• Sonuç bulunamadı

YENİ TÜRK MECMUASI’NDAKİ EDEBİYAT YAZILARI

A. Bireysel Meseleleri Konu Edinen Şiirler

4. Yalnızlık Temalı Şiirler

Yalnızlık teması dergideki şiirlerde son derece geniş bir şekilde işlenmiştir. Yusuf Ziya Ortaç (1895-1967) hecenin beş şairi içerisindedir. İlk şiirlerinde aruz veznini kullanır, Ziya Gökalp’la tanışmasının ardından hece veznini kullanmaya başlar. Sade bir Türkçeyi tercih etmiştir. 1923 yılında çıkarmaya başladığı Akbaba isimli mizah dergisinin etkisi uzun yıllar devam etmiştir. Yusuf Ziya’nın “Genç Ölü” şiiri saf şiirin başarılı bir örneğidir. Şiirde şair, kalbinin ölümü üzerine yaşadığı yalnızlığı anlatır. Genç ölü, kendi kalbidir.

Göğüs kafesi ise bu kalbin mezarıdır. Kalbi yıllardır bir ölü yalnızlığında göğsünün içinde durmaktadır:

“Göğsüm eski bir mezar, kalbim taze bir ölü,

Bu genç ölü yıllardır, bu çukurda gömülü..” (Yusuf Ziya, 1933: 303)

152

Henüz yirmilerinde olmasına rağmen yirmi asır yaşamış kadar yorgundur. Ölüme yakın insanın beyazlığında ve sakinliğinde dinlenmektedir.

Bu kadar yorgunluğun nedeni genç yaşına rağmen girebileceği her türlü bataklığa girmiş olması ve tüm günahları tatmış olmasıdır. Genç yaşta ruhu bu şekilde kirletmek ve doygunluğa ulaştırmak bir süre sonra memnuniyetsizliği beraberinde getirmektedir. Yapılan hiçbir eylem insana keyif vermez olur.

Yaşayacak heyecanlar tükenmiş ve geride sadece geçmişte yaşanmış anılar kalmıştır. “Memnu meyvelerinin birer birer dişinden” geçmesi bizlere Âdem ile Havva hikâyesini hatırlatır. Yasak elmayı yedikleri için cennetten kovulan Âdem ve Havva dünyaya gönderilmiş, dünyada da ayrı ayrı yerlerde uzun süre yalnız kalmışlardır. Şair de tıpkı Âdem ve Havva’da olduğu gibi bu dünyanın yasaklarını çiğneyerek yine bu dünyada yalnızlığa mahkûm olmuştur:

“Yatıyor boynu bükük, yatıyor benzi uçuk, Yirmi asır yaşadı, yirmi yılda bu çocuk..

Dünya bahçelerinin tattı her yemişinden,

Geçti memnu meyvalar birer birer dişinden!” (Yusuf Ziya, 1933: 303) Bu kadar heyecanı yaşamış olmasına rağmen yine de kalbinin tanınmadığından yani yalnızlıktan şikâyet eder. Biraz ilgilenilse, bakılsa kalbi tekrar dirilecek gibidir. Çünkü henüz ömrünün baharındadır:

“Bu ölü, sağlığında tanınmamış biridir,

O kadar genç öldü ki, sanırsınız diridir!” (Yusuf Ziya, 1933: 303)

Tekrar kısa sürede çok olay yaşadığını vurgular. Bir alev gibi yakıcı, hızlı ve etkiliyken bir anda toprak kadar soğuk ve durgun hâle gelmiştir. Vefat eden insanlar için kullandığımız “toprak oldu” tabirini şair kendi kalbi için kullanmıştır:

“Yaşadı her seneyi bir güne sığdırarak,

153

Alevden bir demetken, oldu bir avuç toprak!” (Yusuf Ziya, 1933: 303) Girdiği günahların ortağı olarak ardında birçok kişi bırakmıştır. Ancak bu kadınların hiçbiri onun için gözyaşı döküp üzülmez. Çünkü zamanında şair onları yalnız bırakarak hayatına devam etmiştir. Şimdi yalnız kalma sırası şairdedir. Kalbinin mezar taşı da zamanında çok akmış olan ama şimdi onun için akmayan kuru gözyaşlarıdır:

“Ardında bırakmışken bir dullar kafilesi, Ne ağlayan bir göz var, ne bir hıçkırık sesi!

