• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM: SİYASET MEDYA İLİŞKİSİNİN TARİHSEL ARKA PLANI

1.3. Siyaset Kavramı

1.3.3. Yakın Çağ’dan Küreselleşmeye Siyasi Yaşam

Feodalitenin din kökenli baskıcı yapısıyla, sosyal ve siyasi yaşamı şekillendirmesinin ardından, Reform ve Rönesans hareketlerinin halk üzerindeki aydınlanma, akla ve bilime inanma bilinci etkili olmuş; geçmişte temelleri atılan yeni teknolojik buluşları peşinden getirmiştir. Buluşlar üretim alanlarına yansımış, insan ve hayvan gücüne alternatif olarak su ve gelişmiş buhar makinelerinin yarattığı enerji, üretime destek vermiştir. Metal işleme yeteneğinin artmasındaki gelişmeler sosyal hayatta da vücut bulmuştur. Evlerde sınırlı sayıda elle üretimi (manifaktür) yapılan ürünler, çoklu üretimin yapılabileceği fabrika ortamlarına taşınmıştır. Feodal sistemdeki “serf” sınıfının yerini “işçi” sınıfı almıştır. Şehirlerin kalabalıklığını oluşturan bu yeni sınıfın en büyük özelliği, çok büyük bilgi birikimi gerektirmeyen, basit makineleri kullanabilen, emeğinden başka birikimi olmayan ve siyasal açıdan etkisiz kişiler olmasıdır. Sömürge ülkelerden gelen hammaddeler mamul haline getirilmiş ve bu mamuller yine sömürge ülkelere pazarlanmıştır. Toplumu oluşturan sınıflar arasındaki farkı belirleyen temel etken, dinsel veya ırksal açıdan çok, sermaye birikiminin büyüklüğüne göre oluşmaya başlamıştır. Ticaretle uğraşan orta sınıf gelişmiş, böylece Avrupa’da sermaye birikimine sahip ekonomik bir yapıya kavuşmuştur. 18. yüzyılın ikinci yarısı ve 19. yüzyıl başlarından itibaren ekonomik ve sosyal gelişmeler devrim niteliği taşıdığından bu dönem “Endüstri Devrimi” veya “Sanayi Devrimi” olarak adlandırılmaktadır.

İngiltere, Endüstri Devrimi’nin öncüsü sayılmaktadır. İngiltere’nin hem gelişmiş sömürgeci yapısı hem de anayasal monarşisinin orta sınıfa ait erkeklere büyük bir yasal hak tanımış olması Endüstri Devrimi’nin siyasi sebepleri arasında gösterilmektedir. Bu haklar tepeden inen bir yapıyla değil, halkın baskısı sonucu gerçekleşmiştir. Halkın siyasi katılım hakkını aradığı grevler, boykotlar, direnişler

92

aracılığıyla, siyaset salt olarak birtakım elitlerin söylemine değil, geniş halk kitlelerine yayılan bir yapıya bürünmüştür. Negatif bir ayrımcılıktan kaynaklanan kadınların siyasetten dışlanması probleminin çözülmesi, başka bir deyişle, seçme ve seçilme hakkını kazanması ancak 19. yüzyılda ulus-devlet anlayışının benimsenmesi ile mümkün olmuştur.

İngiltere’de ticaret ve sanayi burjuvazisinden gelen baskılar sonucunda 1832 yılında çıkarılan bir yasayla, seçim bölgeleri burjuvaziye daha geniş bir temsil olanağı sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmiş, oy kullanma hakkı genişletilmiş ve seçim yasası değiştirilmiştir. Bu yasa büyük burjuvaziyi hoşnut kılmışsa da, küçük burjuvazi ve işçiler bununla yetinmemişler, “Chartizm” denen bir hareketi başlatmışlardır (Sander, 2012, s.188). Sosyal demokrat bir anlayış içinde ve işçi sınıfından gelen bir hareket olan Chartizm’e göre;

1. Bütün yurttaşlara oy hakkı verilmesi, 2. Seçim bölgelerinin eşitliği,

3. Milletvekili olabilmek için konulan vergilerin kaldırılması, 4. Her yıl seçim yapılabilmesi,

5. Gizli oy hakkı,

6. Parlamento üyelerine ücret ödenmesi gibi ilkeler “Halkın İstekleri” (People’s Charter) belgesinde “Temel Kurallar” (Charte) şeklinde yayınlanmıştır (İşçi, 2011, s.316).

