• Sonuç bulunamadı

5.2. Radikalleşme Sürecine Etki Eden Faktörler

5.2.3. Yanlış Devlet Politikaları

Radikalleşme sürecine etki eden bir diğer faktör ise devletler tarafından uygulanan yanlış politikalardır. II Dünya savaşının verdiği devasa kayıplar, ikinci dünya savaşından sonra ortaya çıkan iki kutuplu dünya düzeninde bulunan büyük devletlerin savaşı göze alamamalarıyla sonuçlanmıştır. Sıcak savaş yerine soğuk savaşı tercih eden bu ülkeler, düşmanı oldukları ve güçsüzleştirmek istedikleri ülkeleri, içerisindeki şiddet içeren eylem ve radikal grupları destekleyerek rakiplerini güçsüzleştirmeye ve etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır. Bu hareket tarzı ülkelerin radikal eğilimli gruplarla iç içe girmeleriyle sonuçlanmıştır. (Baharçiçek, 2011, s.29). Özellikle her iki kutup tarafından soğuk savaş döneminde desteklenen terör grupları, bu dönemin sona ermesiyle faaliyetlerini sona erdirmemiş ve küresel bir sorun olarak ortaya çıkmıştır.

Soğuk savaş döneminde hem bölgemizde, hem de dünyada birçok etnik kökenli ve dini istismar eden terör örgütü diğer devletler tarafından destek görmüş ve varlıklarını devam ettirmişlerdir. Özellikle Ortadoğu, terör örgütlerinin serbestçe hareket ettikleri alanlar haline gelmiştir. Demokratik olmayan otoriter rejimlerin teröre verdikleri destek, terör örgütlerinin faaliyetlerini arttırarak devam ettirmesinde etkili olurken, otoriter devletlerin temel hak ve özgürlükler arayışı içerisinde olan gruplara yönelik uyguladıkları baskıcı yaklaşımlar, bu ülkelerdeki radikal eğilimlerin artmasına sebep olmuştur. Bu yaklaşım sonucu, temel hak ve özgürlükleri doğrultusunda faaliyet gösteren siyasi gruplar, baskıcı yönetimlere karşı demokratik yollardan hak talebinde bulunamayacakları ve bu hak arayışının ancak siyasi iradeye karşı güç kullanarak elde edilebileceği inancını kazanmışlardır. Otoriter rejimlerin sürdüre geldikleri baskıcı politikalar, hak arayışı içinde olan grupların radikalleşmeleri ve şiddet içerikli terör eylemlerine yönlenmeleriyle sonuçlanmıştır. Bir farklı değişle şiddetle bastırılmaya çalışılan demokratik talepler, radikal gruplar ve terör örgütlerinin daha geniş kitlelere

ulaşarak, bu gruplara olan desteğin zaman içerisinde artmasıyla sonuçlanmıştır (Baharçiçek, 2011, s.30).

11 Eylül saldırıları radikal akımların miadı durumundadır. Soğuk savaş döneminde hem ABD hem de SSCB tarafından beslenen terör örgütleri, soğuk savaş sonrasında eski koruma kalkanlarının dışında kalarak, faaliyetlerine devam etmişlerdir.

Özellikle El Kaide terör örgütü 11 Eylül’e kadar artan terör eylemlerini, 11 Eylül saldırılarıyla en üst seviye taşımıştır. 11 Eylül saldırıları sonrası terörle mücadele kavramı ABD ve diğer batılı ülkeler için farklı bir mana kazanmıştır. Özgürlükler ülkesi ve Demokrasinin beşiği olarak bilinen ABD yaşamış olduğu terör şoku neticesinde terörle mücadele bağlamında attığı adımlarda, özgürlük güvenlik dengesi bozularak, aşırı güvenlikçi politikaları tercih etmiştir. Bu yaklaşım kısa vadede uygulanabilir olarak görünse de uzun vade de birçok yanlış uygulamayı ve sorunu beraberinde getirmiştir. Irak ve Afganistan işgalleri ve işgallerin beraberinde getirdiği gayri insani müdahaleler ve uygulamalar, radikal grupların taban kazanmaları ve yapmış oldukları mücadeleyi kendileri açısından meşru bir zemine oturtmalarıyla sonuçlanmıştır.

Özellikle Irak’taki Ebu Garip hapishanesi ve Guantanamo kamplarında, El Kaide ile bağlantılı olduğu değerlendirilen tutuklulara yapılan işkence ve kötü muameleler, terörizme karşı yapılan savaşın meşruiyetinin sorgulanmasına sebep olmuştur. Bu dönemde Irak ve Afganistan da gerçekleştirilen müdahalelerde, ABD ve diğer batı ülke askerlerinin terörist sivil ayrımı gözetmeksizin gerçekleştirdikleri katliamlar ve evrensel insan haklarına aykırı uygulamalar, birçok kişi ve grup tarafından radikal terör gruplarının yaptıkları terör faaliyetlerinin meşru olarak görülmesiyle sonuçlanmıştır (Bal, 2006a, s.91-101).

Küreselleşme yaygın televizyon ve internet kullanımını da beraberinde getirmiş, bu teknolojik gelişimler sayesinde devletlerin uyguladığı hiçbir yanlış politika gizli kalmayarak, zaman içerisinde açığa çıkmıştır. 11 Eylül saldırıları sonrası batılı ülkelerin İslami gruplara karşı uyguladıkları rencide edici ve aşırıcı politikalar, radikal dini gruplar tarafından kullanılarak, terör örgütlerine kazandırmaya çalıştıkları bireylerin radikalleşmesinde aktif bir şekilde kullanılmıştır.

