• Sonuç bulunamadı

Benden suâl ediyorsun:

Benden suâl ediyorsun:

“Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözler’de bir kuvvet, bir tesir var ki, mü-fessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur?

Bazen bir satırda bir sayfa kadar kuvvet var, bir sayfada bir kitap kadar tesir bulunuyor.”

Elcevap:

Elcevap:

Güzel bir cevaptır! Şeref, i’câz-ı Kur’ân’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâ -pervâ derim:

Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü; yazılan Sözler ta-savvur değil, tasdiktir.. teslim değil, imandır.. mârifet

Âhir: Son.

Ârif: Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfat-larının tecellilerini ruhî tecrübeleri neticesinde vicdanında sezen, ilâhî mârifete ermiş veli.

Bilâ-pervâ: Çekinmeden, sıkılma-dan.

Ekser: Çoğu, geneli.

İ’câz-ı Kur’ân: İnsanları, benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerîm üslubu.

İlhak etmek: İlâve etmek, eklemek.

Mahrem: Gizli, hususî.

Müfessir: Kur’ân-ı Kerîm’i sağlam bilgi ve akıl ölçüleri çerçevesinde çalışıp, Allah Teâlâ’nın kastettiği manayı anlatan âlim.

Müstensih: Yazılı bir nüshaya ba-karak eliyle onun bir suretini ya-zan kimse.

Sırr-ı inâyet: Cenâb-ı Hakk’ın yar-dımında görülen incelik, sır.

Tasavvur: Zihinde canlandırma, göz önüne getirme.

değil, şehâdettir, şuhûddur.. taklit değil, tahkiktir.. ilti-zam değil, iz’ândır.. tasavvuf değil, hakikattir.. dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda esâsât-ı ima-niye, mahfuzdu; teslim, kavî idi. Teferruâtta, âriflerin mârifetleri delilsiz de olsa beyanâtları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalâlet-i fenniye, elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan:

Her

z derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Ra-hîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur’ân-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından bir şûlesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan etti..

Burhan: Delil.

Dalâlet-i fenniye: Bilim ve felsefe-den kaynaklanan çarpık, sapık dü-şünceler.

Dâvâ: İddia.

Erkân: Esaslar, temeller. Dinin te-mel prensipleri.

Esâsât-ı imaniye: İman esasları, imanın temel şartları.

Hakîm-i Rahîm: Her şeyi yerli ye-rince yapan pek merhametli, Hz.

Allah.

İltizam: Benimseme, taraftar ol-ma.

İz’ân: İyice anlama, tam kavrama.

Kavî: Güçlü, kuvvetli.

Mahfuz: Korunmuş, sağlam.

Mazhar-ı i’câz: Kur’ân-ı Kerîm’in mu’cize üslubunun görüldüğü yer.

Şehâdet / Şuhûd: Bir şeyin gerçe-ğine şahit olma, hakikati ayan be-yan görme.

Şûle: Işık, parıltı, alev.

Tahkik: Doğruyu araştırma, açığa çıkarma.

Temsilât: Benzetmeler, misaller.

Zât-ı Zülcelâl: Sonsuz gücün ve hâkimiyetin sahibi Yüce Zât.

Felillâhilhamd

z , sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikatler, gayet yakın gösterildi..

Hem

z sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı..

Hem

z sırrı temsil merdiveniyle, en yüksek ha -kâike kolaylıkla yetiştirildi..

Hem

z sırr-ı temsil penceresiyle, hakâik-i gaybiye-ye, esâsât-ı İslâmiye’ye şuhûda yakın bir yakîn-i ima-niye hâsıl oldu..

Akıl ile beraber vehim ve

z hayal, hatta nefis ve

hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu…

Elhâsıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bu-lunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniye’nin lemeâtındandır.

Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir..

Cihetü’l-vahdet: Birleşme, buluş-ma noktası.

Felillâhilhamd: Allah’a şükürler olsun ki.

Hakâik: Gerçekler.

Hakâik-i gaybiye: Gayba ait, gö-rünmeyen hakikatler.

Lemeât: Parıltılar.

