movements”. The transformation in social life have been effective in the change of actors and targets in the new social movements. Together with the passing of traditional societies to modern and postmodern period, personal relations and control mechanism in the society have shifted. The state's withdrawal have provided the individual to emerge as an actor, and to assert his/her demands regarding identity and cultural space clearly. These demands have also forced the existence of democracy. The social movements have a central importance point to analyze the changes in the social structure.

Öğ

renci

ni

n

Adı Soyadı Ayşegül Dede

Numarası 134205002002

Ana Bilim / Bilim Dalı Sociology

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Assoc. Prof. Ertan Özensel

(7)

İÇİNDEKİLER

Bilimsel Etik Sayfası ... ii

Tez Kabul Formu ... iii

Teşekkür ... iv

Özet ... v

Summary ... vi

Giriş ... 1

1. YENİ DÜNYA VE YENİ DÜNYA DÜZENİ ... 8

1.1. Küreselleşme ... ………8

1.2. Rönesans, Reform ve Modernleşme ... 10

1.3. Amerika’nın Keşfi ... 12

1.3.1. Kristof Kolomb ve Amerika Kıtası’nın Keşfi... 13

1.3.2. Amerika Kıtasının Kolomb Öncesi Keşfi ... 20

1.4. Yeni Dünya Düzeni ... 23

1.4.1. Francis Fukuyama: Tarihin Sonu ... 26

1.4.2. Samuel Huntington : Medeniyetler Çatışması ... 28

1.5. Yeni Toplumsal Hareketler: Yeni ve Başka Bir Dünya ... 29

2. TOPLUMSAL DEĞİŞME ... 32

2.1. Batı Toplumlarında Toplumsal Değişme Sürecinde Ortaya Çıkan Gelişmeler ... 33

2.1.1. Bilimsel Devrim ... 33 2.1.2. Aydınlanma Düşüncesi ... 33 2.1.3. Fransız Devrimi ... 35 2.1.4. Endüstri Devrimi ... 38 2.1.5. Modernite ve Modernizm ... 38 2.1.6. Postmodernite ve Postmodernizm ... 42

2.2. Toplumsal Değime Kuramları ... 46

2.2.1. Evrimci Yaklaşım: Auguste Comte ve Emile Durkheim ... 46

2.2.2. Diyalektik Yaklaşım: Karl Marx ... 49

2.2.3. Sosyal Eylemlilik Yaklaşımı: Max Weber ... 49

2.2.4. Yapısal-Fonksiyonalist Yaklaşım: Talcott Parsons ... 51

2.2.5. Aksiyonalist Yaklaşım: Alain Touraine ... 52

3. Toplumsal Hareketler ve Kuramsal Yaklaşımlar ... 56

3.1. Toplumsal Hareket ve Kolektif Davranış ... 56

3.2. Toplumsal Hareket Kavramı ve Tarihçesi ... 58

3.3. Toplumsal Hareketler ... 62

3.3.1. Sistem Karşıtı Hareketler ... 63

(8)

3.4. Toplumsal Hareket Kuramları ... 69

3.4.1. Kaynak Mobilizasyonu Paradigması ... 70

3.4.2. Yeni Toplumsal Hareketler Paradigması ... 71

4. YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER ve KARŞI KÜRESELLEŞME HAREKETLERİ ... 74

4.1. Yeni Toplumsal Hareketler ve Kuramsal Yaklaşımlar ... 74

4.2. Yeni Toplumsal Hareketlerin Temel Nitelikleri ... 77

4.2.1. Aktör ... 77

4.2.2. Hedef, Tema ve Hareket Alanı ... 78

4.2.3. Örgütlenme ... 78

4.2.4. Lider ve Program Faktörü ... 80

4.2.5. Değerler Alanı ... 80

4.2.6. Eylem Repertuarı ... 81

4.2.7. Ütopik Olması ... 82

4.2.8. Eleştirel Duruş, Direniş veya Karşı Olma ... 82

4.2.9. Kendisine Özgü Zaman Biçiminde Olması ... 84

42.2.10 Bazen Bir Kavram Etrafında Şekillenmesi ... 84

4.3. Karşı Küreselleşme Hareketleri ... 85

4.3.1. İmparatorluk Kavramı ... 86

4.3.2. Çokluk Kavramı ... 87

Sonuç ... 91

Kaynakça ... 94

(9)

GİRİŞ

Bu araştırmanın konusu toplumsal yapının değişmesi sonucunda ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerdir. Araştırmada toplumsal yapının değişmesi ve dönüşmesi sonucunda ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler ile toplumsal yapının anlaşılması ve anlamlandırılması amaçlanmaktadır. Araştırmanın önemi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Toplumdaki bireylerin kimlik ve kültürel temelde ele alınabilecek talepleri ve işçi sınıfının merkezi konumunu kaybetmesi yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Teknolojinin emeği dönüştürmesi sonucunda insan gücüne olan ihtiyacın azalması ve bireylerin hizmet sektöründe bilgileri merkezde olarak çalışmaları Marksist teorideki emek-sermaye ikilisinin çözülmesine neden olmuştur. Nitekim yeni nesil çalışanlar sermayeye sahip olmamakla birlikte sermaye sahiplerinin ürünlerini kontrol etme imkanını elde etmeleri, onlara belirli bir güce sahip olma durumunu vermiştir. Bu nedenle yeni nesil bu gücün farkında olarak ve haklarını savunarak mücadele içinde toplumda bir yapılaşmaya doğru gitmiştir. Bu yapılaşma toplumda sivil toplum alanının oluşmasını sağlayarak, demokrasinin yerleşmesi ile devam etmiştir. Demokratik şartlar içinde mücadelesini sürdüren yeni nesil örgütlenmesini sosyal medya aracılığıyla sağlamıştır. Sosyal medya ile farklı mekânlardaki bireyler aynı konu etrafında örgütlenerek güçlü bir muhalefetin, aynı zamanda dünyada küresel bir muhalefetin oluşmasını sağlamışlardır. Sosyal medya ve geleneksel kitle iletişim araçları ile seslerini duyuran aktörler kimlik ekseninde özellikle çevre, kadın, barış, anti-nükleer, etnisite, azınlık gibi konularda etkili olmaya başlamışlardır.

Modernite içindeki yapıların aşınması sonucu toplumda yeni talepleri karşılanamaz hale gelir. Yeni taleplerin ortaya çıkması yeni toplumsal hareketler ile şekillenir. Yeni toplumsal hareketler aynı zamanda yeni bir hayat tarzına ve yeni bir dünya görüşüne gönderme yapar. Bu nedenle moderniteden postmoderniteye geçişte bu hareketlerin ortaya çıktığı söylenebilir. Yeni toplumsal hareketler genellikle çatışma merkezli olarak ortaya çıkar. Çatışma çoğu kez protesto, isyan, başkaldırı veya direniş olarak kendisini gösterir. Çatışma toplumsal yapıda bir değişimle birlikte değerler alanında da bir dönüşümün yaşanmasını beraberinde getirir. Özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren sanayileşme, kentleşme, modernleşme ve küreselleşme unsurları çıktığı coğrafyayı değiştirmekte, yaygın iletişim ağları sayesinde diğer ülkeleri de

(10)

şekillendirir. Bu değişim ve dönüşüm toplumsal yapı ve ilişkileri etkileyerek, aktörün rolünü ve durumunu da tartışmaya açar.

Toplumsal yaşamda ortaya çıkan değişimler toplumsal hareketlerin ortaya çıkış nedenlerini, katılımcılarının özelliklerini, hedeflerini ve hareket biçimlerini de değişikliğe uğratmıştır. 1960’lara kadar toplumsal hareketler klasik sosyolojik yaklaşımla ve özellikle Marksist bir bakış açısı ile yorumlanmaya çalışılmıştır. Klasik toplumsal hareketlere göre toplumsal hareketler modernleşmeye bir tepki olarak köksüz, anomi, marjinal ve sapkın imajına sahip bireyler tarafından ekonomik kriz veya toplumsal çözülme sonucunda kolektif bir hareket sonucunda ortaya çıkmaktadır. Modern toplumlarda yaşanılan ortam ile fertlerde beliren istekler arasındaki uyumsuzluk, başkaldırma, anarşizm ve terörizm gibi birtakım olumsuz eylemlerin belirli çizgilerde kolektif davranış normlarından kaynaklandığı açık ve seçiktir (Türkdoğan, 2004: 37). İkinci yaklaşım ise dayanışmacı modeldir, bu modele göre Marksist bakışın etkisiyle toplumsal hareketler ortak çıkarların bir ifadesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu iki yaklaşımı içine alan klasik sosyolojik yaklaşıma göre modernitenin gelişim sürecini tamamlaması, hareketlerin yok olmasını beraberinde getirecektir. Nitekim bu bakış açısına göre liberal refah devletinin yapısal düzenlemeleri sonucunda insanları iş ve tüketim merkezli bir hayat sürüklemesi sonucunda kamu politikalarına katılım vatandaşların hayatında önemli bir yer tutmayacaktır. Wallerstein bu noktada farklı bir bakış açısı ile toplumsal harekeleri analiz etmektedir. Toplumsal hareketleri sistem karşıtı hareketler olarak ele alan Wallerstein’e göre toplumsal hareketler sistemin devamını garantileyen, hatta sistemi yeniden inşa eden bir özelliği vardır (Wallerstein, 2003). Avrupa “tehlikeli sınıf”ları denetim altında tutmak için liberal ekonomik program sunarak ve 1945-1970 yılları arasında sol hareketlerin iktidara gelmesini sağlayarak, bu hareketleri aslında kontrol altına almıştır. Fakat bu “oyalama” taktiği 1968 ile birlikte halk kitlelerinin durumlarının eskisinden daha kötüye gittiklerinin “farkına” varmaları sonucunda değişmiş, yeni bir ayaklanma kendisini göstermiştir. Wallerstein’e göre 1968 ile değişen şey, yeni sol hareketlerin yeşil, kimlik ve radikal feminizm temalarında ortaya çıkmasıdır.