Yalnız başım üstünde eski bir mezar taşı,

Kitabesi, kurumuş birkaç damla gözyaşı!” (Yusuf Ziya, 1933: 303) Yaşar Nabi Nayır’ın saf şiir anlayışıyla kaleme aldığı şiirlerinden “Bu Gece” şiirinde yalnızlık ve özlem duyguları iç içedir. Şairin ruhu normal vakitlerde ışıklı ve güzel anları özlemektedir. Güneşli bir gün, yeşil bir bahçe, serin sular gibi insana mutluluğu, huzuru son damlasına kadar hissettiren şeylerin parıltısı içindedir. Ancak şairin bahsettiği gecede tüm bunların aksine ruhu karanlıklara çekilmektedir. Bunun sebebini önce anlamlandıramaz. Yaşar Nabi, 1908 yılında Üsküp’te doğmuştur. 16 yaşında ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınmıştır. Şiirde geçen “üzleyen” ifadesi de bir Rumeli ağzı özelliğidir:

“Ucu denize varan güeşli bir bahçeden Ilık yeşil sulara kendini verir gibi

Işık, sonsuz ışıklar üzleyen14 ruhum neden

Bu gece karanlıya bağlıdır esir gibi?” (Yaşar Nabi, 1933: 304)

14 Kelimenin doğrusu “özleyen” olmalıdır.

154

Ruhu hem karanlık hem de sessizliğe gömülüdür. Bu sessizlik anları şairi ürpertir. Normal şartlarda ruhu ışığı sevdiği gibi gürültüyü, hayatın içine karışmayı da sever:

“Ve geniş meydanlara bakan bir pencereden Gürültüler içinde usulca erir gibi

Haykırarak boşalmak isteyen ruhum neden

Şimdi sükûnla dolu hazdan ürperir gibi?” (Yaşar Nabi, 1933: 304) Şair gece odasında yalnız başınadır. Sevgilisinin hayali odayı hıncahınç doldurur. Karanlığın ve sessizliğin içinde bu hayal bir ışık, bir ses oluyor. Bu hayali ancak kalp gözüyle görebilmektedir. Yalnızlığıyla başa çıkmasının tek yolu bu hayale sığınmaktır:

“Çünkü hasretlerini büsbütün silmiş için, Çünkü seni dinleyor kulak kesilmiş için.

Kalbimin gözlerini körletiyor ışığın.

Binlerce ses adını haykırıyor birden, Ve bir mahşer yerine benziyor şimdi odam.

Bu gece boş odama bir dünya sığdırdın sen,

Sen benim aydınlığım, benim çılgın fırtınam...” (Yaşar Nabi, 1933: 304) Cahit Sıtkı Tarancı’nın hayatında yalnızlık duygusu 1924 yılında, doğduğu şehir olan Diyarbakır’dan İstanbul’daki Saint-Joseph Lisesi’ne gönderilmesiyle başlar. Büyük şehirde tek başına kalmasıyla birlikte fıtratında var olan çekingenlik perçinlenmiştir. Şiir kitaplarına yönelmesi ve ilk şiir denemeleri de bu yıllara denk gelir. (Korkmaz, 2002: 5)

155

Cahit Sıtkı’nın “Uzak Bir İklimde” şiirinde hissettiği yalnızlığı ancak şiirin son dizesinde anlarız. Şiir ahenk içinde görünen bir bahar tasviri ile başlar.

Bu mekân denizin olduğu sıcak bir yerdir. Doğanın tüm unsurları bir uyumla hareket eder. Güneş, deniz, sesler, kokular, yeryüzü ve gökyüzü bir orkestranın birbirine karışması gibi karışmıştır. Bu karışma durumunda kulağı ya da gözü rahatsız eden bir nokta yoktur. İnsana sükûnet verir. Gündelik hayatın sıradanlığına hayranlık Cahit Sıtkı neslinin yoğun olarak işlediği bir temdir:

“Uzak bir iklimin ılık havasında, Güneş, yer, gök, deniz içiçe kaynaşır;

Olgun meyvalarla kuşlar fısıldaşır, Bahar manzarası dallar arasında.

