• Sonuç bulunamadı

Ve yanlış düşündüğü izzetini,

9. Ve ehemmiyetsiz rekabetkârâne hissiyâtını terket-mekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla îfâ eder. (Lem’alar, s. 189)

 47 

Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Sizin tesânüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiği-min sebebi; yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için de-ğil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-yı is-tinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir ha-kikate dayanmaya pek çok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez,

Avâm-ı ehl-i iman: Sıradan mü-minler.

Bâtıl: Haksız, yanlış.

Hakkâniyet: Doğruluk, hakperest-lik.

Îfâ etmek: Yerine getirmek, ger-çekleştirmek.

Nokta-yı istinad: Dayanak nok-tası.

Rekabetkârâne: Rekâbetli bir şe-kilde.

Savlet: Saldırı.

Şahs-ı mânevî-i dalâlet: Dalâleti temsil eden genel özellikler, dalâ-letin hükmî şahsiyeti.

Tahkikî iman: Delile dayanarak ulaşılan, sağlam, sarsılmaz iman.

bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesânüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlup olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefâhete iltihaktan kurtulur. (Şuâlar, s. 311)

 48 

Aziz, Sıddık Kardeşlerim Hüsrev* ve Mehmed Fey-zi,* Sabri!*

Ben sizlere bütün kanaatimle itimat edip istirahat-i kalble kabre girmek.. ve Nurlar’ın selâmetini size bı-rakmak bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayır-mayacak biliyordum. Şimdi, dehşetli bir plânla Nur’un erkânlarını birbirinden soğutmak için resmen bir iş’ar var. Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadâkatiniz ve Nurlar’a şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüz’î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeye

Cüz’î: Pek az.

Erkân: İleri gelenler.

Hüccet: Delil.

İltihak: Katılma, birleşme.

İstirahat-i kalb: Kalb huzuru, gö-nül rahatlığı.

İş’ar: Hissettirme, duyurma.

Kuvve-i mâneviye: Mânevî güç, moral.

Kuvvet-i sadâkat: Sadâkatin, bağ-lılığın gücü.

Merci: Başvurulan yer, merkez.

Mukteza: Gerek, îcab.

Mürşid: Rehber, üstad.

Sefâhet: Haram helal demeden zevk peşinde olma, eğlence düş-künlüğü.

mükellefsiniz. Yoksa kat’iyen bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi, Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum. Üç günden beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsıyordu. Şimdi kat’iyen bildim ki;

göze bir saç düşmek gibi az bir nazlanmak, sizin gibile-rin mâbeyninde hayat-ı nuriyemize bir bomba olur.

Hatta size bunu da haber vereyim; geçen fırtına ile bi-zi alâkadar göstermeye çok çalışılmış. Şimdi, mâbeyninize az bir yabanilik atmaya çabalıyorlar. Ben sizin hatırınız için her birinizden on derece ziyade zahmet çektiğim hâlde, sizden hiçbirinizin kusuruna bakmamaya ka-rar verdim. Sizden dahi, haklı ve haksız olsa benlik yapmamak, üstadımız olan şâkirtlerin şahs-ı mânevîsi nâmına istiyorum. Eğer o acîb yerde beraber bulunmak-tan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahirî’nin* koğuşu-na gidiniz. (Şuâlar, s. 494)

Said Nursî

 49 

Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Bu eski ve yeni iki Medrese-i Yusufiye’deki şiddet-li imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen

Acîb: Şaşırtıcı, hayret verici.

Hayat-ı Nuriye: Risale-i Nur daire-sinde yaşanan hayat.

Mâbeyn: Ara.

Medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un

(a.s.) zulüm, iftira sebebiyle hak-sızca senelerce zindanda kalma-sından kinâye olarak, aynı kade-ri paylaşanların nefsî terbiye ve te-rakkiye vesile olduğu için hapsedil-dikleri yere verhapsedil-dikleri isim.

ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı hâlde talebeliği-ni bırakmayan ve bu kadar tehâcüme karşı kuvve-i mâneviyesi kırılmayan zâtları ehl-i hakikat ve nesl-i âti alkışlayacakları gibi, melâike ve ruhâniler dahi al-kışlıyorlar diye kanaatim var.

Fakat içinizde hastalıklı ve nazik ve fakirler bulun-masıyla, maddî sıkıntı ziyadedir. Ve buna karşı da her biriniz, her birisine birer tesellici.. ve ahlâkta ve sabır-da birer numûne-i imtisal.. ve tesânüd ve taltifte birer şefkatli kardeş.. ve ders müzakeresinde birer zeki mu-hatap ve mücîb.. ve güzel seciyelerin in’ikasında bi-rer ayna olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir diye düşünüp ruhumdan ziyade sevdiğim sizler hakkında teselli buluyorum… (Şuâlar, s. 494)

 50 

Kardeşlerim!

Gerçi yeriniz çok dardır, fakat kalbinizin genişliği o sıkıntıya aldırmaz, hem yerlerimize nisbeten daha

Ehl-i hakikat: Gerçeğe erenler. İşin doğrusunu bilenler.

İn’ikas: Yansıma, tesir etme.

Melâike: Melekler.

Mücîb: Cevap veren, icabet eden.

Müzakere: Karşılıklı görüşme, fikir alış verişi.

Nesl-i âti: Gelecek nesil.

Numûne-i imtisal: Örnek alına-cak model, ideal.

Seciye: Karakter, huy, tabiat.

Taltif: İltifat etme, lütuf ve iyilikte bulunma.

Tehâcüm: Saldırı, hücum.

serbesttir. Biliniz; en esaslı kuvvetimiz ve nokta-yı is-tinadımız, tesânüddür. Sakın sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakma-yınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvâlar ve “Böyle olmasaydı şöyle olmazdı”1 diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki; bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu, ne yapsaydık onlar hücu-mu yapacak idiler. Biz sabır ve şükür ve kazaya rıza ve kadere teslim ile mukabele ederek2 tâ inâyet-i ilâhiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pek çok sevap ve hayrât kazanmaya çalışmalıyız.

Oradaki kardeşlerimizin selâmetlerine dualar ediyo-ruz. (Şuâlar, s. 300)

Said Nursî

 51 

Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Bu dünyada hususan bu zamanda, hususan musi-bete düşenlere ve bilhassa Nur şâkirtlerindeki dehşetli

1 Hâdiselere bu şekilde yaklaşmanın yanlış olduğuna dair bkz.: Müslim, kader 46; İbn-i Mâce, mukaddime 10.

2 Bela ve musibetlere rıza gösterebilmenin Allah’ın sevgi ve rızasına vesile olacağına dair bkz.: İbn-i Mâce, fiten 23.

Hayrât: Hayırlar.

İnâyet-i ilâhiye: Cenâb-ı Hakk’ın

yardımı, desteği.

Şekvâ: Şikâyet.

sıkıntılara ve me’yusiyetlere karşı en tesirli çare, birbi-rine teselli ve ferah vermek.. ve kuvve-i mâneviyesini takviye etmek.. ve fedakâr hakikî kardeş gibi birbiri-nin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek..

ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır.

Mâbeynimizdeki hakikî ve uhrevî uhuvvet, gücen-mek ve tarafgirlik kaldırmaz. Madem ben size bütün kuvvetimle itimat edip bel bağlamışım.. ve sizin için, değil yalnız istirahatimi ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da feda etmeye karar verdiğimi bilirsiniz; belki de görüyorsunuz.

Hatta kasemle temin ederim ki; sekiz gündür Nur’un iki rüknü zâhirî birbirine nazlanmak ve tesel-li yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hâdisenin bu sırada benim kalbime verdiği azap cihetiyle “Ey-vah, eyvah! El-aman, el-aman! Yâ Erhame’r-râhimîn medet! Bizi muhafaza eyle, bizi cin ve insî şeytanla-rın şerrinden kurtar, kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadâkat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle dol-dur!” diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryat edip ağladılar.

El-aman, el-aman!: Aman Yâ Rabbî!

