• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM: SİYASET MEDYA İLİŞKİSİNİN TARİHSEL ARKA PLANI

1.3. Siyaset Kavramı

1.3.2. Rönesans ve Reform’dan Yakın Çağ’a Siyasi Yaşam

Hristiyanlık dininin tüm Avrupa’ya yayılması ile Papalığa bağlı kilise ve din adamları, hem dini, hem siyasi, hem de kültürel hayatı tekelinde bulundurmalarının gerekçisini Tanrı’dan aldıkları yetkiye dayandırmıştır. Abeles’in bildirdiğine göre, kiliseler ve resmi yetkililer için, kraliyet iktidarı meşruiyetini ilahi kökeninden almaktadır. Havarilerden Paul’ün dediği gibi: “Non est potestas nisi a Deo” (Tanrı’dan gelmeyen iktidar yoktur) (2012, s.19). Bu gerekçeyle, halk üzerinde büyük bir yaptırım gücü olan kilisenin yetkilerinin kısıtlanması isteği tabandan başlayan kitlesel bir çabayı gerekli kılmıştır. Ortaçağ feodal sisteminin baskıcı yapısının düşünce ve ifade özgürlüğünü yok sayması, siyasi hayatı dini temelli skolastik bir

82

yapıyla sürdürmeye çalışmasının ardından, halk tarafından kişisel haklar, özgürlük ve eşitlik arayışının tartışmaya açılması Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte ivme kazanmıştır.

Dinde Reform hareketlerinin başlama sebepleri arasında gösterilen Gutenberg’in matbaayı icat etmesinden sonra, basım sanatı, gezici Alman ustalar kanalıyla 15. yüzyılın ikinci yarısında İtalya, Fransa ve İspanya’ya hızla yayılmıştır. Strasburg’da 1458’de, Roma’da 1464’de, Venedik’te 1469’da basımevleri kurulmuş ve çalışmaya başlamıştır (İnuğur, 1999, s.52). Antik Yunan eserleri ve ilk olarak kutsal metinler orijinal dillerinden halkın kullandığı ulusal dillere çevrilmiş ve basılmıştır. Tarihçi S.H. Steinberg’e göre, neredeyse tamamen Hristiyanlığı kabul etmiş Modern Avrupa’nın temellerini bu eserler oluşturmaktadır. Matbaa bütün politik, yönetimsel, dinsel, ekonomik olaylarda, sosyal, felsefi, edebi hareketler üzerinde çok önemli etkiler yaratmıştır (Akt: Baldini, 2000, s.59). Hristiyanlığın yaygın olduğu Avrupa ülkelerinin tamamında alternatifsiz tek otorite olan kilisenin ve Papalığın yeniden sorgulanması, Katolik kilise otoritesinin yavaş yavaş sarsılması, dinin vicdanla yorumlanması ve tartışılır hale gelmesi, matbaanın icadının sonuçlarından biri olarak görülmektedir. O güne kadar bilgiyi tekelinde tutan Papalık Kurumu, istemeyerek de olsa halkın düşünce yapısındaki değişimin sonucu olarak pozitif bilimlerin gelişimine uzaktan bakmak zorunda kalmıştır.

Reform, Katolik Kilisesi’nin maddi ve manevi ezici bir güç haline gelip, zenginlik isteği ile halkı ve prensleri sömürü aracı haline getirmesine karşı gelişen, dini yeniden yapılandırma sürecidir. Martin Luther bu hareketin öncüsü sayılmaktadır. Luther bir keşiş olmasına karşın dini baskının doğru olmadığını inanmış ve bu nedenle dini aktörleri aradan çıkarıp doğrudan Tanrıya inanmaları yönünde halkı ikna etmiştir. Bazı Alman prensleri arasında bu fikir büyük kabul görmüş ve Protestanlık

83

mezhebinin babası sayılan Luther, bu prensler tarafından koruma altına alınmıştır. Dinin halk üzerindeki baskıcı yapısının zayıflamaya başladığı bu dönemde Almanya, Danimarka, İspanya, Hollanda, Fransa ve İsveç’in de dahil olduğu, Protestanlar ve Katolikler arasında geçen, mezhep temelli Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) yaşanmış; Almanya küçük devletlere ayrılmıştır (Ağaoğulları ve Köker, 2013, s.110-119).

Dindeki reformların halka değer olarak aşılamaya çalıştığı ilkeler arasında demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar bulunmaktaydı. Bu kavramların gelişmesi, halkın, teolojinin değil, aklın ve hukukun üstünlüğü ile siyasi haklarda eşitlik ilkelerinin gerekliliğini öngörmelerini sağlamıştır. Feodal devlet yapısı içinde dini kurallar çerçevesinde halkı yargılama yetkisi olan engizisyon mahkemeleri, yerini hukuk ve eşitlik ilkelerine uygun yargı sürecine devretmiştir.