Uzak bir iklimin ılık havasında, Seslerle kokular elele dolaşır;

Renklerle şekiller sevişip anlaşır,

Bir mükemmeliyet orkestırasında.” (Cahit Sıtkı, 1933: 496)

Bu ılık ve rahatlatıcı havada insan ve doğa birbiri ile uyumlu hâle gelir.

İnsan doğaya zarar veren konumunda değildir, onun bir parçasıdır:

“Uzak bir iklimin ılık havasında, İnsan kâinatla her an kucaklaşır,

Sonsuz bir sevginin gamsız dünyasında.” (Cahit Sıtkı, 1933: 496)

Tüm dünyanın bu akışkanlığının içine şair katılamaz, dışarıda kalır.

Yalnızlığının içinde hayatın ilerleyişini izler. Bir hapisteymiş duygusuyla yalnızlığını vurgular:

“Uzak bir iklimin ılık havasında,

156 Bütün sevdiklerim hülyamı paylaşır;

Bense camlar, camlar, camlar arkasında!” (Cahit Sıtkı, 1933: 496) Hecenin beş şairi içinde sayılan Halit Fahri Ozansoy’un eserleri yaşanan dönemin yaygın psikolojik durumuna göre yıllar içinde değişkenlik göstermiştir.

Şiirlerinde sürekli olarak kullandığı, belirli temler mevcuttur. Bu temalardan biri de yalnızlıktır. (Özgül, 1986: 20-42) Halit Fahri, “Gecem” adlı şiirinde bir gece vakti evin içinde hissettiği yalnızlığı anlatmıştır. Önceki gecelerde evin sessizliğini yaptığı tıkırtılarla bozan kedisi bu gece hiç ses çıkarmamaktadır.

Gecenin içinde yanan ateşin sesi ve saatin tik takları yalnızlığının ortağıdır. Şair, evin içinde ses çıkarsa bile bu seslenmeye bir karşılık gelmez. Gece bile bir insan gibi bu yalnızlık ve sessizlikten ürpermektedir:

“Kedimin sofada yok pıtırdısı;

Sesime gölgeler ses vermededir.

Saat tıkırdısı, kor çıtırdısı:

Gecem bu seslerle ürpermededir.” (Halit Fahri, 1934: 1670)

Gece, masal dinlerken uyuyakalmış çocuklar gibi rafların arasına, kitapların içine sızarak sessizliği devam ettirir. Gece, şairin yalnızlığına ortak bir arkadaş gibidir. Ancak bu arkadaş, yalnızlığı gidermez; aksine derinleştirir:

“Gecem, kitap dolu etajerlerde Esatir gecesi gibi uyumuş!

Gecem, hayallerin sindiği yerde

Boyun kanatları altında bir kuş!” (Halit Fahri, 1934: 1670)

Anka kuşu, sürekli yüksekte olması ve yakalanmasının mümkün olmamasıyla bilinen hayalî bir kuştur. Şair gece vaktini bu efsanevi kuşa benzetir. Gecenin varlığı bilinir ancak sessizlik içinde kaybolmuş gibidir. Kapıyı bu vakitte kimse çalmaz. Evdeki eşyalar dahi bu yalnızlığı bozmadan gecenin

157

sessizliğinde erirler. Şair yalnızlığın etkisiyle içindeki seslere kulak verir. Dış dünya ne kadar sakinse iç dünyası bir o kadar gürültülüdür. Yalnız bir ölü olduğu hissine kapılır. Ardından ağlayanı ise sadece yalnızlığının ortağı olan gecedir.

“Gecem bir ankadır, duyulmaz sesi, Kapı vurulmadan, saat çalmadan.

Masamın, lâmbamın solgun gölgesi Gecemi dinlerler nefes almadan.

Duvarda tablolar içinde yüzler Gecemin rengini alır karşımda.