Endüstri Devrimi, İngiltere’den sonra Fransa’ya, Batı Avrupa’ya ve ABD’ye yayılmıştır. Devrimin ilk ve en açık özelliği, üretimin çapında görülen büyük artıştır. Daha fazla mekanik güç, hammadde, üretilmiş mal, ulaştırma; sanayi ve ticaret süreçlerini izleyecek yazman, malları satın alacak tüketici, satacak satıcı ve sermayesi olan, insan çalıştıran daha büyük firmalar ortaya çıkmıştır (McNeil, 2003, s.653).

93

Endüstri Devrimi’nin bir koşulu olarak fabrikalar, kolay ulaşım olanağı sağlayabilen büyük şehirleri doğurmuş ve kitle toplumunu meydana getiren yığınları oluşturmuştur. Endüstri Devrimi’nin etkileri hissedildikçe, Batı dünyasında şehirlerin büyümesi muazzam bir noktaya ulaşmıştır. Gerek Amerika, gerekse Avrupa şehirlerinde nüfus patlaması, kırsal nüfusun neredeyse aynı oranda azalmasına sebep olmuştur (Martindale, 2005, s.38-39). Tıp biliminin ilerleyişi ile bebek ölümlerinin sayısı azalmış, yaşam kalitesi yükselmiş ve süresi uzamıştır. Büyüyen şehirler metropollere dönüşmüştür. Feodalitenin ağır baskısından kurtulup özgürleşen

burjuvazi, modern ulus-devletin temellerini oluşturmuştur. Şehirlerde sıkışıp kalan yığınlar için yeni yerleşim ve pazar oluşturabilecek alanlar sömürge ülkeler arasından seçilmiştir. Bütün bu ticaretin yapılabilmesi için sermaye gerekmektedir. Sermaye en çok ticaret yoluyla birikmiştir. Yalnız mal mübadelesini değil, fetih, korsanlık, talan, sömürü ve hatta canlı insan ticaretini de kapsayan bir anlayışla sermaye, yani kapitalist düzen kurulmuştur. Kapitalizmin ilk ayak izleri, İtalya yarımadasında; Venedik, Cenova, Piza’da görülmüştür (Huberman, 2012, s.179).

Endüstri Devrimi ile birlikte global ekonomik, siyasal ve sömürge altına alınmış bir yeni dünya düzeni başlamıştır. 1800’de dünyadaki karaların yüzde 35’i Avrupalıların işgali ya da denetimi altındadır; bu oran 1878’de yüzde 67’ye, 1914’te yüzde 84’ün üzerine çıkmıştır (Kennedy, 1993, s.176). Bir başka deyişle, dünyanın yüzde 84’ünü Avrupa sömürü aracı olarak kullanıp, sermaye birikimini bu ülkeler üzerinden elde etmiştir. Sermaye kendi başına bir değerdir ama bu değere emek, iş gücü eklenmedikçe büyümesi söz konusu olamayacaktır. Bir ekonomik girdi olarak “iş gücü” olabildiğince ucuz olmadığı sürece sermaye de büyüyemeyecektir. Bu süreç, sömürge ülkelerinin de kendi halkını sömürmesi ile sonuçlanmış; böylece kapitalizmin bütün gerekleri tamamlanmıştır.