Yeni toplumsal hareketler Touraine’nin “programlanmış toplum” olarak kavramsallaştırdığı sanayi sonrası toplumda kimlik ekseninde ortaya çıkmıştır. Bu teoride klasik toplumsal hareketler teorisine göre topluluk bilinci temelinde kolektif

(11)

davranış nedeniyle kendisini ortaya koyan bir birey yerine, özgür ve yaratıcı bir özne olan aktör merkeze alınmaktadır. Toplum ise üretim biçimleri ve eşitsizlik ile özdeş tutulan toplumdan oldukça farklılaşmaktadır. 19. yüzyılda eşitlik talebi üzerinden kapitalizm ve üretim biçimlerine birer tepki olarak ortaya çıkan klasik toplumsal hareketlerin hedefinde kapitalist sistem vardır ve amaç iktidarını ele geçirmektir. Bu çerçevede ulusal kurtuluş hareketleri kapitalist dünya ekonomisini yeniden dönüştürmeyi hedeflerken, sınıf hareketleri proletarya-burjuva çelişkisini ve kapitalist dünya ekonomisi ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. İki hareket arasındaki temel ayrım noktası şudur: Sınıf hareketleri devlet içinde iktidara gelmeyi amaçlarken, ulusal hareketler yeni bir devletin yaratılması için mücadele etmektedir (Arrighi vd., 1995). Klasik hareketlerde toplum tarihsel bir üründür, birey ise akılcı bir çıkar arayışı yerine toplumsal ilişkiler çerçevesinde tanımlanır. Bu nedenle toplumsal hareketler ekonomik çıkarlar üzerine yoğunlaşmış, genelde tek bir sınıftan oluşan üyelerin siyasal gücü ele geçirme amacı ile örgütlendiği bir yapı olarak ele alınması nedeniyle, hareketlerin siyasi ve iktisadi yönü merkezi önemdedir. Touraine’e göre toplumsal hareket bağlamında ele alınan işçi sınıfı hareketinde işçi, Özne’nin savunulması ve çalışanların hakları ve saygınlığı için mücadele ederse kolektif bir aktördür (Touraine, 2014). Hâlbuki Marksist düşünce işçiyi proleter olarak sahip olmadıkları bir şey olan mülkiyete göre tanımlar, talebe dayalı savunmacı bir siyasi mücadeleye iter. Bu eylemlerin toplumsal hareket bağlamında değerlendirilebilmesi için işçinin kendisini nesne olarak gören değerlere karşı bir mücadele içinde olması ve hareketlerde işçinin özerkliğinin güçlendirilmesine yönelik çatışmayı içermesi gerekmektedir.

Araştırmada yeni toplumsal hareketler teorik olarak incelenmeye çalışılmış, bu alandaki kuramlar ele alınarak, araştırma kuramsal bir çerçevede değerlendirilmiştir. Literatür taranmasında kitaplardan, güncel makale ve kaynaklardan faydalanılmıştır. Klasik yaklaşımların aksine 1960’lar ile birlikte demokratik toplumlarda ve marjinal, köksüz ve anomik tanıma uymayan aktörler tarafından gerçekleştirilen yeni toplumsal hareketler, klasik yaklaşımın sorgulanmasına neden olmuştur. Bu sorgulama sonucunda Amerika’da kaynak mobilizasyonu paradigması, Avrupa’da ise yeni toplumsal hareketler paradigması ortaya çıkmıştır. Bu nedenle araştırmada yeni toplumsal hareketleri açıklamak için öncelikle kaynak mobilizasyonu paradigması ve sonra yeni toplumsal hareketler paradigması ele alınmıştır. Kaynak mobilizasyonu paradigmasına göre aktörler çıkarları doğrultusunda rasyonel eylem amacıyla kaynakları seferber

(12)

ederek toplumsal hareketleri gerçekleştirmektedir. Yeni toplumsal harekeler paradigması ise çatışmayı kültürel boyutta bir tepkiden ziyade kimlik boyutu etrafında şekillenen normal olgular olarak ele almaktadır. Her iki yaklaşımın da çatışmaları normal kabul ederek, katılımcıları rasyonel ve örgütlerin iyi entegre üyeleri olarak değerlendirmesi, bu teorileri klasik yaklaşımlardan farklılaştırmaktadır. Bu araştırmada özellikle Touraine’in teorik olarak katkı sağladığı yeni toplumsal hareketler paradigması çerçevesinde yeni toplumsal hareketler anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu paradigmaya göre yeni toplumsal hareketler kimlik talebi çerçevesinde kültürel alanda sivil toplumu genişletmek ve siyasal kurumları demokratikleştirme amacı ile ortaya çıkmaktadır. Aktör siyasi veya tarihsel koşullara göre “kukla” olarak ele alınan birey yerine, kendi taleplerini ortaya koyarak çatışmaya giren Özne’dir. Ayrıca aktörler zümre, sınıf gibi homojen bir yapı yerine, herkesin kendi bakış açısı ile kendisini tanımladığı heterojen bir yapıda ortaya çıkmaktadır. Bu yapıda siyasi bir baskı olmadan, kendi istekleri doğrultusunda, lider faktörünü kabul etmeden, esnek ve adem-i merkziyetçi unsurlar çerçevesinde aktörler hareketlere katılmaktadırlar. Yeni toplumsal hareketleri klasik toplumsal hareketlerden önemli ölçüde farklılaştıran yönü ise, devlet iktidarını ele geçirmek yerine, sistemi dönüştürme amacı ile aktörlerin önce kendi dünyalarını, sonra da mevcut dünyayı değiştirme düşüncesi ile haklarını müzakere zemininde, şiddet içermeyen ve barışçıl eylem biçimleri ile ortaya koymalarıdır.

Yeni toplumsal hareketler özellikle eylem repertuarı yönünden bir yaratıcılık ve zenginlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeni toplumsal hareketler şiddet içermeyen “toplumsal muhalefet” argümanı çerçevesinde, sivil itaatsizlik eylem biçimlerini içermektedir. Eylemlerde sivil itaatsizlik biçimi olarak susma, durma, alkışlama, insan zinciri oluşturma, şarkı söyleme, gitar çalma veya dua etme yapılabilmektedir. Bu nedenle yeni toplumsal hareketlerin “demokrasi” zemininde ortaya çıkması önemlidir. Ayrıca bu hareketlerin temel niteliklerinden biri eleştirel olma, direniş veya karşı olma durumudur. Eleştirel duruş ile hareketler taleplerini yerine getirmeyen hükümet politikalarına karşı çıkmaktadır. Yeni toplumsal hareketler demokratik değerleri temel alarak, kendi hayatları üzerinde söz sahibi olmak isteyen aktörlerin talepleri doğrultusunda, sürekli olarak yenilenen, gelişen ve sistemi dönüştüren hareketler olarak, “başka ve yeni bir dünya”nın mümkün olduğu gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Bu vurgu kimi zaman hareketlerin siyasal bir hareket olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. Fakat harekete katılanların siyasi parti üyelikleri heterojenlik göstermekte

(13)

birlikte, hareketler belirli bir siyasi kalıba girmek istememekte veya harekete katılanlar siyasi partilerle birlikte değerlendirilmeye karşı çıkmaktadırlar.

Aktörlerin bireysel muhalefetleri, dünyada gerçekleşen diğer farklı toplumsal hareektlerle gerçekleştirilen iletişim ağları sayesinde, küresel bir muhalefeti ortaya çıkartarak küreselleşme karşıtı hareketleri ortaya çıkmıştır. Küreselleşme karşıtı hareketler ise bu çalışmada özellikle Hardt ve Negri tarafından toplumsal birer gerçeklik olarak ele alınan “imparatorluk” ve “çokluk” kavramları ekseninde incelenmeye çalışılmıştır. Nitekim yazarlar yeni toplumsal hareketleri karşı küreselleşme hareketleri olarak incelemektedir. Bu kavramı tercih etmelerinin nedeni, Marksist bir bakış açısı ile yeni toplumsal hareketlerin ekonomik boyutunun görmezden gelinerek kültürel boyutun öne çıkarılması ile ilgilidir. Halbuki yazarlara göre bu durum gerçeğin perdelenmesine neden olmaktadır, çünkü günümüzde kültürel ve ekonomik alan eskiye göre birbirlerine daha bağımlı alanlar olarak ortaya çıkmaktadır.

Araştırmada yeni toplumsal hareketlere ilişkin özellikle Alain Touraine, Alberto Melucci, Claus Offe, Manuel Castells, Jean Cohen, Charles Tilly, Michael Hard ve Antonio Negri gibi teorisyenlerin yayınlarından faydalanılmıştır. Dijital ağların yeni toplumsal hareketlerdeki merkezi rolü ise Manuel Castells’in çalışması çerçevesinde ele alınmaya çalışılmıştır. Castells’e göre internetin öznenin özgürleştirici hareketinin önemli bir işlevini gerçekleştirmesi nedeniyle, yeni toplumsal hareketlerde merkezi rolü vardır. Castells’e göre yeni toplumsal hareketler, yolsuzluk, ekonomik sömürü, eşitsizlik gibi durumları içeren adaletsizlik durumuna bir tepki olarak ortaya çıkan haysiyet arayışıdır. Aktörler sahip olduğu korku ve kaygıları internet sayesinde aşarak ve umuda dönüştürerek, toplumsal hareketleri ortaya çıkartırlar. İnternetin devletin kontrol mekanizmasından kismi olarak uzak olması ve insanlara özgürlüğünü ifade etme imkanını vermesi nedeniyle, Castells’e göre yeni toplumsal hareketlerde sosyal ağların kilit bir işlevi bulunmaktadır.