İçimden bir çığlık kopar, oku der, İsmimi okurum mezar taşımda,

Gecem bir ruh gibi ağlar başımda!” (Halit Fahri, 1934: 1670)

Derginin 65. sayısında “Gençlerin Yazıları” başlığı altında şiiri yayınlanmış olan İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinden Refik Salahor’un15 bir diğer şiiri olan “Geceden Beklediğim” bu sütunda değil, müstakil olarak yayınlanmıştır. Refik Salahor bu şiirde gece vakti yalnızlıkla hissettiği duyguları aktarır. Şair, pencere kenarında durur, akşam olmaktadır, yüzüne dışarıdaki sarmaşığın gölgesi düşer. Gecenin yaklaşmasıyla kalbine özlem duygusu hücum eder:

“Geceler bir tül gibi örtmeden penceremi,

15 13 Haziran 1948 tarihli Akşam gazetesinde Aziz Salahor’un ölüm ilanı mevcuttur. Aziz Salahor’un babası Mehmet Sadık Salahor, annesi Seniye Salahor’dur. Dedesi ise 1899-1901 yılları arasında Selanik valiliği yapmış olan Hacı Hasan Refik Paşa’dır. Refik Salim Salahor’un da bu aileye mensup olduğu ve Hacı Hasan Refik Paşa’nın torunlarından olduğu düşünülmektedir.

158

Alnıma gölgeleri düşer bir sarmaşığın.

Gözlerim damlalaşır benzinde bir ışığın;

Başlar şimdi içimde yılların hicran demi..” (Salahor, 1939: 210)

Özlem içinde hayallere dalar. Geceyi bir pusuya benzetir. Gece, şairin yalnızlığını fırsat bilerek onu yoran tüm duygularla saldırır. Şairin geceleri, bir rüya tatlılığında değil, kâbus korkunçluğundadır:

“Geceler hislerimin düştüğü bir pusudur.

Bir pusudur, içimde bir kara sevda değil.

Geceler gözlerimin gördüğü rûya değil:

Geceler bir bitmeyen rûyanın kâbusudur.” (Salahor, 1939: 210)

Şair kendini yalnızlık, mutsuzluk, özlem içinde hisseder. Bu duygular birbirine geçmiş hâldedir. İlerideki mutlu, huzurlu günlerin gelmesini bekler.

Güzel günler için beslediği umutlar da yok değildir. Bu süre zarfında geceden beklediği yalnızca biraz tesellidir:

“Gelmez neden o günler ve neden beklediğim?

Ümitler bir sır gibi içimde düğümlenir.

Her akşam göz yaşile yollar içimde erir,

Bir doğmaz tesellidir geceden beklediğim!” (Salahor, 1939: 210)

Derginin 81. sayısında Âşık Bahtıyok imzasıyla “Yalnızlık” isimli bir şiir mevcuttur. Şairin Âşık Bahtıyok mahlasını kullanması halk şiiri geleneğini sürdüren biri, bir saz şairi olduğunu gösterir.

Bu şiirde, Faruk Nafiz’in koşma nazım şekliyle yazılmış “Han Duvarları”

şiiri örnek alınmıştır. Bu durum 1922 yılında yazılan bir şiirin 1940’lı yıllara gelirken hâlâ etkisini sürdürdüğünü gösterir. Faruk Nafiz, modern bir şiirin içine yerleştirdiği koşma nazım şekli ile halk-aydın birleşmesinin lüzumunu duyurmak ister. On yedi yıl sonra yayınlanan bir halkevi dergisinde 11’li hece

159

ölçüsü ve koşma nazım şekliyle, aynı imajlar kullanılarak, Maraşlı Şeyhoğlu’nun ruh hâliyle âdeta Faruk Nafiz’e cevap verilmiştir.

Şiirde şair, bu dünyada kimsesizlik içindedir, ailesi de sevgilisi de yoktur.

Göçebe gibi yaşar, evi yurdu belli değildir. Bu ruh hâli “Han Duvarları”

şiirindeki Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın ruh hâline benzer:

“Ne anam var, ne kardeşim, ne yârim,

Bu dünyada tek başıma gezerim;” (Âşık Bahtıyok, 1939: 354)

“On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan Baba ocağından, yâr kucağından Bir çiçek dermeden sevgi bağından

Huduttan hududa atılmışım ben” (Çamlıbel, 2019: 17)

Onu bağlayan hiçbir mekân ve insan olmadığı için rüzgârın önünde savrulan bir yaprak gibidir.