94

Ne var ki kapitalizmin gelişme süreci, kendisi ile birlikte bir çelişkiyi de bağrında geliştirmiştir: Bir yandan geliştikçe bağımsızlık isteyen ulusların varlığı ve bu isteğe ulaşmak için modern koşullara uygun bir devlet, devlet-ulus ve öte yandan

devlet-ulusların ve ulusların ortadan kaldıracağı bir uluslararasıcılık anlayışıdır (Erdem, 2010, s.4).

Siyasal açıdan ise ekonomik yatırımda bulunulacak ülkelerde, toplumsal sistem ve yönetim biçimi çok ilkel olduğundan ticaretin gelişebilmesi için bu durumun düzenlenmesi gerekmektedir. Yatırımda bulunan şirketler, öteki devletlerin şirketlerinin rekabetinden kurtulmak için devletlerin askeri gücünden yararlanmıştır. Bu şirketlerin ekonomik bakımdan geri kalmış ülkelerde rahat çalışabilmeleri ve alacaklarını zamanında tahsil edebilmeleri için o ülke yönetimleri askeri baskı altına alınmıştır (Sander, 2012, s.227). Kuşkusuz bütün bunlar yapılırken yerel halkın seçme şansı olmamıştır. Sömürge altında bulunan ülkelerin yerel halkı hakkında her türlü siyasi karar sömürgeci ülkeler tarafından alınmış ve uygulamaya konulmuştur. Başka bir deyişle, sömürge altındaki ülkeler özyönetim hakkına sahip değildir.

Batılı ülkeler sömürdükleri ülkelerin hammaddelerini sosyal hayatın her evresinde kullanmışlardır. Bunlardan en önemlisi silah sanayii idi. Gelişmiş silahlara sahip olmak hem sömürü altında tutulan ülkelerde çıkacak herhangi bir sorunu çözmek hem de diğer sömürü ülkeleri ile karşı karşıya gelindiğinde muhtemel bir savaştan galip çıkabilmek demektir. Dolayısıyla, sömürge ülkelerinde silah bulundurma, geliştirme ve askeri yatırım yapma büyük önem taşımıştır. Silahlar kimi zaman sömürge ülkelerinin vatandaşlarına el altından dağıtılıp, ülke içinde kargaşa çıkarmak için de kullanılmıştır.

Kapitalizmin hızla geliştiği bu süreçte, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun veliaht Prensi Arşidük Franz Ferdinand, Saraybosna’da “Kara El”

95

adı verilen Sırp milliyetçisi grubun üyesi Gavrilo Princip tarafından 28 Haziran 1914’de düzenlenen bir suikast sonucu öldürülmüştür. Suikast Avusturya topraklarında ve Avusturya vatandaşı tarafından işlenmiş; ancak Habsburg Hanedanlığı’nın tek veliahdının öldürülmesi, I. Dünya Savaşı’nın başlamasının temel sebebi olarak gösterilmiş ve domino etkisi yaratarak konuyla alakası olmayan ülkeleri de peşinden sürükleyen ilk kitlesel savaş gerçekleşmiştir (Acarlı ve Akova, 2013, s.2). Bazı araştırmacılara göre, I. Dünya Savaşı bir kaza sonucu çıkmıştır. Hiçbir Avrupa hükümeti genel bir savaş istemese de İtalya’nın dışındaki tüm Avrupa devletleri, rakiplerinin diplomatik kışkırtmaları karşısında, gerilemektense savaşmayı yeğlemiştir (McNeil, 2003, s.763). Ancak, savaşın kaza sonucu çıktığını söylemek iyimser bir yaklaşımdır. Bu koşulda sömürgeci devletlerin silahlanma ve kapitalizmi yayma çabalarını açıklamakta güçlük çekilmektedir. 19. yüzyıldan itibaren milliyetçilik duygularıyla hareket ederek Endüstri Devrimi’ni gerçekleştirmiş olan ülkeler arasında, sömürülen ülkelerden elde edilen yeni madenlerin teknolojik gelişmelere katkısı; savunma, silah ve telekomünikasyon alanındaki yeni icatlar, daha fazla toprak ve bu düzenin devamlılığının isteği içinde I. Dünya Savaşı bir çeşit gövde gösterisine dönüşmüştür.