Bu çalışma, kuramlar ve yaklaşımlarla birlikte teorik bir perspektifle sınırlandırılarak, yeni toplumsal hareketler adı altında dünyada ve Türkiye’de gerçekleşen olaylar detaylı bir şekilde analiz edilememiştir. Bu durumun temel nedeni hareketlerin bazı sınırlıkları içinde barındırması ile ilgilidir. Yeni toplumsal hareketler her toplumda farklı bir amaç ve yapı ile ortaya çıkmasından dolayı bu hareketlerin genel geçer tanımlarının yapılamaması, bu araştırmanın sınırlılıklarının başında gelmektedir.

(14)

Ayrıca demokratik toplumlarda demokrasinin olanağı ile şekillenen hareketler, kimi zaman demokrasi sınırları dışına çıkarak şiddetin birer parçası olabilmektedirler. Bu nedenle demokrasinin olanaklarını kullanılarak ortaya çıkan hareketlerin ‘demokrasi dışı’ olarak değerlendirilebilmesi durumu, bu araştırmanın sınırlılıkları içindedir. Son olarak ortaya çıkan eylemler aktörlerin kendi iradeleri ekseninde ortaya çıkabildiği gibi, aktörleri kendi ideolojileri doğrultusunda psikolojik olarak yönlendirmeye çalışan gruplar veya ülkenin güvenliği için tehdit sayılabilecek örgütler de hareketlerin gelişim seyrini etkiliyebilecek birer unsur olarak ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle aktörlerin kendi iradelerinin dışında, başka güçlerin etkisi altında olup olmadıkları durumu araştırmanın sınırlılıkları içindedir. Nitekim Türkiye’de Gezi eylemleri açıklanan bu sınırlılık durumları ile birebir örtüşmektedir. İlk başta çevre duyarlılığı ile başlayan hareket, daha sonra iktidarı yıkma ve şiddet unsurlarını bünyesinde barındırması nedeni ile hareket “küresel terörizm” çatısı altında değerlendirilmesine neden olmuştur. Eylemlerde uluslararası medyanın aşırı ilgisi ve yasadışı örgütlerin eylemleri sokak şiddetine çevirmesi, bu durumun sonucunda harekete katılan bazı kişilerin hayatını kaybetmesi, birçok kişinin de yaralanması bu görüşe destekler niteliktedir. Aynı şekilde diktatör rejimlerin yıkılmasını amaçlayan bir hareket olarak ortaya çıkan “Arap Baharı” yaşanan ülkelerde, daha sonraki süreçte yeniden diktatör olarak tanımlanan bazı rejimlerin yeninden söz sahibi olmaları, hareketlerin “silah gücü olmadan ülkeyi toplumsal hareket adı altında “aldatıcı” bir eylemle farklı unsurların çıkarları doğrultusunda sürüklenen insan toplulukları” olarak değerlendirilmenin yapılmasına yol açmıştır. Ayrıca Türkiye’de gerçekleşen toplumsal hareketlerde aktörler siyasi bir parti ile yakınlaşmakta veya hareketler bir partinin politikaları ekseninde şekillenmeye başlamaktadır. Bu durumun temel nedeni Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana ulusal kimlik inşa etme sürecinin etkisiyle, aktörlerin kendilerini siyasal ve ideolojik bir kimlikle tanımlamasıdır (Göle, 1998). Bu durum aktörlerin yeni toplumsal hareketlerde kavramsallaştırılan aktör tanımının uzağında değerlendirilmesine yol açmaktadır. Yine dünyada ve Türkiye’de gerçekleşen Greenpeace eylemleri de bu mercek altında analiz edilebilir. Nitekim bu eylemin üyeleri hareketleri genişletmek ve hareketlerindeki desteği artırmak için için “şirketleşme” yoluna başvurmuşlar, çevreci ürünler üretme adına bir buzdolabı firması ile ortak çalışmalar yürütmüşlerdir. Bu durum Tilly’in toplumsal hareketlerin geleceğine ilişkin yaptığı tahminle birebir örtüşmektedir. Tilly’e göre uzmanşlaşmanın artması sonucunda zengin ve eğitimli kişilerden alınan destek, harekete katılanların kendi kariyer planlarını göz önünde

(15)

bulundurmaları durumunu beraberinde getirecek ve toplumsal hareketler yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır (Tilly, 2008a). Tüm bu sınırlılıklar araştırmanın kuramsal yaklaşımlar eşliğinde teorik olarak sınırlandırılmasını durumunu beraberinde getirmiştir.

(16)

BİRİNCİ BÖLÜM

YENİ DÜNYA VE YENİ DÜNYA DÜZENİ 1. YENİ DÜNYA VE YENİ DÜNYA DÜZENİ

1.1. Küreselleşme

Küreselleşmenin şekillenmesinde ilk olarak matbaanın icadı etkili oldu. Matbaanın icadından önce sadece elitler, soylular ve ruhban sınıfı el yazması kitapları okuyabiliyordu. Matbaanın icadı ile birlikte orta sınıf da bu kitapları okuma imkânını yakaladı (Sözen, 2012). Matbaadan sonra telgrafın icadı, deniz aşırı kabloların döşenmesi ve birçok teknolojik gelişme ortaya çıktı. Bu gelişmeler tüm dünyanın birbirine bağlanmasına olanak sağladı. Bu bağlanma ile birlikte dünya çapındaki insanlar yoğun iletişime girdi ve bu iletişim kişilerde bağlılık ve bağımlılık durumunun yaşanmasına neden oldu.

1500’den beri beş yüz yıl boyunca üç küreselleşme dalgası gerçekleşti (Tilly, 2008a: 158). 1500 yılında ilk küreselleşme Avrupa’nın artan etkisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi, Çinli ve Arap tüccarların Hint Okyanusu’nda ve Pasifik’te yayılması ile ortaya çıktı. 1850-1914 yılları arasında tren yolları, buhar gemileri, telefon ve telgraf gibi ulaşım ve iletişim alanında ortaya çıkan gelişmeler, ikinci küreselleşmenin yaşanmasına neden oldu. Ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmeler maliyeti azaltırken, akışı hızlandırdı. Bu durum göç, sermaye ve ticaret ilişkilerinde değişime yol açtı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra üçüncü küreselleşme süreci başladı. Bu süreç büyük değişimi ve dönüşümü de beraberinde getirdi.

Küreselleşmenin üç ana biçimi vardır: İktisadi, Siyasi ve Kültürel Küreselleşme. (Yanık, 2013) İktisadi küreselleşme uluslararası ticaret ve sermaye hareketlerini içerirken, siyasi küreselleşme uluslararası aktörlerin bağımlılığına ve ulus devletler arasındaki bağlılığa işaret etmektedir. Kültürel küreselleşme ise emperyal ve kolonyal kültür imgesinin vurguladığı sömürgeci söyleme karşılık olarak, yeni bir meta söylem anlamını içermektedir.

Maceraperestler, tacirler, vaizler ve savaşçılar küreselleşmenin ana aktörleridir (Chanda, 2009). Tacirlerin kar yapma dürtüsü, vaizlerin dini inanç yayma isteği, askerlerin başkalarına egemen olma hırsı ve maceraperestlerin yeni topraklar keşfetme

(17)

arzusu küreselleşme sürecinin başlamasına neden olur. Küreselleşmenin şekillenmesinde ise ticaretin temeli olarak kahve, baharat ve pamuğun merkezi bir etkisi söz konusudur. Baharat ortaçağ ve yeniçağ arasında bir geçiş işlevini görür. Baharat hazzına ulaşmak için Hindistan’a giden yeni deniz yollarını bulma arayışı, Yeni Dünya keşfini beraberinde getirir. Yeni Dünya’da baharatın kokusunun verdiği cennet hazzı olmamakla birlikte, Yeni Dünya’nın kendisi cennettir ve cennet “laikleşerek” sınırsız imkânlar ülkesine dönüşür (Schivelbusch, 2000). Baharat ticareti ile birlikte toplumların mevcut sosyal düzeni de değişir. Ortaçağ’da baharat seçkinler tarafından statü sembolü olarak kullanılan, karşılığında altın alınabilan ve insanların değerli bir nesne olarak birbirlerine hediye ettikleri bir üründür. Pamuk seçkinlerin statüsünü gösteren pahalı giysiler şekliyle küreselleşmede yerini alır. İlk olarak Hindistan’da evcilleştirilen pamuk ve bunun sonucunda Hindistan’ın tekstildeki egemenliği İngilizleri harekete geçirir. Pamuk ithalatını yasaklamak için dindar Hristiyanların kâfirler tarafından üretilen pamuklu kumaşları giymemeleri şeklinde öğreti şekillenir. 1701 Basma Yasası ile Hint tekstili ithalatı kısmen yasaklanırken, 1719 yılında ise ciddi karışıklar yaşanır ve Hint basması giyen kadınlara sokakta saldırılır. 1721 yılında ise ikinci basma yasası çıkar ve her türlü pamuklu tekstil yasaklanır. En sonunda İngiltere’deki sanayi devrimi ile Hindistan’ın pamuk liderliği kırılır. Bu nedenle sanayi devriminin arkasında yatan sebep aslında pamuktur (Chanda, 2009). Sanayi devrimi ile şartlar tam tersine çevrilir ve Hindistan vatandaşlarının kıyafetlerini dışarıdan ithal edilmeye başlar. Pamuk ekimi tüm tarımı dışlayarak genişler ve pamuğun üstünlüğü kısa bir zaman sonra Amerika’ya geçer. İlk zamanlar Arap dünyasının bildiği ve daha sonra seçkinler tarafından tüketilen bir nesne olarak saraylarda içilen kahve ise, kahve çekirdeğini hiç görmemiş olan insanlar için iş imkânı sağlar. Etiyopya’da bir keçi çobanı olan Kaldi tarafından bulunan kahve, Yemen’de bir imam tarafından demlenir ve gece yarısı dualarından önce dindar sufilere verilir. Kahvenin küreselleşme yolculuğu 16. yüzyılda Osmanlı’nın Yemen’i fethetmesi ve imparatorluğun kapılarını bu içeceğe açması ile başlar. Kısa bir süre sonra Avrupa’ya ulaşan kahve, birçok aileyi geçindiren milyarlarca dolarlık bir iş haline gelir. Yeni ürünlerin ortaya çıkması, bu ürünlerin sosyal düzeni değiştirmesi, aynı zamanda yeni iş imkânlarını ortaya çıkarması Yeni Dünya’nın şekillenmesine yol açmıştır. Aynı zamanda Yeni Dünya, kölelik gibi bazı olumsuz durumların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bazıları için kâr, bilgi, başarı, iç huzuru bulma olan küreselleşme, bazıları için ise sefalet ve acı ile sonuçlanmıştır. Yeni Dünya’daki

