• Sonuç bulunamadı

Senin Birinci Suâlin ki:

Senin Birinci Suâlin ki:

Sahabeler nazar-ı velâyetle müfsidleri neden keşfedemediler? Tâ Hulefâ-yı Raşidîn’in üçünün şehâdetini netice verdi. Hâlbuki küçük sahabele-re, büyük velilerden daha büyük deniliyor?

Elcevap:

Elcevap:

Bunda iki makam var.

Birinci Makam

Dakik bir sırr-ı velâyetin beyanıyla suâl halledilir, şöy-le ki:

Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, ve-râ set-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğrama-yarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip,

Berzah tarîkı: Uzun tarîkat yolu.

Dakik: İnce, hassas.

Hulefâ-yı Raşidîn: Dört büyük ha-life: Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz.

Osman ve Hz. Ali (r.anhum).

Müfsid: İfsad eden, bozguncu.

Nazar-ı velâyet: Allah’a yakın ol-manın insana kazandırdığı bakış açısı, basiret.

Sahabe: Hz. Peygamber Efendi-miz’in (s.a.s.) zamanında yaşayıp O’na iman eden bahtiyar, seçkin kimseler (r.anhum).

Sırr-ı velâyet: Allah’a yakın olma-daki sır.

Şehâdet: Şehitlik.

Velâyet: İman ve takva ile Allah’a yakınlık.

Velâyet-i kübrâ: Peygamberler ve vârislerinin (asfiya) velâyeti.

Verâset-i nübüvvet: Peygamber vârisliği.

Zâhirden hakikate geçmek: Mâ-nen olgunlaşmak, kâmil imana, takvâya, velâyete ermek.

ak rebiyet-i ilâhiyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu hâlde gayet yük-sektir. Harikaları az, fakat meziyyâtı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür.

Hem evliyanın kerametleri ise, ekserîsi ihtiyârî değil.

Ummadığı yerden, ikram-ı ilâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserîsi de seyr u sülûk zamanında, tarîkat berzahından geçtikleri vakit, âdî beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.

Âdî: Normal, sıradan.

Akrebiyet-i ilâhiye: Allah’ın, kulu-na kendi yakınlığını hissettirmesi;

Allah’ın, kulunu kendine yaklaş-tırması.

Beşeriyet: İnsanlık.

Ekserî: Çoğunluk, genel.

Hâlât: Hâller, durumlar.

Hilâf-ı âdet: Normal ve tabiî du-rumda olmayan, alışılmamış.

İhtiyârî: İsteğe bağlı.

İkram-ı ilâhî: Cenâb-ı Hakk’ın ik-ramı, ihsanı.

İnkişaf: Açılma, ilerleme.

Keramet: Cenâb-ı Hakk’ın, sâ-lih kullarına lütfettiği hususî, fev-kalâde, ikramı, ihsanı.

Keşif: Allah dostlarının ilâhî ihsan ve ilham ile bazı sırları, hakikatle-ri keşfetmesi.

Mazhar olmak: Erişmek, nâil ol-mak, şereflenmek.

Meziyyât: Meziyetler, ayırıcı vasıf-lar, özellikler.

Seyr u sülûk: Belli bir usûl daire-sinde, hayvanî ve cismânî arzular-dan uzaklaşıp kalb ve ruhun hayat çizgisinde gönül ayağıyla Allah’a, O’nun rızasına ulaşmaya çalış-mak.

Tarîkat berzahı: Uzun tarîkat yo-lu.

Tecerrüd etmek: Sıyrılmak, uzak-laşmak.

Zuhur etmek: Görünmek, ortaya çıkmak.

Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve inciza-bıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr u sülûk daire-i azîmesinin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zâhirden hakikate geçebilirler.

Mesela, nasıl ki dün geceki

Œ

Leyle-i Kadr’e ulaşmak

için iki yol var:

Biri: Bir sene gezip dolaşıp, tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarîkatın ço-ğu bununla gider.

İkincisi: Zamanla mukayyet olan cism-i maddî gıla-fından sıyrılıp, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr’i öbür gün Leyle-i Îd ile beraber bugünkü

Cism-i maddî: Maddî cisim, be-den.

Daire-i azîme: Geniş daire.

Ehl-i sülûk: Hayatlarını, Allah’a ve O’nun rızasına ulaşmak için be-lirli bir usûl dairesinde, hayvanî ve cismânî arzulardan uzaklaşa-rak, kalb ve ruhun hayat çizgisin-de gönül ayağıyla yürüyerek geçi-ren kimseler.

Ehl-i tarîkat: Tarîkata bağlı olan-lar.

Kurbiyet: Yakınlık. Kişinin; ihlas, gayret ve istidadı ile kendisine bahşedilen yakınlık.

Leyle-i Îd: Sıyrılma, uzaklaşma.

Leyle-i Kadir: Kadir gecesi.

Mukayyet: Kayıtlı, sınırlı.

Sohbet-i nübüvvet: Hz. Peygam-ber Efendimiz’in (s.a.s.) yakınında bulunmaktan elde edilen istifade.

Tayy: Sarma, dürme, katlama.

Tecerrüd: Sıyrılma, uzaklaşma.

gibi hâzır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet de-ğil. Hissiyât-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hâzır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mâzi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hâzır hükmün-dedir.

İşte, bu temsile göre dün geceki Leyle-i Kadr’e geç-mek için, mertebe-i ruha çıkıp, mâziyi hâzır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gâmızın esası akrebiyet-i ilâhiyenin in-kişafıdır:

Mesela

Œ

güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uza-ğız. Eğer biz nurâniyet noktasında onun akrebiyetini his-setsek.. aynamızdaki misalî olan timsaline münasebetimi-zi anlasak.. o vâsıta ile onu tanısak.. münasebetimi-ziyası, harareti, he-yeti ne olduğunu bilsek onun akrebihe-yeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz, bu’diyetimiz nokta-yı nazarından ona yakınlaşmak

Akrebiyet: En yakın olma, daha da yakınlık.

Bu’diyet: Uzaklık.

Hararet: Sıcaklık.

Hissiyât-ı insaniye: İnsanî duygu-lar, hisler.

Mâzi ve müstakbel: Geçmiş ve gelecek zaman.

Mertebe-i ruh: Ruhun derecesi.

Misalî: Bir şeyin benzeri, onun gi-bisi.

Nokta-yı nazar: Bakış açısı.

Nurâniyet: Aydınlık, parlaklık.

Sırr-ı gâmız: Kapalı, anlaşılması zor olan sır.

Timsal: Örnek, numune.

Ziya: Işık.

ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki; kavânîn-i fenniye ile fikren semâvâta çı-kıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetinde-ki ziya ve harareti ve ziyasındamahiyetinde-ki elvan-ı seb’ayı uzun uza-dıya tedkikât-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci ada-mın kendi aynasında az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz.

İşte, şu temsil gibi nübüvvet ve verâset-i nübüvvette-ki velâyet, sırr-ı akrebiyetin innübüvvette-kişafına bakar. Velâyet-i sâire ise ekseri, kurbiyet esası üzerine gider. Birçok merâtibde seyr u sülûka mecbur olur. (Mektubat, s. 51-52)

 64 

Benzer Belgeler