Kasem: Yemin.

Me’yusiyet: Ümitsizlik.

Rükün: Esas, temel öğe. İleri gelen.

Uhrevî uhuvvet: Âhiret kardeşliği.

Yâ Erhame’r-râhimîn!: Ey merha-metlilerin en merhametlisi!

Zâhirî: Görünüşte olan, yüzeysel.

Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim! Bana yardım ediniz. Meselemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güve-niyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı mânevînize bı-rakmıştım. Sizin de bütün kuvvetinizle benim imdadı-ma koşimdadı-manız lâzım geliyor. Gerçi hâdise pek cüz’î ve geçici ve küçük idi. Fakat saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik da-hi incitir. Ve bu noktada ehemmiyetlidir ki, maddî üç patlak ve mânevî üç müşâhedeler tam tamına haber verdiler. (Şuâlar, s. 487-488)

Said Nursî

 52 

Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasın-dan, o memleketin hükûmeti siyasetçe telaş edip onun ce-maatini dağıtmak istemiş. O zât, hükûmete demiş: “Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrü-be edeceğiz.” O zât bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: “Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul et-se, cennete gidecek.” Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir

Hadeka: Gözbebeği.

Mürid: Şeyhine intisab eden, ira-desini şeyhinin iradesine teslim

eden kimse.

Müşâhede: Kalb ve ruh gözüyle görme, şahit olma.

koyun kesti; güya has bir müridini kesti, cennete gönder-di. O kanı gören binler müridler daha hiçbiri şeyhi dinle-medi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: “Başım fe-da olsun.” Yanına gitti. Sonra bir kadın fe-dahi gitti, başkalar dağıldılar. O zât hükûmet adamlarına dedi: “İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.”

Cenâb-ı Hakk’a yüz binler şükürler olsun ki; Risale-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şâkirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. İnşallah, bu im-tihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının him-metleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek. (Şuâlar, s. 309)

 53 

Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarîkattan hilâ-fet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Ter-biyesindeki müridleri terakkiye başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise ferâsetiyle

Ferâset: Bir şeyi çabuk sezme ye-teneği, keskin ve hızlı idrak kabi-liyeti.

Garb: Batı.

Hilâfet almak: Şeyhlik, mürşidlik makamını elde etmek.

Keşfen: İlâhî bir lütuf ve ilham ile

bazı sırları keşfederek.

Müslim: Müslüman.

Sukut: Düşme, değer kaybetme.

Şark: Doğu.

Terakki: İlerleme, yükselme, mer-tebe katetme.

bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi:

“Madem senin irşadın ile bu makamı buldum, seni bun-dan sonra daha ziyade başımda tutacağım.” diye Cenâb-ı Hakk’a yalvarmış, o bîçâre şeyhini kurtarmış; birdenbi-re terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış. Demek bazen bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor.

Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu ter-ketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleş-tirip ıslahına çalışmak,1 ehl-i sadâkatin şe’nidir.

Münafıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesânüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: “İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar; âdî, âciz insanlardır.”

Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum Âlem-i İslâm’ı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet ol-masından pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var.

1 “Müminler sadece kardeştirler. O hâlde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin…” (Hucurât Sûresi, 49/10). Ayrıca bu hususla ilgili hadisler için bkz.: Buhârî, mezâlim 4, ikrâh 7; Müslim, birr 32;

Tirmizî, fiten 68; Dârimî, rikak 40.

Âdî: Sıradan, herhangi biri.

Alâkadar etmek: İlgilendirmek.

Âlem-i İslâm: İslâm Dünyası, Müs-lümanlar.

Ehl-i sadâkat: Birbirine sadâkatle, vefayla bağlı dostlar.

Islah: Düzeltme, iyileştirme.

Mürşid-i hakikî: Gerçek rehber, mürşid.

Şe’n: Bir şeyin gereği, tabiatı, ka-rakteri.