“Belli değil evim, barkım, diyarım,

Bir rüzgârın her mevsiminde eserim” (Âşık Bahtıyok, 1939: 354)

“Yolcuyum bir kuru yaprak misali

Rüzgârın önüne katılmışım ben” (Çamlıbel, 2019: 18)

Yalnızlığı hayatını da bir anlamsızlık içine hapsetmiştir. Bağlanacağı, uğruna mücadele edeceği bir amacı yoktur. Dışarıdan bakıldığında sarhoş insanlar gibi savrulduğu görülür. Kimsesizliği her an içini kemirir. Bu yalnızlığın içinde kalbinde iyi ya da kötü duyguların olması önemli değildir.

“Önüm boşluk, ardım boşluk, her şey boş,

160 Beni gören zannediyor bir serhoş, Zavallı kalp, ister durul, ister coş,

Her lâhzada öksüzlüğün sezerim.” (Âşık Bahtıyok, 1939: 354)

Âşık edebiyatının son dörtlükte mahlas kullanma geleneği bu şiirde sürdürülmüştür. Şairin hayattan bir ümidi kalmamıştır. Zamanında çok ağlayıp üzülmüştür ama şimdi gözyaşları akmaz. Kendini avutmuş ve kendi kendinin kimsesi olmuştur. Buna rağmen hayattan sıkılacağı bir günün geleceğini de bilir.

“Bahtıyok’um her ümidi unuttum, Bir sel iken göz yaşımı kuruttum, Ben kendimi kendim ile avuttum,

Gün olur ki yaşamaktan bezerim.” (Âşık Bahtıyok, 1939: 354)

“Yalnızlık” şiirinde Faruk Nafiz’in sesi duyulur ama Anadolu imanının hüzünlü ruh hâli devam eder.

Müştak Erenus “Hasret” adlı şiirinde geçmişte kendini bekleyen, özleyen ve seven insanların olduğunu söyler. Şair, bu insanlardan uzak kalmıştır, onlardan haber alamamıştır. Kendisini bekleyip beklemediklerini bilmemektedir.

Zamanla bu sevgi ateşin yavaşça sönüp gitmesi gibi yok olmuştur. Şair, yalnızlığı içinde bu anılara tutunur:

“Vardı.

Beni de bekliyen gözler Vardı.

Kim bilir belki onlar,

Irak diyarlarda, Bekledi, bekledi,

Karardı kaldı.

161 Vardı.

Ucsuz, bucaksız

Bir sevgi Vardı.

Zamanın nasırlı eli içinde, Evrildi, Çevrildi.

Bir sönen kor gibi Karardı

Kaldı.” (Erenus, 1940: 32)

Ceyhun Atuf Kansu (1919-1978) şair, yazar ve tıp doktorudur. Çocuk hastalıkları üzerine çalışmalar yapmıştır. Doktorluk görevinin yanında Türk Dil Kurumu’nda da görevler almıştır. Tıp terimlerinin Türkçe karşılıklarını bulmaya çalışmıştır. İlk şiirini lise yıllarında yazan şairin şiirlerinde çocuk, Atatürk, vatanperverlik, Türk tarihi gibi temalar geniş yer tutar. (http://teis.yesevi.edu.tr/) Yeni Türk Mecmuası’nda yer alan “Sitemler” adlı şiirinde ise şair sevgisinin karşılığını göremeyişini ve yalnız kalışını anlatır. Şiirin ismiyle müsemma olarak sevgilisine, dostlarına, tanıdıklarına bolca sitem eder. Şiirde halk edebiyatı söyleyişi vardır, koşma nazım biçimi kullanılmıştır.