(18)

kıymetli ürünler olan baharat, pamuk ve kahve ticareti için binlerce köle çalıştırılmış ve köle ticareti yaygınlaştırılmıştır.

1.2. Rönesans, Reform ve Modernleşme

Batıda Ortaçağ boyunca kilise yeni buluşları engeller ve insanları dünyevi hayattan uzaklaştıracak bir şekilde konumlanmalarını isteyecek şekilde yönlendirir. Rönesans kilisenin bu baskıcı ve merkezi konumuna bir tepki olarak ortaya çıkar. Bunun için de, Renaissance düşüncesi kendini bütün tarihi otoritelerden bağımsız kılmaya, dünya ve hayat üzerindeki görüşlerine yalnız deneyin ve aklın sağladığı doğrularla biçim vermeye çalışır (Gökberk, 2000: 163). Bu düşünce doğrultusunda felsefe dinden koparak, sadece dine hizmet eden bir yapı değil, kendi yöntem ve amaçlarını geliştiren bir sistem olmaya doğru hız kazanır. Rönesans ile birlikte Ortaçağ filozofları olarak konumlanan din adamları yerini yazar, araştırmacı ve üniversite öğrencilerine bırakır.

Ortaçağ’da yeniyi aramaya yönelik kapalılık, mevcut durumu sağlamlaştırma ve birlik durumu, Rönesans ile sürekli yeniyi aramak, eski ile savaşmak ve doğruya ulaştıran tek bir yolun olmadığı inancı ile değişir. Bu nedenle “eski”nin çözülerek yerini “yeni”nin oluşumuna bıraktığı Rönesans, yeniden doğuş ve uyanış anlamına gelir. Rönesans ile insanların kendi kaderlerini tayin edebileceği düşüncesi, bireyleri tarihin öznesi olarak konumlandırılması düşüncesini doğurur. “İnanan” insanın yerini “düşünen” insana bıraktığı bu dönemde hümanizm akımı, insanın özü ile bu dünyadaki yerini araştırır. Artık tek bir görüş etrafında şekillenen dünya görüşü yerine, birden çok düşünce ve hareketin yer aldığı farklı ve yeni bir dünya söz konusudur. Bu farklı dünya yeni bir hayat tarzını içerir. İnsanın kendi iç-dünyasında “yeni”yi arayan Renaissance felsefesi, yeni bir insan anlayışı yanında yeni bir din, yeni bir hukuk ve devlet anlayışı da getirmiştir (Gökberk, 2000: 177). Yeni bir din anlayışı ise Reform denilen büyük din akımını sayesinde gerçekleştirilir. Kilisenin resmi din anlayışı olan Skolâstiğe bir tepki olarak gelişen yeni din anlayışında, eski kilise aşılarak yeni bir kilise anlayışı getirilir ve bu anlayış ile Ortaçağ’da kilisenin bozarak değiştirdiği Hristiyan inançları orijinal biçimiyle yeniden kurulmak istenir. Kilisenin dogmaları yerine insanın Tanrı’yı kendi içinde bilebilmesi, yani iç dindarlık savunularak, kilisenin aracılığını reddeden yani bir gönül dindarlığı olan mistisizm ortaya çıkar. Nitekim bu şartlar içinde Protestanlığı yaratacak süreç olarak Alman rahibi Martin Luther Katolik kilisesini şiddetle yeren

(19)

ifadelerin yer aldığı 95 maddelik metni savunur. Luther Kilise’yle ve Kilise’nin insanlarla tanrı arasında yarattığı (giderek daha yoğunlaşan) dolaylandırmalar ve sihir pratiklerine karşı mücadele eder (Touraine, 2014: 58). Böylece Luther insanın tanrı ile bağını oluşturmak isterken tüm aracı ve kutsamalarla ipini koparmak ister. Sonuç olarak Rönesans ile hümanizmin bireyciliğini oluşturan hayat anlayışı, bir anlamda dindeki dış otoriteleri reddeden kişisel dindarlık anlayışının şekillenmesine yardımcı olur.

Ortaçağ’da kendilerine ait kültür, dil ve sanatları olmayan uluslar evrensel ortaçağ devletinin birer üyesi durumunda iken, Rönesans ile birlikte kendilerine ait dilleri, düşünce hayatları, sanatları ve siyasi yapıları ile konumlanan ulusların ortaya çıkması söz konusudur. Siyasal yaşam ve normlar üzerinde hegemonya kurmaya çalışan kilise ekseninde şekillenen devlet anlayışı ulus-devlet yapısı ile aşılarak, ulusal nitelikli bir din, daha katılımcı ve özgürlükçü olduğunu savunan bir siyasal yaşamın temelleri atılır.

Tüm bu gelişmeler ışığında 17. yüzyılda Avrupa’da bilimsel devrim ile birlikte krallık ve kilisenin etkisini kaybettiği, modern ekonomi ve bilim çerçevesinde burjuvaların toplumda etkili olduğu yeni bir yapı şekillenmiştir. Modernleşmenin etkisi ile makine ve fabrikalar toplumsal hayatta ilişkileri dönüştürmüş, yeni haberleşme ve ulaşım imkânları yeni bir üretim ve tüketim kültürünü ortaya çıkarmıştır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler ışığında ulus-devlet yapısı ortaya çıkmış, büyüyen kapitalist pazarın etkili olduğu yeni bir sosyo-ekonomik değişim yaşanmıştır. Bu değişim aslında yeni bir dünyanın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu Yeni Dünya’da eski geleneklerin etkili olduğu, yüz yüze iletişime dayalı akrabalık ve cemaat ilişkilerinin yaşandığı, tarımsal yöntemlerle insanların geçimini sağladığı küçük ve homojen toplumsal yapı yerini, büyük coğrafi yapılar ve daha fazla nüfusun iç içe yaşadığı, kişilerin fabrika ve ev yaşamının mekânsal olarak farklılaştığı ve farklı dil, din ve ırktan olan kişilerin bir arada yaşadığı bir yapıya bırakmıştır. Bu yapı geleneksel toplumdan farklı olarak modern toplumdur ve bu toplumda yoksulluk, kentsel felaketler ve yabancılaşma gibi sorunları da bünyesinde barındırmaktadır. Rene Guenon’a göre modernleşme sonucunda ortaya çıkan bu sorunların nedeni, bu dönemin bunalım ve sıkıntıların olduğu karanlık bir çağ olmasıdır ve bu sorunlar “modern dünyanın bunalımı”dır. Bu dönemin karanlık sayılmasının nedeni, hikmete doğru ilerleme yolunda olan felsefenin zamanla hikmetin yerini alarak din dışı bilgi durumuna gelmesi ve maddileşmenin ortaya çıkmasıdır (Guenon, 2012). Maddileşme sonucunda Doğu-Batı uygarlıkları

(20)

birbirinden ayrılmış ve Batı’nın Doğu’ya hâkim olma çabası, bu iki uygarlık arasında çatışmanın yaşanmasına neden olmuştur. Birçok kişi tarafından batı uygarlığının benzersiz bir uygarlık olarak sayılması ve bu uygarlığın son bulması, gerçek anlamda “dünyanın sonu” olacağının düşünülmesine yol açmıştır. Guenon’a göre bu uygarlığın sonunun sadece kendisinin sonu mu olacağını, yoksa tüm dünyadaki diğer uygarlıklar için de bir son getirip getirmeyeceği durumu bize zaman gösterecektir. Guenon’a göre yeni bir çağa girilen ve tarihin ‘bir dönemini’nin sonuna yaklaşılan bu zaman diliminde, sessiz kalarak pasif bir katlanma yerine, bu karanlık bunalımlı çağdan kurtulmak için çalışmaya devam edilmesi gerekmektedir.