I. Dünya Savaşı’ndan önceki savaşlarda bütün dünya büyük sanayi devletleri arasında bölüşülmüştür ancak dünyada hala paylaşılacak ülkeler vardır. Çin, Türkiye, Rusya bölüşülebileceği gibi, Amerika’daki petrol kuyuları, Ukrayna’daki tahıl tarlaları bu devletlerin elde etmek istedikleri hazinelerdir (Sertel, 2010, s.15). Batılı ülkeler kendinden daha çok gelişmiş, daha geniş toprak sahibi ve farklı siyasal yapısı olan bir komşu ülke istemediğinden, I. Dünya Savaşı’nın çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bu nedenle, amaçları birbirine benzeyen ülkeler birliktelikler oluşturarak savaşa girmiştir.

96

İtilaf Devletleri; Birleşik Krallık, Fransa Cumhuriyeti, Rusya İmparatorluğu, Sırbistan, İtalya Krallığı, Romanya, Japonya, ABD ve İttifak Devletleri; Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan olmak üzere iki farklı taraf oluşmuştur. Bu ülkeler dışında sömürge ülkelere bağlı olan ülkeler de ya savaşa katılmış ya da askeri anlamda destek vermiştir. Bu döneme kadar alışılagelmiş olan cephe savaşlarının benzeri bir savaş yaşanacağı ve yıl sonuna kadar biteceği tahmin edilen savaş, tahminlerin aksine dört yıl sürmüştür. Bu süre boyunca katılan ülkelerin tamamında çok büyük can ve mal kayıpları olmuş; 8 milyon asker ve 6 milyondan fazla sivil hayatını kaybederken, 21 milyon asker yaralanmıştır (Westwell, 2012, s.14). Başka bir deyişle, savaş sadece savaş meydanlarında kalmamış ve kimsenin tahmin edemeyeceği bir şekilde, sivil halktan 50 milyona yakın kişinin doğrudan etkilendiği bir büyük fenomene dönüşmüştür. Endüstri Devrimi’nin getirdiği teknolojik gelişmelerin silah sanayiine yansımasının yıkıcı etkisiyle, çelikten üretilen zırhlı araçlar, tank, denizaltı, makineli tüfek, uçak ve zehirli gazlar I. Dünya Savaşı’nda ülkelerin kendi güçlerini ispat etme vasıtası olmuştur.

I. Dünya Savaşı her ne kadar Avrupa’da başlamışsa da, 1917’de ABD’nin de savaşa girmesi, güç dengelerini değiştirmiş ve savaşın sonucunu belirlemiştir. Savaşın sonuçlarından biri de yeni kurulan ülkelerdir. 1917’de Rus askerleri arasında başlayan “Şubat Devrimi” sonrasında, “Ekim Devrimi” ile Romanov Ailesinin yönettiği, Rus İmparatorluğu yıkılmış; yönetim Lenin liderliğindeki Bolşeviklere geçmiştir. Yıkılan Çarlık rejimin yerine kurulan, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) 1922’de ilk komünist proletarya devleti olmuştur. Savaş Almanya’nın toprak kaybetmesine, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasına, parçalanan çok uluslu devletlerin yerine yeni ulus-devletlerin kurulmasına; Polonya, Yugoslavya,

97

Çekoslovakya, Avusturya, Macaristan, Litvanya, Ukrayna, Estonya, Finlandiya, Letonya vb. gibi ülkelerin oluşmasına neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu da yerini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bırakmıştır.