Eski zamanlardan itibaren süs, gözyaşı silme, hatırlatma, selamlaşma, vedalaşma gibi çeşitli işlevlerde kullanmış olan mendil kimi zaman çiftler arasında bir haberleşme aracı olarak da kullanılmıştır.16 Mendilin renginin, nakşının değişmesi taşıdığı anlamı da değiştirmektedir. (Tanrıbuyurdu, 2010:

196-203) Şair, sevgilisine mavi bir mendil göndermiştir. Ancak sevgilisinden bir cevap alamamıştır. Yani şairin sevgisi karşılık bulmamıştır ve mendilini geri

16 Musahipzade Celal’in 1936 tarihli İstanbul Efendisi adlı tiyatro oyunu mendilin çiftler için ne kadar anlamlı olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

162

istemektedir. Mavi mendil “vefasızsın, kederdeyim” anlamı taşır. (Ekinci, 2016) Sevgilisinden cevap alamaması sevgilisinin vefasızlığını gösterir:

“Sevgimden mavi bir mendil dokudum, Rüzgârlara verdim yâre gönderdim, Göklere yazılmış: Cevab, okudum,

Mavi mendilimi geri isterdim.” (Kansu, 1941: 506)

Giden sevgililerin hepsi geri dönmüştür. Fakat şairin sevgilisi geri dönmemiş ve şairi yalnız bırakmıştır:

“Uzak kıyılarda altın gemiler, Yakın kıyılara doğru döndüler, Bütün sevgililer işte indiler,

Mavi mendilimi veren olmadı.” (Kansu, 1941: 506)

Şair yalnız kaldığında kimse derdini sormamıştır, dostları da sevgilisi gibi vefasızdır. Bu durumda yalnızlığı daha da perçinlenmiştir:

“Serin seher yeli esti başımda, Uyudum bir bahçe gördüm düşümde, Uyandım, bu bahçe kayıb dışımda, Ağladım, derdimi soran olmadı.

Atladım dağları, rüzgârlarla eş, Işık vadederek batardı güneş,

Uyurdum, toprak yaş, gözlerim de yaş,

Üstüme bir yorgan seren olmadı.” (Kansu, 1941: 506)

163

Şairin bir vakitler çok mutlu bir hayatı olmuştur. Mutluluktan âdeta göklerde uçmuştur. Fakat artık bu duyguların yerini yalnızlık ve sitem almıştır.

Dostlarına, sevgilisine dargındır:

“Uçarken göklerde niçin vuruldum, Yollar koşuyordu, ben, ben yoruldum, Yârede, dostada artık darıldım,

Altın tokmağımı vuran olmadı.” (Kansu, 1941: 506)

Her ne kadar sitem etmiş olsa da son dörtlükte bu sitemler yerini kaderini kabullenmeye bırakır. Sevgilisinin onsuz da olsa mutlu olmasını ister. Bu dünyada kimsenin sevgiliden vefa görmediğini düşünür. Bu döngüyü kendisi de kıramamıştır. Zaten yalnız olduğu bu yerlerden izinin tamamen silinmesini ve sevgilisinin hep mutlu olmasını ister:

“Göklere yazdım ben, içli yazımı Tanrı mes’ut etsin nazlı kuzumu, Rüzgâr silsin her bir yoldan izimi.

Sevip, yârdan vefa gören olmadı.” (Kansu, 1941: 506)

Samiye Yalçın’ın17 “Yalnızlık” adlı şiirinde şair, karşıt duyguları birlikte yaşar. Yalnızlık, içinde bir ateşe dönüşmüştür. Bu ateşi içinden ağlayarak atmaya çalışır. Yalnızlık hissettiği olumsuz duygudur. Bunun karşıtı olarak bazen içini bir ümit de kaplar. Kaderin işleri kolaylaştırdığı anlar da olur.

Karşılaştığı bu nimet, içindeki iyi duyguları ortaya çıkarır. Ancak bu, kısa sürer.

İçinde bulunduğu durumu sadece kendisiyle aynı durumu yaşayanlar anlar.

Kendisi için en iyisi kimseyi tanımadan yalnızlık içinde ölmektir. Hızlıca akan ve müdahale edemediği hayatın durmasını arzu eder. İçindeki kimsesizlik de böylece sona erebilir:

“Kirpiklerimden yaşlar sızarken ılık ılık

17 Şair hakkında bilgi bulunamamıştır.

164

İçerimde Korlaşan bir ateştir yalnızlık..

Bahtımın sarp dağları bazan bana yol verir, Donmuş olan hislerim bu sıcaklıkla erir..

Karanlık yollarıma yıldız mı serpilecek?