Global dünyada yaşanan en büyük değişimler ya da en büyük kopuşlar, şüphesiz matbu kapitalizmden endüstriyel kapitalizme ve dijital kapitalizme geçiş süreçleridir (Sözen, 2012: 29). Avrupa merkezli matbu kapitalizm ile halk dillerinden ayrı yeni bir dil ortaya çıkarılarak ve dile yeni bir sabitlik kazandırılarak, ulusal bilincin temelleri atılır. Yeni coğrafyaların ortaya çıkması ile birlikte tüccar ve seyyahların etkisi ile yeni bir dünya şekillenir. Bu Yeni Dünya aslında insan emeğinin örgütlendiği yeni bir ilişki biçimidir. El işi önce makine, sonra kâğıt daha sonra ise elektronik biçime doğru ilerler. Yeni Dünya’da kapitalizm, önce insan emeği üzerinden işgücünü ve uzmanlaşmayı yeniden tanımlayan endüstriyel kapitalizme, sonra da örgütlü kapitalizme dönüşür. Böylece endüstri toplumunda “emek” ve “sermaye”nin yerini “bilgi” ve “enformasyon” alır. Dijital kapitalizm ise yeni teknolojilerin ortaya çıkardığı yeni medya araçları ile şekillenir ve sosyal medya ile sosyalleşen yeni bir dünyayı ortaya çıkarır. Böylece Yeni Dünya, bir düzen kurmak yerine içinde insanın, emeğin, düşüncenin, işgücünün ve tekniğin de yer aldığı “her şey”i yerinden oynatır, “her şey”i seyyar hale getirir (Sözen, 2012).

1.3. Amerika kıtasının Keşfi

Batı toplumlarında Rönesans ile birlikte insanın büyük bir organizma içindeki bir organ olması yerine, kendi dünyasında bir birey olarak konumlanması yeni bir dünyanın habercisi olmuştur. Birey için artık doğruya giden tek bir yol yoktur, düşünceni ekseninde eski ile savaşarak, yeni araç ve gereçler ile birçok yeniliği gerçekleştirebilecek bir kapasiteye sahiptir. Böylece de, Ortaçağ’ın kendi içine kapalı, monoton, duruk dünyasından yeni bir dünya, bütünlüğü gitmiş, ama çok renkli, çok sesli, çok hareketli olmuş Renaissance dünyası doğmuştur (Gökberk, 2000: 166). Bu

(21)

dünya içindeki insan kendi içindeki keşif ve icat yapabilecek gücü keşfetmiştir. İşte Amerika’nın keşfi, insanın birey olarak başarılı icat ya da keşif yapabileceğine ilişkin gücün ortaya çıkmasını gösteren bir gelişmedir. Dünyanın yalnızca Avrasya ve Afrika kıtasından oluştuğu bilgisi, Amerika kıtasının bulunması sonucunda değişmiştir.

Amerika kıtasının keşfine ilişkin tartışmalar günümüzde hala devam etmektedir. Bu çerçevede bu bölümde ele alacağımız ilk görüş Sabri Tümer tarafından savunulan, Amerika’nın Kolomb tarafından Türk denizcilerin yardımıyla keşfedilmesi ve Kolomb’un Türk denizcilerin bu keşifteki stratejik önemini gizlemesine ilişkindir. Konu ile ilgili ele alacağımız ikinci görüş ise Fuat Sezgin tarafından savunulan, Amerika kıtasının Müslüman denizciler tarafından Kolomb öncesi keşfine ilişkindir.

1.3.1. Kristof Kolomb ve Amerika Kıtası’nın Keşfi

1492 yılında Kolomb’un yolculuğunda Yeni Dünya’nın kıyılarının görünmesi ile birlikte yeni bir çağ başladı. Yeni bir çağ ile birlikte yeni bir dünya görüşünün şekillenmesinin nedeni, 1453 yılında Ceneviz’in deniz ve ticaret egemenliğinin çöküşü sonucunda yeni bir keşfi zorunlu kılması, aynı zamanda dar görüşlü, batıl inançlı ve gücünü kaybetmiş ortaçağ toplumunun aşılmasıydı. O, sadece Amerika’yı keşfetmedi,-ortaçağ’da Atlantiğe verilen isimle- Karanlıklar Denizi’ni boydan boya geçip, insanlığın kendisini içine hapsettiği o dar sınırları da aşıp geçmiş oldu (Marc ve Brix, 1996: 7).

Asıl adı Christobal Colon olan Kristof Kolomb, yeni bir dünya bulduğunu, bu dünyanın anahtarının kendisinde olduğunu, keşfettiği dünyaya vali olmayı istediğini, mirasını ailesine ve oğlu Diyego’ya bırakacağını, bu nedenle keşfedilecek dünyaya talip olan hükümetin hem kendisinin hem de ailesinin o dünya üzerindeki hakkını tanıması gerektiğine ilişkin teklifini ve şartlarını önce Portekiz kralına sundu. Portekiz Kralından olumlu cevap alamayan Kolomb İspanya’ya gelerek teklifini İspanya Kraliçesi İsabella’ya sundu. Kolomb İspanya Kraliçesi İsabella’nın bu isteklerini kabul etmemesi halinde Fransa ve İngiltere’ye gideceğini, onların da düşüncelerini reddedecek olmaları halinde keşfini Türk hükümetine bildireceğini, sonuç olarak Yeni Dünya’yı Hristiyanların kabul etmemesi halinde onu Türkler’e vereceğini söyledi (Şükrü, 1931). Kolomb keşif düşüncelerini İspanya Kraliçesi İsabella’ya açıkladı ve rahiplerden oluşan bir ilmiye heyeti Kolomb’un düşüncelerini dinledi. Kolomb’un “dünya yuvarlaktır” düşüncesine ilişkin heyet, ilim ve fen yerine İncil’den delil göstermesi gerektiğini, hatta

(22)

bu fikirde ısrar etmesi üzerine Kolomb’u Enginizasyon Mahkemesi’ne sevk edileceğini belirtti. Portekiz ve İspanya’dan olumsuz cevap alan Kolomb İstanbul’a gelerek, bu sefer II. Beyazıt’a Atlas Okyanusu’nun batısındaki zengin topraklara gitmek ve yeni bir dünya bulma isteğini iletti, fakat Kolomb Beyazıt’tan din bilginleri tarafından “Ahir zamanda Yeni Dünya olmaz” şeklinde verilen olumsuz fetvanın nedeni ile olumlu cevap alamadı (Tümer, 2011). Bu duruma ilişkin bilginin hiçbir yerde yazılmamasının nedeni ise Enginizasyon Papazlarının din düşmanlığı yüzünden Kolomb’u öldürmeleri söz konusu olmasıydı.

İspanya Kraliçesi İsabella Doğu’dan altın ve baharat beklentisi ile birlikte ilahi bir misyon olarak yeni tebaa ve Hristiyanlar kazanma düşüncesiyle, yedi yılın sonunda Kolomb’a gerekli desteği verdi. Kolomb 1492 yılında ilk yolculuğuna Palos’tan Santa Maria, Pinta ve Nina isimli üç gemiyle hareket ederek, otuz üç günlük yolculuğun sonunda önce San Salvador’a, sonra Hispanyola ve İspanya’ya ulaştı. Kolomb bir diğer yolculuğunda Hindistan’ı bulduğunu düşünerek Küba’ya, Japonya’yı bulduğunu düşünerek Hayri adasına ulaştı. Son olarak Lizbon’dan ayrılarak Palos’a varışla birlikte Barcelona’daki Kraliyet Sarayı’nda müthiş bir şekilde karşılandı.

Kolomb yolculuğunda farklı dünyadaki insanları kendisine itaat etmeyi bilgisi sayesinde sağladı. Kolomb adadaki Kızılderililerin silahları olmadığını, savaş sanatını bilmediklerini, korkak olduklarını ve talimat verildiği taktirde her şeyi yapabileceklerini belirtiyordu. Örneğin Kolomb bir gün ay tutulması olacağının bilgisi ile yerlilere Hristiyanlara yardım etmemeleri halinde tanrının gökyüzünden ayı çekerek alacağını söyledi. Yerliler ilk önce bu söyleyişe pek aldırış etmemekle birlikte, gece ayın yavaş yavaş kaybolması sonucunda yalvararak Kolomb’un isteklerini yerine getirdiler (Marc ve Brix, 1996). Yerliler Kolomb’un gökten inmiş olabileceğini, hatta gemiden atılan toplar sayesinde Kolomb’un istediği zaman gökte şimşek çaktırabileceğini düşünerek Kolomb’a daha fazla hürmet gösterdiler. Kolomb’un boncuk gibi hediyelerine karşılık yerliler kullandıkları altınları ona verdiler (Şükrü, 1931).

Kolomb gemiye adalardan baharat, ağaç, sakız gibi nesnelerle birlikte keşfettikleri yerlerden numune olarak gösterebileceği, aynı zamanda rehberliklerine ihtiyaç duyacağı bir kadın ve erkek aldı. Kolomb’un Hindistan’a gitmek amacı ile yola çıkarken Amerika kıtasını keşfetmesi nedeniyle, her gördüğü adayı Hindistan sanarak burada yaşayan yerlilere “Hintli” ismini verdi. Kolomb’un sekiz ay süren yolculuğunda sonra getirilen

(23)