Buna benzer vukua gelen hâdiseler, ya siyaset-i diniye ve-ya başka sebepler ile umum Âlem-i İslâm nâmına olama-dılar. (Şuâlar, s. 310)

Said Nursî

 54 

1

ُ َ אَ ْ ُ ۪ ِ ْ אِ

Aziz Kardeşlerim!

Bu defa yazılarınızda İhlâs Risaleleri’ni gördüğüm için, sizi o gibi risalelerin dersine havale edip, ziyade bir derse ihtiyaç görmedim. Yalnız bunu ihtar ediyorum ki:

Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakâik-i imaniye ol-duğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mec-bur olmadan karışmamak ve rekabete, tarafgirliğe ve mübârezeye sevkeden hâlâttan tecerrüt etmeye mesle-ğimiz itibarıyla mecburuz. Binler teessüf ki şimdi müthiş yılanların hücumuna mâruz bîçâre ehl-i ilim ve ehl-i diya-net, sineklerin ısırması gibi cüz’î kusurâtı bahane ederek,

1 Her türlü noksan sıfatlardan uzak olan Allah’ın adıyla.

Cüz’î: Küçük, az.

Ehl-i diyanet: Dindar kimseler.

Ehl-i ilim: İlim adamları.

Hakâik-i imaniye: İman hakikat-leri.

Hayat-ı içtimaiye: Sosyal hayat.

Kusurât: Kusurlar.

Mübâreze: Mücadele, kavga.

Sırr-ı ihlâs: İhlâs sırrı.

Siyaset-i diniye: Dinî idare, yö-netim.

Tecerrüt etmek: Uzaklaşmak.

Teessüf: Üzülme, eseflenme.

Vukua gelmek: Meydana gelmek.

birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafıkların tahri-batlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar. (Kastamonu Lâhikası, s. 212)

 55 

Bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar teâvün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taş-lar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsıntaş-lar! (İşârâtü’l-İ’câz, s. 39)

 56 

Aziz Kardeşlerim!

Bu Cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatı-ra geldiniz. “Bu musibetten kurtulmak için ne yapacağız?”

lisan-ı hâl ile dediniz. Benim kalbime bu geldi: Sıkı bir tesânüdle, el ele, omuz omuza veriniz. Çünkü birbirinden ve Risale-i Nur’dan ve benden çekinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gi-bi tedgi-birleri yapanların zarardan başka hiçgi-bir menfaat-leri yoktur. Sizi temin ederim, eğer bilseydim ki benden

Hizb: İbadet kastıyla ve Allah’a ya-kınlık kazanmak niyetiyle her gün devamlı okunmak üzere bazı âyet veya dualardan meydana getirilen dua kitabı.

Lisan-ı hâl: Hal dili. Davranışların ifade ettiği anlam.

Teâvün: Yardımlaşma.

teberrî etmekle kurtulacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; zaafınızdan, teberrînizden cesaret alır, daha ziyade ezer. Hem mesleği-miz hıllet ve uhuvvet olduğundan, şahsiyet ve enâniyet ci-hetinden bir rekabet olmaz. Benim gibi çok kusurlu ve çok zayıf bir bîçârenin noksaniyetlerine değil, belki Risale-i Nur’un kemâlâtına bakmalı. (Tarihçe-i Hayat, s. 419-420)

Said Nursî

 57 

Şu mesele, umum ihvanımın ekseri lisan-ı hâlle ve bir kısmının lisan-ı kâlle ettikleri umumî bir suâlin, has ve hususî ve mahremce bir cevabıdır.

Suâl:

Suâl:

Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki:

“Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahi-bi değilim. Âdî sahi-bir neferin, müşîr makamının evâ-mirini tebliği gibi ben de mânevî bir müşîriyet

Âdî: Sıradan, herhangi biri.

Ekser: Çoğu, geneli.

Evâmir: Emirler.

Hıllet: Samimî dostluk.

Himmet: İnsanlara bilhassa mâ-ne vî problemlerde verilen destek, yardım, medet.

İhanet: Hor, hakir görme; küçük duruma düşürme.

İhvan: Kardeşler.

Kemâlât: İyilikler, faziletler.