Ülkemizde radikalleşme hareketlerinde özellikle darbe dönemlerinde devlet eliyle aşırı güç kullanımı, etnik, dini ve ideolojik bazı temellere sahip grupların radikalleşmesi ve terör örgütlerinin halkı devlete karşı kışkırtmasıyla sonuçlanmıştır.

Özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinde yaklaşık 40 senedir PKK/KCK terör örgütünün korkusu ile yaşayan halk, kendini güvende hissetmediği noktalarda güveni terör

örgütüne sığınmakta ya da Hizbullah gibi alternatif terör örgütlerinin koruma kalkanı altına girmekte bulmuştur.

Devletin PKK’ya karşı halkın güvenini sağlayamadığı, yargının davaları zamanında sonuçlandıramadığı, diyanetin camilere imam atayamadığı, okullara atanan öğretmenlerin yetersiz kaldığı noktalarda Hizbullah terör örgütü kısa sürede bölgede alternatif bir güç ve otorite haline dönüşmüştür. Otorite boşluğundan kaynaklı durumlarda bölgede yaşayan gençler aşiret reislerinden gördükleri baskıdan ailelerinden gördükleri baskıya kadar örgüte aktarır bir duruma gelmişlerdir. Bu da bireylerin terör örgütlerine bağlılığını ve bireylerin radikalleşmesini beraberinde getirmiştir (UTSAM Rapor No:3, 2008, s. 16).

Bölge halkının bu dönemde Hizbullah terör örgütüne yönelmesinde ki bir diğer faktör ise, bölgede faaliyet gösteren diğer terör örgütlerinin bireylere uyguladığı baskıdan kaynaklanmaktadır. Hizbullah terör örgütünün örgüt üyelerinin profilleri incelendiğinde, kendisi, aile bireyleri veya akrabalarından en az bir tanesi PKK/KCK terör örgütünün baskı ve saldırısına maruz kaldığı gözlemlenmektedir (UTSAM Rapor No:7, 2009, s. 10). Bölgede oluşan bu otorite boşluğu ve güvensizlik ortamı bireyleri terör örgütüne yönlendiren bir diğer etken olagelmiştir.

Terörizmle mücadele uzun soluklu ve çok sektörlü çalışmayı gerektiren bir kavramdır. Bu yüzden terörizmle mücadelede, devlete ve güvenlik güçlerine düşen görevlerin ayrımının iyi bir şekilde yapılması gerekmektedir. Güvenlik güçlerinin terörle mücadeledeki görevi iki başlık altında incelenebilir. Birincisi suç olgusu oluşana kadar gerçekleştirilen önleme çalışmaları, ikincisi ise suç oluştuktan sonra gerçekleştirilen operasyonel çalışmalardır. Terör sorususun ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi ve psikolojik nedenlerinin ortadan kaldırılması ise devlet eliyle yürütülmesi gereken uygulamalardır. Ülkemizde özellikle PKK terör örgütüne yönelik uzun yıllar sürdürülen güvenlik eksenli yaklaşımlar, operasyonlarda yakalanan bireylerin yargıya teslim edilmesi veya çatışmalarda etkisiz hale getirilmesinden öteye gitmemiştir (UTSAM Rapor No:7, 2009, s. 13). Salt güvenlik politikalarının ön plana çıktığı, terörün oluşumuna sebep olan nedenlerin tamamen ortadan kaldırılmasını amaçlayan uygulamaların göz ardı edildiği ve operasyonlarla etkisiz hale getirilmeye çalışılan terör örgütü üyelerine yönelik gerçekleştirilen yanlış uygulamalar, bireyler ve aileleri terör örgütüne bir adım daha yaklaşmıştır.

Cezaevi ve sonrası örgütlenme terör örgütleri için hayati önem taşımaktadır.

Cezaevine düşen terör örgütü üyeleri, cezaevinde örgütsel propagandaya maruz

kalmakta, şahısların kendileri ve aileleriyle terör örgütleri yakından ilgilenmekte bu sebeple bir manada cezaevleri terör örgütleri için örgütleme üssü olarak faaliyet göstermektedir.

Dini istismar eden terör örgütleri de cezaevi ve sonrası süreçleri radikalleşme ve bireylerin örgüte kazandırılması konusunda aktif olarak kullanmaktadır.

Hizbullah terör örgütüne son dönemde gerçekleşen katılımların büyük bir çoğunluğu eski örgüt mensuplarının çocuklarından oluşmaktadır. Öte yandan son dönemde gerçekleştirilen operasyonlarda gözaltına alınan örgüt mensuplarının %30’unu cezaevinden çıktıktan sonra örgütsel faaliyetlere tekrar devam eden bireyler oluşturmaktadır (UTSAM Rapor No:3, 2008, s. 17).

Cezaevlerinin içinde bulunduğu durum gösteriyor ki, cezaevlerindeki rehabilite faaliyetleri yetersiz kalmakta ve terör örgütleri cezaevi sürecini örgütlenme aracı olarak aktif bir şekilde kullanmaktadır. Bu bağlamda, cezaevi ve sonrası süreçte bireylerin terör örgütlerinden koparılması için politikaların tekrar gözden geçirilerek, bu sürecin bireylerin örgütlü yapıdan koparılması için devlet görevlileri tarafından en az terör örgütleri kadar aktif kullanılması amaçlı gerekli çalışmaların yapılması gerekmektedir.