‘Hintliler’ koyu renk tenleri, değişik kolyeleri, uzun kara saçları ve boyalı yüzleri ile halkın dikkatini çekiyor ve halk onlara dokunmak istiyordu. ‘Hintliler’ ise şaşkın bakışları altında hiç hayal etmedikleri ve hiç akıllarına yatmayan farklı bir dünyaya geldiklerini hissediyorlardı. ‘Hintliler’in başka bir dünyaya getirilmesi aynı zamanda köleliğin de ortaya çıkmasına yol açtı. Yerliler İspanya’dan gelenler tarafından din konusunda kandırılarak puta tapar duruma getirildi, bazıları ise İspanya’ya köle olarak götürüldü. Böylece Kolomb Yeni Dünya’dan Avrupa’ya bir grup köle gönderen ilk köle tüccarı oldu (Chanda, 2009). Üç yüz seneden daha fazla süren siyah köle ticareti başladı, bu zaman dilimimde yaklaşık 13-15 milyon kişi yakalanarak köle haline getirildi (İzzetbegoviç, 2012). Keşfedilen yerlerdeki yerlilerin köle yapılması ile birlikte, birçok yerli vahşi uygulamalara maruz kaldı. Nitekim Kolomb yeni sömürgeler bulmak, daha fazla altın getirmek amacıyla 1493 yılında on yedi gemi ile Cadiz’den hareket ile ikinci yolculuğunda keşfettiği Jamayik’te, hükümdara altın tozu götürmek amacı ile yeni tebaasını vergiye tabi tuttu. On dört yaşından yukarı olan kadın, erkek herkes adam başına bir torba altın tozu getirecek, olmayan ise yerli halk bunun yerine pamuk verecekti (Şükrü, 1931: 65). Yerli halkın altın tozu verdiklerine ilişkin olarak verilen makbuz bakır parçası idi ve bu bakır parçası vergi verenler tarafından boyunlarına asılacaktı. Boyunlarında bakır parçası taşımayanlar yani vergi vermeyenler hemen yakalanıyor ve kulakları kesiliyordu. Bölgede yaşayan yerliler Yeni Dünya’nın keşfinin sonucunda, yerlilerin bazıları köle haline getirildi, birçoğu dinleri değiştirmeye zorlandı, bir kısmı ise çıkarıldıkları uzun yolculuklarda soğuktan öldü. Sağ olarak bölgelere ulaştırılan kölelerden birçoğu da yaşadıkları dünyadan farklı bir dünyaya uyum sağlamadı, hastalandı.

Kolomb ikinci yolculuğunda bazı olumsuz durumlar yaşadı. Navidad’da karaya çıktığında adamları ölmüş, kolonileri dağılmıştı. Bunun üzerine 1494 yılında yeni koloni “İsabella” kuruldu ve 1496 yılında Cadiz’e varılarak ikinci yolculuk sona erdi. 1498 yılında altı gemiyle üçüncü yolculuğa çıkan Kolomb yeni koloni Santo Domingo’da karaya çıktı. Fakat bir süre sonra saygınlığı kaybolan ve zincirler içinde İspanya’ya getirilen Kolomb’a Hindistan kral vekili unvanı dışında bütün itibarı iade edildi. 1502 yılında dört karavela ile dördüncü yolculuğuna çıkan Kolomb Hindistan’ı arayış içinde dolaşırken, İspanya’da hastalandı ve 1506 yılında hayatını kaybetti. Cenaze merasimi yapılmadan Valladolid’ce Santamarya manastırına defnedildi, aaha sonra cesedi Poservans manastırına getirildi. 1513 yılında Kral Ferdinand Kolomb’un

(24)

çürümüş kemiklerini Sevilya katedraline büyük merasimle getirdi, 1536 yılında ise Amerika Sen Dominigoye götürüldü, fakat adanın Fransızlar tarafından işgali sonucunda Kolomb’un kemikleri buradan Küba’ya getirtildi. Ve son olarak Kolomb’un kemikleri tekrar İspanya Sevilya katedraline getirtildi (Şükrü, 1931). Yeni Dünya’ya adını veren kişi ise Kolomb’un üçüncü yolculuğuna katılan Amerigo Vespucci’dir (Marc ve Brix, 1996). Kolomb’un aksine Güney Amerika’nın Asya’nın bir parçası olmayıp yeni bir kıta olduğunu düşünen Amerigo Vespucci, 1507 yılında bu konu hakkında bir mektup yazdı ve bu mektuptaki bilgi bütün dünyaya yayıldı (İnan, 1954). 16. yüzyıl ile birlikte Yeni Dünya “America” ya da “Amerigo’nun ülkesi” olarak anılmaya başlandı.

Sabri Tümer’e göre Amerika’nın keşfinde Türklerin stratejik önemi bulunmakla birlikte, Kolomb Müslümanlara ona kininden ve kıskançlığından dolayı bu durumu gizleyerek Türkler’in hakkını gasp etmiştir. Bunun en büyük kanıtı “Türk Takımadaları” ve Piri Reis’in haritasıdır. 15. yüzyılda Türklerin denizcilikteki üstünlüğü birçok tarihçi tarafından dile getirilmiştir. İspanya’nın Hristiyan olmaları yönünde Müslümanlara akıl almaz işkenceler yapması sonucunda Endülüs Müslümanları II. Beyazıt’tan yardım istemiş, bu sebeple Türk ordusu Kemal Reis kaptanlığında Amerika kıyılarına kadar gelmiştir. Ben-i Ahmer Devleti’nin Müslümanlarının kurtarılması sırasında ise karşılıklı esirler alınmıştır. İşte bu esirler Kolomb’un seferinde yer alan esirlerdir. Kolomb kıtayı keşfe ilişkin zorlu yolculukta büyük risklerin olması nedeni ile Ben-i Ahmer Savaşları’nda Kemal Reis’in tayfasından esir düşerek ömür boyu hapse mahkûm edilen üç Türk denizcinin zindandan çıkarılması konusunda Kraliçe İsabella’dan yardım istemiştir. Özellikle Türk tayfalardan takma adı Rodrigo olan Musa Reis olan bu yolculukta Kolomb’un en önem verdiği isimdir. Nitekim Musa Reis yolculuk sırasında isyan çıkartan tayfaların Kolomb’u öldürmek istemesine engel olmuştur. Musa Reis’in bu desteğine rağmen Kolomb, Musa Reis’in sıradan bir tayfa olmadığını, gizli bir din (İslam) taşıdığını, bu durumu kendisinden başka kişinin bilmediğini, kendisine yol gösteren, akıl hocalığı yapan ve ilk karayı gören kişinin Musa Reis olmasına rağmen, mükâfatı bir Müslüman’a vermek istemediğinden bahsetmiştir. Diğer iki Türk tayfa ise dinlerinin öğrenilmesinin sonucunda Hristiyan olması için baskı yapılmıştır, fakat baskıları kabul etmeyen denizciler denize atlayarak intihar etmişlerdir. Sonuç olarak Türkler Amerika kıtasına

(25)

Kolomb’dan önce giderek, haritasını çıkarmışlardır. Kolomb Amerika’nın keşfinde Türk’ün şerefli payını gaspetmişti (Tümer, 2011: 97).

Sabri Tümer’in yukarıdaki tezine ilişkin kanıt olarak sunduğu Piri Reis’in haritasını, “Piri Reis’in haritasını yaparken Kolomb’un haritasından yararlanıp yararlanmadığına” ilişkin tartışma eşliğinde ele alacağız. Osmanlı denizcisi ve haritacısı Piri Reis’in asıl adı Muhiddin’dir. Karamanlı Hacı Ali Mehmet’in oğlu Piri Reis’in 1460-1470 yılları arasında doğduğu kabul edilir. Piri Reis Türk denizciliğinin önemli merkezlerinden biri olan Gelibolu’da hayata gözlerini açar ve on iki yaşından itibaren amcası, bazı kaynaklara göre dayısı olan büyük Türk korsanlarından Kemal Reis’in gemisinde yer alır. Ancak burada “korsan” tabiri ile ilgili açıklama yapılması gerekir. Korsanlık o dönemlerde iki anlama gelecek şekilde kullanılır. Korsanın bir anlamı deniz hırsızları olarak kanlı baskınlar yapan kişiler olarak bilinir. Diğeri ise adları sanları belli, örgütlenmiş, çoğunlukla filoları ve üsleri bulunan ve korsanlık denilen etkinliği yalnız ülkesinin düşmanlarına karşı uygulayanlardır (Çabuk, 1988: 16). Bu korsanlar bazen bir hükümdara bağlı olarak onunla işbirliği halinde de olabilir. Türk denizciliğinde korsanlar genellikle donanmaya katılarak rütbe alır ve başarılı olmaları durumunda “Paşa” unvanını kazanır. Nitekim Kemal Reis’in korsanlığı ülkesinin düşmanlarına karşı olarak gerçekleşir, daha sonra Kemal Reis Osmanlı donanmasına katılır.

Piri Reis Kemal Reis’in gemilerinde Akdeniz kıyılarını dolaşarak Ege, Adriyatik, İtalya, Fransa, İspanya ve Tunus limanlarında incelemeler yapma fırsatını yakalamıştır. Amcası ile birlikte II. Beyazıt’ın daveti üzerine devlet hizmetine girerek, deniz savaşlarına katılmıştır. Piri Reis’in adı ilk defa Türk deniz tarihinde gemi komutanı olarak muharebelere katıldığı ve sonunda düşman donanmasının kesin bir yenilgiye uğratıldığı 1499-1502 Türk-Venedik harbindeki hizmetleri ile geçmiştir (Çabuk, 1988: 17). Komutanlık görevi ile birlikte bilimsel olarak çalışmalarına devam etmiştir. 1511 yılında amcasının ölümü üzerine denizlerden ayrılarak Gelibolu’ya dönerek harita çizimiyle uğraşmaya başlamıştır. Önce Türk denizcisi Barbaros’un, daha sonra Sultan Selim’in hizmetine girmiş, Gelibolu’da 1513 yılında çizdiği ve daha sonra 1517’de tamamladığı dünya haritasını Sultan Selim’e sunmuştur. Sultan Süleyman’ın tahta geçmesiyle Türk donanmasında görev alan Piri Reis, 1525’te Kitab-ı Bahriye’yi tamamlamıştır. Sadrazam İbrahim Paşa tarafından kitabın padişaha verilmek üzere

(26)

temize çekilmesi emri ile Piri Reis Kitab-ı Bahriye’yi temize çekip tamamlamış ve Sultan Süleyman’a sunarak, hünkârın beğenisi kazanmıştır.