Lisan-ı kâl: Dilin, sözün ifade et-tiği anlam.

Müşîr / Müşîriyet: Mareşal / Mare-şallik.

Tahkir: Hor, hakir görme.

Teberri etmek: Yüz çevirmek, uzaklaşmak.

makamının evâmirini tebliğ ediyorum. Hem müf-lis bir adamın gayet kıymettar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi ben da-hi mukaddes ve Kur’ânî bir dükkânın dellâlıyım”

diyorsun. Hâlbuki aklımız ilme muhtaç olduğu gi-bi kalgi-bimiz dahi gi-bir feyiz ister, ruhumuz gi-bir nur is-ter, ve hâkezâ... Çok cihetle çok şeyler istiyoruz.

Seni hâcâtımıza yarayacak adam zannedip se-nin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velâyet, sahib-i himmet ve sahib-i kemâlât lâzım. Eğer hakikat-i hâl dediğin gibiyse, ziyareti-nize yanlış geldik, lisan-ı hâlleri diyor.

Elcevap:

Elcevap:

Beş noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz.

Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faydalı mıdır, o vakit hük-mediniz!

Birinci Nokta: Nasıl ki bir padişahın âdî bir hizmetkârı ve bîçâre bir neferi, padişah nâmına feriklere, paşalara hedâyâ-yı şahanesini ve nişanlarını veriyor, onları minnet-tar ediyor. Eğer ferikler ve müşîrler, “Bu âdî nefere neden

Ferik: General.

Hâcât: İhtiyaçlar.

Hedâyâ-yı şahane: Padişahın he-diyeleri.

Mücevherat: Cevherler, zenginlik-ler, değerler.

Sahib-i himmet: İnsanlara mânevî

problemlerinde destek olan, yar-dım, himmet eden kimse.

Sahib-i kemâlât: Mükemmel, ol-gun, ermiş insan.

Sahib-i velâyet: Allah dostu, veli.

Tebliğ etmek: Bildirmek, ulaştır-mak.

tenezzül edip elinden ihsan ve nişanları alıyoruz?” dese-ler, mağrurâne bir divaneliktir. Eğer o nefer dahi, vazifesi-nin haricinde müşîre kıyam etmezse, kendini ondan yük-sek görse eblehçesine bir divaneliktir. Hem eğer o mem-nun olan feriklerden birisi, müteşekkirâne o neferin ku-lübeciğine tenezzülen misafir gitse kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcup kalmamak için; o hâli gören ve bilen padişah, elbette o neferini mahcup etmemek için matbah-ı şahaneden sâdık hizmetkârının muhterem misa-firine tabla gönderir.

Öyle de Kur’ân-ı Hakîm’in sâdık bir hizmetkârı, ne kadar âdî olursa olsun; Kur’ân nâmına en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’ân’ın âlî elmaslarını yalva-rarak, mütezellilâne değil; belki müftehirâne ve müs-tağniyâne satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdî hizmetkâra vazife başında iken tekebbür edemez-ler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında

Kıyam etmek: Ayağa kalkmak.

Mağrurâne: Gururlu, kibirli bir tarzda.

Matbah-ı şahane: Saray mutfağı.

Müftehirâne: İftiharla, övünerek.

Müstağniyâne: Tenezzül etmez bir tarzda, tok gözlülükle.

Müteşekkirâne: Teşekkür ederek, şükran duyarak.

Mütezellilâne: Kendi küçüklüğünü gösterir bir tarzda.

Tenezzülen: Tenezzül ederek, al-çak gönüllülükle.

kendine medar-ı gurur bulamaz ve haddinden tecavüz etmez. Eğer o hazine-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları o bîçâre hizmetkâra velâyet nazarıyla baksa-lar ve büyük tanısabaksa-lar, elbette hakikat-i Kur’âniye’nin merhamet-i kudsiyesi şanındandır ki; o hizmetkârını mahcup etmemek için hazine-i hâssa-yı ilâhiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve medhali olmadan, onlara medet versin ve himmet ederek feyizdâr etsin...