I. Dünya Savaşı’nın siyasi bakımdan en önemli sonuçlarından biri, “ırk” temelli milliyetçilikten de beslenen “iki kutuplu dünya” görüşünün doğmasıdır. Savaşın ulusun tüm kesimlerinde huzursuzluklar bıraktığı İtalya’da, özel bir durum oluşmuş; gelişen siyasal kışkırtmalar, 1922’de yeni bir rejim olarak faşizmi iktidara getiren bir hükümet darbesine yol açmıştır. Faşistler, tümüyle ulus adına, sınıf ve birey özel çıkarlarını bastırarak devleti ulu ve saygı gösterilen bir kurum durumuna getirmeyi amaç edinmiştir (McNeil, 2003, s.775). Benito Mussolini liderliğindeki Ulusal Faşist Partisi, faşizm ideolojisiyle 1922’den 1943 yılına kadar İtalya’yı yönetmiştir.

1933 yılında Almanya’da da Adolf Hitler’in iktidara gelmesiyle, İtalya’da

benzer bir rejim değişikliği yaşanmıştır. Almanya, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca galip devletlerin başında yer alan Fransa ve İngiltere, Almanya’yı bir daha başını kaldıramayacak ve Avrupa’nın dengesini bozamayacak hale getirmek için, çok ağır şartlar ihtiva eden Versailles Antlaşması’nı (28 Haziran 1919) yapmaya zorlamıştır (İşçi, 2011, s.374). İtilaf Devletleri’nin zorlaması karşısında Almanya bu antlaşmayı imzalayarak büyük miktarda toprak kaybetmek ve çok yüksek miktarda savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılmıştır. Almanya’nın, bu antlaşmanın rövanşını almak amacıyla II. Dünya Savaşı’nın zeminini hazırlamaya başladığı ileri sürülebilir.

I. Dünya Savaşı’ndan Avrupa’da geriye harabeye dönen yüz binlerce konut, yakılıp yıkılan çiftlikler, havaya uçurulan yollar, demiryolları ve telgraf hatları, öldürülen çiftlik hayvanları, yerle bir olmuş ormanlar ve patlamamış mermiler ve mayınlar yüzünden tarıma elverişsiz hale gelmiş arazi parçaları kalmış; milyonlarca

98

insan kaybı ile savaşın faturasını daha da artırmıştır (Kennedy, 1993, s.327). Bu nedenle, Eski Kıta’nın maddi yardıma ihtiyacı vardır. Savaş öncesi uluslararası siyasi arenada ABD’nin büyük bir etkisi yokken, bu süreçte maddi ve teknolojik iç dinamiklerini sağlam temellere oturttuğundan, bu tarihten sonra ABD, kendini dünyanın hakimi olarak ilan ederek büyük bir güç olarak algılanmasını sağlamış; kendini dünyanın kreditörü ilan etmiştir. Avrupa’da, ticari yakınlık da geliştirebileceği başta İngiltere, Fransa, İtalya olmak üzere birçok ülkeye kredi vermiştir. Kredi alan ülkelerin borçlarını geri ödeme planları Almanya’dan savaş tazminatı olarak alacakları altınlar üzerine kurulmuştur. Ancak ekonomisi durma noktasına gelen Almanya’nın bu tazminatı ödeyememesi ve bu ülkelere sirayet etmesi sonucu 24 Ekim 1929’da ABD borsası çökmüş ve bu çöküş “Kara Perşembe” veya “Büyük Buhran” olarak tarihe geçmiştir. 1929’da başlayan ve etkisi yaklaşık on yıl devam eden bu kriz küresel bir nitelik taşımamış, dış pazara açık, kapitalist ekonomik sistemdeki ülkeleri etkilemiştir.

“İki Savaş Arası” veya “Dünya Savaşları” arası olarak adlandırılan bu dönemde kapitalist devletler arasındaki çıkar çelişkileri, savaş sanayiinin gelişmesi ile savaşı hazırlayan sanayi sermayesi, ekonomik ve sosyal yetersizlik içinde sosyal huzursuzlukların artması, Alman ve Japon faşizminin dünya egemenliği iddiası II. Dünya Savaşı’nın nedenleri arasında gösterilmektedir (Sertel, 2010, s.37). Savaşı hazırlayan ortam, savaşın öncesi ve sonrasındaki insan ve değerleri konusunda yeni kuşkuların doğmasına neden olmuştur. İnsan hakları, adalet, karşılıklı güven, saygı, sevgi gibi evrensel değerlerin ancak kitaplarda korunduğu, günlük yaşama geçirilmediği görülmüştür (Şener, 1997, s.75).