Kitab-ı Bahriye bir deniz klavuzu niteliğindedir. Kitapta deniz kıyılarındaki kara parçalarının tarihi, kültürel, sosyo-ekonomik özellikleri ile birlikte gemiciliğe ilişkin önemli bilgiler yer almaktadır. Kitab-ı Bahriye’de Piri Reis denizleri, adaları, şehirleri ve bu şehirlerde yaşayan insanların ne yediklerinden neye inandıklarına kadar birçok şeyi ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. 1547 yılında Hint Kaptan-ı Deryalığı’na getirilerek, önemli zaferler kazanan Piri Reis, Son seferini Portekiz’i Osmanlı sularından uzaklaştırma amacı ile gerçekleştirmiştir. 1552 yılında harekete geçerek önce Maskat Kalesi’ni alarak Hürmüz Boğazı’ndaki düşman gemilerini kaçırmayı başarmıştır. Portekiz’in güçlü gemilerine karşı Akdeniz tipi kadırgalardan oluşan filosu yıprandığı için Basra’ya gitmiştir. Portekizlilerin Süveyş’e dönmeye karar vermesi üzerine, Basra’da Osmanlı Valisi’nden yardım alamaması ve kürekçilerin dağılması problemleri ile karşılaşması sonucu, donattığı üç kadırgadan birinin batması üzerine sadece iki kadırga ile 1553’te Süveyş’e gelebilmiştir. Bir yıla yakın zaman yokluğunda Piri Reis, savaşta askerlerini bırakarak kaçtığı iddiası ile suçlanarak Mısır’da İstanbul’dan gelen ferman gereği 1554 yılında idam edilmiştir. İdamla birlikte Piri Reis’in eşyaları ve çalışmaları dağıtılmıştır. 1929 yılında Topkapı Sarayı’nın müze haline getirilmesinde bulunan Piri Reis’in dünya haritası, Atatürk’ün emri ile Ankara’ya getirtilerek, haritada incelemeler yapılmıştır. Yapılan araştırmalar sonucunda eserde gerçek ile örtüşmeyen bir bilgiye rastlanılmamıştır (İnan, 1954).

Piri Reis kitabında isimleri Bahr-i Çin, Hint Denizi, İran Denizi, Bahr-i Zenci (Hint Okyanusu), Batı Denizi, Bahr-i Rum (Akdeniz) ve Bahr-i Kolzum (Hazar Denizi) olan yedi denizden bahsetmiş ve Atlas Okyanusu’nu Bahr-i Mağrib (Batı Denizi) ve Bahr-i Azam (Ulu Deniz) olarak iki kısımda ele almıştır (Senemoğlu, 1973). Bahr-i Mağrib’i Septe boğazından batıya doğru dört bin mil eninde bir deniz olarak belirten Piri Reis, bu denizin öbür ucunda Antilye kıtası olduğunu açıklamıştır. Piri Reis 1465 (870 H.) yılında Antil olarak bilinen kıtanın denizciler tarafından bulunduğundan bahsetmiş ve Orta Amerika’ya “Antilye Vilayeti”, Güney Amerika sahillerine de “Antilye Kıyıları” olarak isimlendirmiştir. Piri Reis Antilye’nin dağlarında altın, denizlerinde inci olduğunu, kara, ak, yeşil ve kızıl olmak üzere farklı renklerde meşhur büyük kuşların olduğunu ve insanlarının garip kıyafetler giydiklerini belirtmiştir. Piri

(27)

Reis İskender’den daha önce yazılmış olduğunu düşünülen bir kitabın Efrenç iline geldiğini, bu kitabı Ceneviz’de Kolon isimli bir müneccimin okuduktan sonra İspanya beyine giderek bir gemi Antilye’ye gittiğinden bahsetmiştir. Piri Reis’in bu açıklaması Fuat Sezgin’e göre 1474 yılında Floransa’lı Paolo Toscanelli tarafından Lizbon’da Canonicus Fernam Martins’e gönderilen orijinal bir Arap haritasının İtalyan versiyonuna dayanmaktadır ve Kolomb seferlerinde bu haritayı kullanmıştır (Sezgin, 2013). Çünkü Kolomb ve kardeşi tarafından hazırlanan harita incelendiğinde haritalar, ulaşılan bölgeler ile ilgili yeterince bilgi vermeyen, basit bir tasvir niteliğindedir. Bu nedenle Kolomb öncesi kıtaya en az bir kere başarılı bir sefer yapılmıştır. Yıldız Sarayı’ndan üniversite kitaplığına taşınan 10803 No.da kayıtlı, Vakanüvis Esat Efendi’nin, “Hülasai Ahvali Tunus ve Garp” adlı eserinin 400. sahifesinde, Barbaros, Kanuni’ye yazdığı mektupta, o günün Astronomi ve Coğrafya bilimlerine dayanarak; Amerika Kıtası’nın Türk denizcileri tarafından Kristof Kolomb’dan önce bilindiğini söyler ve bu yerlerin işgal edilmesi için padişahtan izin ister (Tümer, 2011: 84). Padişah ise İbrahim Paşa’nın “ülkemize çok uzak” gerekçesiyle olumsuz cevap vermesi üzerine padişah bu keşiften vazgeçer.

Sevim Tekeli’ye göre ise Piri Reis Amerika kıyılarını çizerken Kolomb’un haritasına sadık kalarak, onu pek çok noktadan tekrarlamıştır (Tekeli, 1997). Sabri Tümer’e göre Piri Reis haritasının kenarında Kolomb’un haritasından yararlandığını yazmıştır, fakat bu yararlanma yer adlarını esas alarak olmuştur, çünkü Kolomb’un haritasındaki yanlışlıklar Piri Reis’in haritasında yer almamaktadır. Piri Reis’in kitabında Antil Adası’nın keşfine ilişkin farklı tarihler yer almaktadır. Haritanın kenarında kıtanın Arap tarihine göre 896, Bahriye kitabında ise Hicri 870 yılında bulunduğu yazmaktadır. Her iki tarih de Kolomb’un keşif tarihi olan 1492 yılından öncedir. Bu tarihler dikkate alındığında keşif aslında gizlenmeye çalışılmıştır. Bu gizleme çabasının nedeni o günün siyasi koşullarına göre, özellikle din taassubu yüzünden takma adı Rodrigo olan ve Kolomb’un gemisinde bulunan Musa Reis’in Amerika’nın üçüncü seferine ait haritayı Kolomb’un Kral ve Kraliçenin gözünden düşerek zincire vurulduğu sırada Kemal Reis’e kaçırmış olabileceğidir. Piri Reis Musa Reis isminden bahsetmeden “Kemal Reis’in kulu” diyerek, Kolomb ile üç defa sefere çıktığından bahsetmektedir. Piri Reis kendi bilgisini gizleyerek birçok haritadan yararlandığından bahsetmesi, haritasını çizdiği yerlere gitmesinin yasak olması ile de açıklanabilir. Ayrıca tarihçilere göre Macellan’ın Güney Amerika kıyılarına 1519’da

(28)

indiği belirtirken, Piri Reis Macellan’dan altı yıl önce 1513 yılında bu yerlerin haritasını çizmiştir (Tümer, 2011). Metin Soylu’ya göre ise Piri Reis’in haritasının doğruluğu açıktır, çünkü Kolomb’un haritasından yararlanması durumunda Kolomb’un haritasındaki yanlışlıklar Piri Reis’in haritasında da görülmesi gerekir. Kolomb’un haritasında adalar dağınık, düzensiz ve ölçümlerde yanlışlıklar söz konusu olmasına rağmen, Piri Reis’in haritası dönemin şartlarına göre oldukça bilimsel bir tekniğe sahip olarak doğru bir şekilde çizilmiştir. Harita nirengi sistemiyle öklit düzlemine göre ve dünya onaltıgenlik bir yapı olarak çizilmiştir. Nitekim bilim adamları tarafından 20. Yüzyılda dünyanın “sonsuz gen” anlamına gelen Jeoid formülü hesaplanamadığından dolayı, Jeoid kavramı Geoid’e dönüştürülmüştür. Fakat Piri Reis’in haritası tamamlandığında dünya onaltıgenlik olarak Jeoid’in ana parçası olduğu ortaya çıkmaktadır (Soylu, 2003).

1.3.2. Amerika Kıtası’nın Kolomb Öncesi Keşfi

Fuat Sezgin’e göre 18. yüzyıla kadar Avrupa’da boylam ölçümlerinin doğru yapılamazken, şaşılacak derecede bu tarihlerden önceki haritalarda enlem ve boylam ölçülerinin doğru olmasının nedeni Avrupalı “kâşif”lerin kullandığı haritaların menşeinin Arap-İslam kültüründen gelmesidir. O tarihlerde gerçeğe çok yakın boylam ölçümünün yapılabildiği tek bölge Arap-İslam kültür dünyasıydı (Sezgin, 2013: 34). Sezgin öncelikle Gavin Menzies tarafından dile getirilen ve Amerika kıtasının Çinliler tarafından keşfedildiğine ilişkin iddiaya karşı çıkmaktadır. Gavin Menzies Kolomb’un Karayipler’e ulaşmasından yetmiş yıl kadar önce materyal, bilimsel veri ve denizcilik tecrübesine sahip Çinli denizcilerin Ümit Burnu’nu geçerek, Atlas Okyanusu’na ulaşarak, Antarktis’i, Arktis’i, Kuzey ve Güney Amerika’yı araştırarak, Büyük Okyanus’a ve Avustralya’ya yelken açmasından bahsetmektedir. Fakat 1402 tarihli Çin-Kore versiyonu harita ve 1524-1564 tarihlerinde yayımlanan gözden geçirilmiş haritaları inceleyen Walter Fuchs ve Joseph Needham, haritalarda Güney Afrika’nın üçgen şeklinin ve tam tasvirinin ancak İslam dünyasından alınan bilgilerle açıklanabileceğini belirtmişlerdir. Avrupa’da tespit edilen yaklaşık yüz ve Afrika’da otuz beş Arapça yer ve ülke ismi bu görüşü desteklemektedir (Sezgin, 2013: 11).