İkinci Nokta: İmam Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârukî (radiyallâhu anh) demiş: “Hakâik-i imaniye-den birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indim-de binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. Hem bütün tarîkatlerin gayesi ve neticesi, hakâik-i imaniyenin in-kişafı ve vuzuhudur.”1

1 İmâm Rabbânî, el-Mektubat 1/182 (210. Mektup).

Ezvak: Zevkler.

Haddinden tecavüz etmek: Had-dini aşmak, ileri gitmek.

Hakâik-i imaniye: İman hakikat-leri.

Hakikat-i Kur’âniye: Kur’ân’ın ha-kikati.

Hazine-i kudsiye: Mukaddes, kut-lu hazine.

Hazine-i hâssa-yı ilâhiye: İlâhî, hususî hazine.

İnkişaf: Belirme, ortaya çıkma.

Kerâmât: Kerâmetler. Cenâb-ı Hakk’ın sâlih kullarına lütfettiği

hususî ikramlar, nimetler, hâller.

Medar-ı gurur: Gururlanma sebe-bi.

Medhal: Karışma, etki.

Merhamet-i kudsiye: Mukaddes, kutlu merhamet.

Müceddid-i Elf-i Sânî: Hicrî ikin-ci bin döneminin müceddidi mana-sında İmam Rabbânî Ahmed Fâ rukî Hazretleri’ne verilen bir unvan.

Müreccah: Tercih edilen, üstün.

Velâyet: Velilik, Allah dostluğu.

Vuzuh: Açığa çıkma, netlik kazan-ma.

Madem şöyle bir tarîkat kahramanı böyle hükmediyor.

Elbette, hakâik-i imaniyeyi kemâl- i vuzuhla beyan eden ve esrar-ı Kur’âniye’den tereşşuh eden Sözler, velâyetten matlub olan neticeleri verebilirler.

Dördüncü Nokta: Sahabelerden ve tâbiîn ve tebe-i tâbiînden en yüksek mertebeli velâyet-i kübrâ sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur’ân’dan bütün letâiflerinin hisselerini al-dıklarından ve Kur’ân, onlar için hakikî ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki; her vakit Kur’ân-ı Hakîm, haki-katleri ifade ettiği gibi velâyet-i kübrâ feyizlerini dahi ehil olanlara ifâza eder.

Evet, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:

Esrar-ı Kur’âniye: Kur’ân-ı Ke-rîm’in sırları, incelikleri.

İfâza etmek: Feyz vermek, bere-ket akıtmak.

Kemâl-i vuzuh: Tam bir açıklık, açık seçiklik.

Letâif: Mânevî duyular.

Matlub: Aranan, arzulanan.

Mürşid: Rehber, üstad.

Nefs-i Kur’ân: Kur’ân-ı Kerîm’in kendisi.

Sahabe: Hz. Peygamber Efendi-miz’in (s.a.s.) zamanında yaşayıp O’na iman eden bahtiyar, seçkin kimseler (r.anhum).

Tâbiîn: Hz. Peygamber Efendi-miz’in (s.a.s.) ashabını idrak edip, İslâmiyet’i onlardan öğrenen in-sanlar.

Tebe-i tâbiîn: Tâbiîn asrında yeti-şip İslâmiyet’i onlardan öğrenen üçüncü kuşak nesil.

Tereşşuh etmek: Sızmak.

Velâyet-i kübrâ: Peygamberler ve vârislerinin (asfiya) velâyeti.

Zâhirden hakikate geçmek: Mâ-nen olgunlaşmak, kâmil imana, takvâya, velâyete ermek.

Biri: Tarîkat berzahına girip, seyr u sülûk ile kat-ı me-râtib ederek hakikate geçmektir.

İkinci Suret: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u ilâhî ile hakikate geçmektir ki, sahabe-ye ve tâbiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur. Demek, hakâik-i Kur’âniye’den tereşşuh eden nurlar ve o nurla-ra tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.

… Ben kendim, on değil, yüz değil, binler defa

… Ben kendim, on değil, yüz değil, binler defa

Benzer Belgeler