I. Dünya Savaşı’nda hem kaybedilen topraklar hem de antlaşmaların verdiği hoşnutsuzlukla 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgali, II. Dünya Savaşı’nın

99

(1939-1945) başlamasına neden olmuştur. Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, ABD ve Fransa; Müttefik Devletler olarak, Almanya, İtalya ve Japonya; Mihver Devletler olarak savaşa katıldılar. Bu savaş süresince etnik soykırım yapılmış, nükleer silah kullanılmıştır. Bu dönem insanlık tarihine kaydedilen en büyük savaş olarak geçmiştir. Savaşın sona ermesiyle komünist sistem yaygınlaşmış, sosyalist sistemi seçen ülkelerin sayısı artmış; Almanya, Doğu ve Batı olmak üzere iki farklı rejimle yönetilen iki ayrı ülke olarak bölünürken birçok sömürge ülkesi de bağımsızlığını ilan etmiştir. Savaşın sona ermesiyle dünya iki farklı görüşü benimseyen ülkelerin oluşturdukları birlikler etrafında toplanmıştır. ABD, 1948 Brüksel Antlaşması ile NATO’nun (1949, North Atlantic Treaty Organization-Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü); Sovyetler Birliği ise Varşova Paktı’nın (1954) kurucusu olmuştur. Kapitalist rejimi benimseyen ABD, İngiltere gibi ülkeler SSCB’nin sosyalist rejimini siyasi bir tehlike olarak görmeye başlamıştır. NATO’ya bağlı ülkeler, grup içindeki herhangi bir ülkenin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne dışarıdan gelen herhangi bir tehdidi, bütün ülkelere yapılmış sayarak, ortak hareket etme kararı almıştır. Bu nedenle, NATO etrafında toplanan ülkelerin toprakları ortak bir savunma alanı olarak görülmektedir.

Sosyalist rejimi benimseyen Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya, Macaristan, Polonya, Romanya ve SSCB de, NATO’nun karşısında Varşova Paktı’nı (14 Mayıs 1955) oluşturmuştur. Bu paktın amacı hem rejimi yaymak ve yandaş toplamak hem de gelecek olası bir savaş tehdidine karşı silahlanarak daha da güçlenmektir. SSCB’nin 1991 yılında dağılmasıyla bu askeri ve siyasi ortaklık da yok olmuştur. SSCB’nin dağılması, Anglosakson ülkeler ekseninde dönen yeni bir dünya düzeni yaratmıştır.

100

Özet olarak, Avrupa ve Amerika’da gelişen milliyetçilik akımlarından beslenen, 1939’dan 1945’e kadar süren II. Dünya Savaşı’nda 70 milyona yakın insan hayatını kaybetmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve SSCB büyük birer güç, dünyaya hükmeden ülkeler ve iki farklı siyasi görüşün temsilcileri olmuşlardır. ABD ve SSCB arasında bu tarihten sonra sıcak bir çatışma yaşanmamış; fakat yine de ekonomik ve siyasi anlamda yaşanan gerginlikler savaş olarak değerlendirilmiş ve dönemin adı “Soğuk Savaş” olarak tarihe geçmiştir.

Yaşanan iki büyük savaşa rağmen bu dönemde, siyasal açıdan bireylerin özgürlüklerinin öne çıktığı olumlu gelişmeler de ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılla başlayan siyasi hayatın örgütlü bir yapıya dönmesi, halkların kendilerini yönetenleri seçebildikleri, kendi tercihlerini ortaya koyabilen bireyler olarak siyaset içinde yer bulabildikleri bir ortam yaratmıştır. Hukuk karşısında eşit sayılan halk kitleleri içinden iktidara gelebilecek bireylerin olması, temsili demokrasinin en önemli yapı taşıdır.