Sezgin Amerika kıtasının Müslüman denizciler tarafından keşfine ilişkin olarak beş haritayı kaynak olarak gösterir: Piri Reis’in haritası, 1502 tarihli Alberto Cantino’nun haritası, Kolomb’un kaptanı Juan de la Casa’nın 1500 tarihli haritası, Cava

(29)

atlası ve 1459 tarihli Dünya haritası. Bu haritalar incelendiğinde birbirlerinden kopya edildiğine ilişkin bir kanıt olmamakla birlikte, tümünün bir ana nüshadan çıkma ihtimali söz konusudur. Bu üç haritada özellikle Brezilya sahil şeridi hem enlem hem de boylam olarak gerçeğe yakın bir şekilde çizilmiştir. Nitekim Kolomb’un koordinat ölçümlerindeki büyük hatasının nedeni, Avrupa’da boylam farklarının, astronomik olayların, özellikle ay tutulmalarının iki ayrı yerde zaman farkı ölçme metoduna dayanmasıydı. Bu metod doğru ve taşınabilir bir kronometre henüz olmadığı için Kolomb’u kabul edilebilir bir doğruluğa ulaştırmıyordu. Ayrıca Kolomb enlem ölçme konusunda da gerçekle karşılaştırıldığında büyük farklara ulaşan sonuçlara yaklaşmıştı.

Sezgin’in kaynak olarak gösterdiği haritalardan ilki olan Piri Reis’in haritasını yukarıdaki bölümde detaylı bir şekilde ele almıştık. 1502 tarihli gerçeğe hayli yakın olan Alberto Cantio’nun haritasında, Kuba, Haiti, Jamaika, Puerto Rico, Antiller ve Colomb’un haritasında yer almayan Karayip adaları bulunmaktadır. Kolomb’un ilk üç yolculuğunda kaptanlık yapan İspanyol Juan de la Cosa tarafından 1500 yılına çizilen, hatası oldukça az olan haritada ise, Kuba, Haiti, Jamaika, Puerto Rico, Bahama adaları, Meksika Körfezi ile Kuzey Amerika’nın Karayip kıyılarına yer verilmiştir. Bu nedenle 1503-1508 tarihleri aralarında keşfedildiği kabul edilen Güney Amerika sahilleri ile Karayip takımadaları bu haritalarda gerçek görünümü ile birlikte adlarıyla bulunmaktadır. Bu konu ile ilgili bir diğer önemli belge Cava dilinde bulunan atlasın bir bölümüdür. 26 bölümden oluşan orijinal atlas 1511’de Malakka’nın fethi sırasında Portekizliler tarafından ele geçirilmişti (Sezgin, 2013: 31). Bu haritada 1511 veya daha erken bir tarihte Güney Amerika sahil şeridi gösterilmektedir. Bu harita 9’uncu/15’inci yüzyılda Arap-İslam denizciler tarafından çizilen bir haritanın kopyasıdır. Nitekim bu harita modern haritalarda gösterilen Brezilya sahili ile hemen hemen uygunluk göstermektedir. Fra Mauro tarafından 1459’da yapılan dünya haritasında ise, 1420 yılında gerçekleşen bir Arap denizi savaşından bahsedilmektedir. Bu haritaya göre 1420 dolaylarında bir geminin Hint Okyanusu’ndan “Erkek ve Kadın Adaları”na gitmek üzere Kurtlar Burnu ya da Ümit Burnu’nu dolaşıp Karanlık Okyanus’taki Yeşil Adalar’a uğrayarak batıda Algarve’ye ulaştığı belirtilmektedir. Bu haritada kayıt edilen bilgiler Avrupalı kâşifler tarafından kullanılan haritaların Arap-İslam menşeili olması gerektiğine ilişkin tezi doğrulamaktadır. Nitekim burada belirtilen Karanlık Okyanus Arap Coğrafyacıları tarafından Atlantik açık denizi için kullanılmaktadır, Kurtlar Burnu da Arapça bir ifadedir. Tüm bu bilgiler ışığında 14. yüzyıl başlarında Avrupa’da

(30)

dolaşıma giren en eski bölgesel haritalardan olan portolan haritaları aslen Avrupalıların eseri olarak kabul edilerek, bu haritaların Arap-İslam kökenli olabileceği ihtimali yok sayılmıştır. Müslümanlar 2’inci/8’nci yüzyıl gibi erken bir tarihte Madagascar’a ulaşmış, 3’üncü/9’uncu yüzyılda İslam Doğu Afrika’nın geniş bölgelerine ve Mozambik’e kadar yayılmıştı (Sezgin, 2013: 42). Denizcilerin gök cisimlerini yüksekliğini ölçmek için kullandıkları Yakup sopası, çok gelişmiş deniz pusulaları, İslam denizcilik kuralları, mükemmel haritalar ve kaptanlar sayesinde Portekizliler kısa zamanda bütün Hint Okyanusu’nu öğrenmiştir. Yukarıda ele alınan konuyu kısaca gözden geçirerek sonlandıralım: Müslümanların veya Arapların 4’üncü/10’uncu yüzyılın ilk yarısından itibaren, önce Portekiz ve sonra da Batı Afrika sahillerinden batıya seyahat ederek defalarca Okyanus’u geçmeye çalıştığına dair tarihsel kanıtlar mevcuttur (Sezgin, 2013: 46). Müslüman denizciler 9’uncu/15’inci yüzyılda Okyanus’taki yeni kıtalara ulaşarak, ulaştıkları yerlerin de haritasını çıkarmışlardır.

Fuat Sezgin’in dile getirdiği “18. Yüzyıla kadar Avrupa’da boylam ölçümlerinin doğru yapılamazken, bu tarihlerden önceki haritalarda enlem ve boylam ölçülerinin doğru olmasının nedeni olarak kullanılan haritaların menşeinin Arap-İslam kültüründen gelmesine ilişkin bilginin yok sayılması” durumunu Wallerstein’in sosyal bilimlere ilişkin tezi ile yeniden yorumlayabiliriz. Modern dünya sisteminin bir ürünü olarak kurulduğu andan itibaren Avrupamerkezci olan sosyal bilim, Avrupa’nın bütün dünya sistemine hükmettiği bir noktada Avrupa’nın sorunlarına cevap olarak ortaya çıkmıştır. Sosyal bilimin Avrupamerkezciliğini (1)tarihyazımında, (2)evrenselciliğinin dar

görüşlülüğünde, (3)(Batı) medeniyet(i) hakkındaki varsayımlarında, (4)

Şarkiyatçılığında ve (5)ilerleme teorisini dayatma girişimlerinde ifade ettiği ileri sürülmüştür (Wallerstein, 2003: 185). Biz bu maddelerden konumuzla ilgili olarak tarihyazımı maddesini incelemeye çalışacağız. Bu beş maddeden tarihyazımı diğer maddeler için temel niteliktedir ve bu madde Avrupa’nın modern dünya üzerindeki hâkimiyetinin Avrupa’ya özgü tarihsel başarılarla açıklanmasını içermektedir. Bu yaklaşımda Avrupa dünyadaki diğer insanlardan farklı şeyler yaparak sanayi devrimini, büyümeyi, modernliği, kapitalizmi ve bireysel özgürlükleri başlattığı vurgulanmakla birlikte, asıl sorgulanması gereken nokta bu gelişmeleri Avrupalıların mı başlattığını, başlatmışsa ne zaman başlattığını, neden Avrupalıların başlatmış olduğu ve bunu hangi gerekçelerle başlatmış olduklarına ilişkindir. Bu sorgulamalar ile birlikte sorgulamaya açılmamış bir başka öncülün de devreye sokulması gerekmektedir. Bu öncül de şudur:

Referanslar

Benzer Belgeler

Dünya Sosyal Forumu süreci boyunca, Toplumsal Hareketler Asamblesi, farklılıklarımızla birlikte kapitalizme, patriyarkaya, ırkçılığa ve ayrımcılığın her türlüsüne

Fakat aynı tutumla uyumsuz olarak komünist söylemcilerine karşı ‘demokrasiyi sınırlandırma’ olarak değerlendirecek teşebbüsleri de olmuştur (Kırkpınar, 2018: 355;

Hafta: 2008 Sonrası Toplumsal Hareketler Video ve Tartışma: The Square (Meydan) 3.Hafta: Toplumsal Hareket ve Devrim 4.. Hafta: Toplumsal Hareket

Yersizyurdsuzlaşma Üzerine, Toplumbilim, V(Gilles Deleuze Özel Sayısı), 19-21. The coming of post-industrial society. New York: Basic Books. Tunç Çev.). İstanbul: Dergah

“İletişime bu denli yoğun ilgi duymamın sebebi, günümüz toplumlarında gücün, medya ve iletişim ile ifade edilmesi ve o alanda varlık göstermesidir.

Aberle (1966) toplumsal hareketleri, hareketin değiştirmeye çalıştığı şey ve ne kadarlık bir değişikliğin savunulduğu gibi özelliklerinden hareketle alternatif,

Yeni toplumsal hareketler, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumun sistem yıkıp sistem kurucu ideolojilere olan güven ve inancının sarsılması, böylelikle

Antimikrobiyel testler AATCC 100 standartına göre, hastane enfeksiyonlarına en çok neden olan S. Aureus bakterisi ile yapılmıĢtır. Testler EKOTEKS‟in