Yalnızlık ne demektir? - Onu duyan bilecek..

Bu ıssız ülkelerde hiç bilinmeden ölsem Ben de batan gün gibi şu dağlara gömülsem Belki o gün duraklar bahtımın sonsuz hızı

Belki o gün dinerdi içimdeki bu sızı...” (Yalçın, 1942: 24)

Hamdi Gökalp’ın şiirleri önce “Gençlerin Yazıları” başlığı altında çıkmıştır. Daha sonra derginin diğer sütunlarında yayınlanmaya başlamıştır.

“Gençlerin Yazıları” başlığı altında çıkan şiirlerinden biri “Pınardan Akan Sular” adını taşır. Şair gönlünü yavaş da olsa akan bir pınara benzetir. Bu pınar şu an için aksa da elbet bir gün kuruyacaktır. Şimdiden başlayan yalnızlığı bir gün onu tamamen saracaktır:

“Bilirim, birgün gelip kuruyacak bu kaynak, Bir ayak sesi bile artık duyulmayacak Yeşeremez ne filiz, ne de küçük bir yaprak

Bu zavallı pınarın solunda ve sağında.” (Gökalp, 1938: 1320)

H.G. kendi varlığını belirsiz olarak görür. Gürültünün bir anda durması gibi sesler kesilecek ve hayat sona erecektir. Yalnızlık zalimdir, hayatı da bu zalim yalnızlığın kollarında geçer. Şair kendini bu duruma alıştırmıştır. Karşı koyacak kuvveti yok gibidir.

165

Hayat sona erdiğinde de elinde bir şey kalmayacaktır. Şöhretin, unvanın ve beyliğin hiçbir anlamı olmayacaktır. Geriye, uyanınca net olarak hatırlanmayan rüyalar gibi belirsiz anılar kalacaktır:

“Bir gün dinecek elbet yaşamak, bir ses gibi Şimdiden bir hayale benzedim herkes gibi, Varlığım duman gibi, ılık bir nefes gibi, Geçiyor, yalnızlığın o zalim kucağında.

En sonunda ne şöhret, ne uşak, ne bey kalır, Ne elde kadeh kalır, ne bir damla mey kalır, Unutulmuş rüyaya benziyen bir şey kalır

Pınardan bir yudum su içenin dudağında.” (Gökalp, 1938: 1320)

Refik Salahor’un “Çeşme” adlı şiirinde şair bir gezi sırasında gördüğü çeşmeden bahseder. Bu şiir, Faruk Nafiz Çamlıbel’in 1926 tarihli “Çoban Çeşmesi” şiirinden mülhemdir. Bu çeşme bir vadide karşısına çıkmıştır. Şair, susuzluk çekmektedir. Su içmek için yaklaşır ve çeşmenin üzerinde silinmeye yüz tutmuş bir dua görür. Bu dua kalbinde bir yerlere dokunur ve canını acıtır.

Şair, çeşme hakkında düşünmeye başlar. Çeşme susuzluk çeken nice yolcuların susuzluklarını gidermiştir, yolcuların derdine derman olmuştur ama yine yalnız kalmıştır. Şiirin bu ilk dörtlüğü “Çoban Çeşmesi” şiirinin üçüncü dörtlüğü ile benzerlik gösterir:

“O zaman başından aşkındı derdi, Mermeri oyardı, taşı delerdi.

Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi,

Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi!” (Çamlıbel, 2019: 217)

166

“Çatlamış duvarlarda bir matemin yası var Bir içli kalp sızısı bürümüş her yerini:

Mermerinde kaç yanık yolcu hatırası var,

Bir garip köylü yazmış taşa son sözlerini.” (Salahor, 1938: 137)

Çeşmenin yanında otururken karşıki dağlara akşamın indiğini görür.

Akşamın karanlığı bir yalnızlığın habercisi gibi çeşmenin taşlarına da siner.

Ancak çeşmeyi teselli edecek ve yalnızlığını giderecek kimse yoktur:

“Gün battı ayrılır, karşımdaki dağlarda, İndi bir matem olup karanlık, taşlarına.

“Gün battı ayrılır, karşımdaki dağlarda, İndi bir matem olup karanlık, taşlarına.

Benzer Belgeler