Sırr-ı temsil: Benzetmelerle, misal-ler getirerek anlatmadaki sır

Şiddet-i ihtiyaç: Şiddetli derece ih tiyaç hissetme.

Temsilât-ı Kur’âniye: Kur’ân-ı Ke-rîm’deki temsiller, misaller.

Teslim-i silâh: Teslim olma, yenil-giyi kabul etme.

ve bereket.

Yakîn-i imaniye: Kesin, şüphesiz inanma.

ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır. (Mektubat, s. 424-425)

 62 

Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Nur Şâkirtlerinin Kü-çük Pehlivanları!

Asâ-yı Mûsâ âhirlerinde –bazı nüshalarında– müba-rekler pehlivanı büyük ruhlu Küçük Ali* namında bir kar-deşimizin suâline karşı verdiğim bir cevap var. Onu oku-yunuz ki, o zâta bazı mûterizler Risale-i Nur’un kıyme-tini bir derece kırmak için demişler: “Herkes Allah’ı bi-lir. Âdî bir adam, bir veli gibi Allah’a iman eder.” diye, Nurlar’ın pek yüksek ve pek çok kıymettar ve gayet lü-zumlu tahşidâtını ziyade göstermek istemişler.

Şimdi, İstanbul’da –daha dehşetli bir fikirde– anarşi fi-kirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muh-taç olduğu imanî hakikatlerine ihtiyacı düşürmek desise-siyle diyorlar ki: “Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, da-ha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok.” diye mukabele etmek istiyorlar.

Âdî: Sıradan, herhangi biri.

Desise: Hile, oyun.

Küfr-ü mutlak: Bütünüyle inkâr, tam kâfirlik.

Mûteriz: İtiraz eden, itirazcı.

Tahşidât: Bir şeyin üzerinde çokça durmalar, tembihler.

Tazarru: Tevazu ve huşu içinde Allah’a yalvarma.

Hâlbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihâta eden rubûbiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey O’nun kabza-yı tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkün-de hiçbir şeriki olmadığına ve 1

ُ ّٰ ا َّ ِإ َ ٰ ِإ

kelime-i

kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var.” deyip bütün mül-künü esbaba ve tabiata taksim etmek.. ve onlara is-nad etmek.. –hâşâ– hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak.. ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek.. ve şiddetli emirlerini tanımamak..

ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek.. elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakika-ti onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî cehen-nemin dünyevî tâzibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

1 “Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Sâffât Sûresi, 37/35 ; Muhammed Sûresi, 47/19 ).

Cüz’î-Küllî: Az-çok, küçük-büyük, hususî-umumî.

Kabza-yı tasarruf: Tasarrufu altın-da, yönetimi altında.

Kat’î: Kesin.

Kelime-i kudsiye: Mukaddes, yüce kelime.

Merci: Başvurulan yer, merkez.

Rubûbiyet: Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan terbiye, idare ve hâ-kimiyeti.

Şerik: Ortak.

Tâzib: İşkence, eziyet etme.

Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelâl’i inkâr ede-mez... Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için su-sar, lâkayd kalır.

Fakat O’na iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinâden kalben tasdik et-mek.. ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak.. ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedâmet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse...

Evlâtlarım, ehemmiyetli bir hâdise size bu uzun mese-leyi kısaca beyan etmeye sebep oldu.

Şimdilik sizlere Risale-i Nur’un ehemmiyetli şâkirtleri nazarıyla bakıyorum. Mustafa Oruç, çok talihlidir ki, ken-di sisteminde ve ruhunda ve cidken-diyetinde, az bir zamanda sizleri buldu. Bir iken on Mustafa oldu. (Emirdağ Lâhikası-1, s. 192-193)

Hâlık-ı Zülcelâl: Ulu, Yüce Yara-tıcı.

İstinâden: Dayanarak.

Kur’ân-ı Azîmüşşân: Şanı yüce Kur’ân-ı Kerîm.

Nedâmet etmek: Pişman olmak.

Şâkirt: Öğrenci, talebe.

Tekzib etmek: Yalanlamak.

 63 

Aziz Kardeşim!

Benzer Belgeler