Reform hareketlerinden etkilenen ülkeler kendilerini Katolik Kilise’nin hegemonyasından kurtarınca, İngiltere ve Almanya’da olduğu gibi ekonomik açıdan güçlenme yolunda önemli adımlar atmıştır (İşçi, 2011, s.224). Batı dünyasında dinin halk üzerinde etkisinin azalması, bir başka deyişle demokratikleşme, iki farklı koldan gerçekleşmiştir. Birincisi Anglo-Sakson (İngiliz), ikincisi ise Kara Avrupası (Fransız) ekolüdür. Anglo-Sakson ekolü; 16. yüzyıldaki Reform hareketi sonucunda, Protestanlığın kabul edildiği İngiltere gibi ülkelerde ortaya çıkmıştır. Bu ülkelerde, Aristokrasi ile Burjuvazi arasında ciddi bir siyasal iktidar mücadelesi yaşanmamış; her iki kesim de sermaye biriktirme sürecinde uzlaşmış ve İngiliz Aristokrasisi, büyük ölçüde Burjuvalaşmıştır. Söz konusu dönüşmüş, evrimci bir modeldir. Anglo-Sakson modeli, “seküler demokratik” rejimleri doğurmuştur (Uyar, 2012, s.18).

“Rönesans” ise TDK’ye göre, 15. yüzyıldan başlayarak İtalya’da ve daha sonra diğer Avrupa ülkelerinde hümanizmin etkisiyle ortaya çıkan, klasik İlk Çağ kültür ve sanatına dayanarak gelişen bilim ve sanat akımıdır (tdk.gov.tr, Erişim tarihi:

84

26.07.2013). Başka bir deyişle Rönesans, bir aydınlanma hareketi ve Ortaçağ’ı sona erdiren bir dönemdir.

Rönesans’ın tanımı yapılırken her ne kadar hümanizmden yola çıkılarak açıklanmaya çalışılmaktaysa da, Rönesans hareketlerinin başlamasına neden olan birçok ekonomiye dayalı sebep de bulunmaktadır. İbn-i Haldun’dan alıntılama yapan Taşçı aydınlanmayı, bir sosyo-ekonomik sınıfın, burjuvazinin düşünsel ve toplumsal yaratımı olarak görür. İnsan önce fizyolojik ve zorunlu ihtiyaçlarını gidermeye yönelir, sonra lükse, itibar görmeye, üstün olmaya kadar uzanan istekleri varsa burjuvazi de önce ekonomik gelişimini duraksatan dinsel aristokrasinin değerlerine eleştirel yaklaşacak ve sonrasında kültüre-siyasi egemenlik elde etmek isteyecektir (2002, s.17).

Rönesans hareketlerinin başlama sebepleri arasında gösterilen “saban”ın bulunması, tarım alanlarının genişlemesini sağlamıştır. O tarihe kadar kısıtlı üretimi yapılan ürünlerin verimliliği sabanla artmış ve Avrupa’nın yağışlı ikliminin drenaj sorunu ortadan kalkmıştır. Tarımsal üretimdeki artışla birlikte bu ürünlerin ticaretini yapan kentli bir sınıf oluşmuştur. Bu sayede ticaretle uğraşan kentli ve tarımla uğraşan köylü olmak üzere farklı iki sınıf gelişmiştir. Kent halkı zamanının çoğunu ticaret veya endüstriye ayırınca, kırsal alanla kent arasında bir iş bölümü gelişmiştir. Birisi sınai ürünler üretmek ve ticaret yapmakla, diğeri ise artık kendi besin maddelerini üretmeyen insanların varlığından da yararlanarak genişleyen pazara daha fazla tarımsal ürün yetiştirmeye uğraşmıştır (Huberman, 2009, s.54). Üründe artış, deniz aşırı ticaretin yaygınlaşmasını ve kazancın artmasını da sağlamıştır. Daha önceleri mal mübadeleleri ile yürütülen ticari ilişkiler para karşılığında yapılmaya başlanmıştır. Halktan alınan vergiler de para ödemek suretiyle toplanmaya başlanınca, halkın her

85

katmanından insanın paraya ihtiyacı olmuştur. Bu nedenle, Rönesans, kapitalizmin ivme kazanmasında bir kırılma noktası olmuştur.

Pusulanın bulunması, 16. yüzyıl Avrupası’nın ticari açıdan büyüme ve atağa geçmesini kolaylaştırmıştır. Denizciliğe önem veren Portekiz kralının desteği ile Vasco de Gama öncülüğünde Afrika kıtasında sömürgecilik düzeni başlatılmıştır. Sömürgeci bir toplum olmanın ilk kuralı, ulus-devlet olmaktır. Ancak ortak çıkarlar doğrultusunda hareket eden bir ulus başka bir ulusu veya ulus haline gelmeye çalışan bir toplumu siyasi olarak kontrol altında tutabilmektedir (Dirlik, 2009, s.135). Sömürgeci düzenin karlı bir iş olması ve gelişmesi ile liberalizm ve kapitalizm gibi

ekonomik ve sosyal sistemlerin temelleri atılmıştır. Rönesans döneminin önemli icatlarından biri de buhar gücünün keşfi ve denizcilik alanına uygulanması sonucu gemilerin hız kazanmasıdır. Denizci Kristof Kolomb, İspanya Kraliçesi’nin desteği ile Amerika kıtasını keşfetmiş; kıtaya yerleşenler, yerli halkla savaşarak kendi kolonilerini kurup, kıtanın yerlilerini ve Afrika’dan zorla getirdikleri halkı köle olarak çalıştırmaya başlamışlardır.

Bu dönemde Avrupa ülkeleri, askeri ve ekonomik gelişmelerini hızlandırmak amacıyla denizciliğe büyük önem vermeye başlamıştır. Bu durum, ulus-devlet anlayışının doğmasında ve yayılmasındaki en önemli sebepler arasında gösterilmektedir. Avrupa toprakları, her biri merkezi ve genellikle monarşik hükümet tarafından yönetilen, kararlılık (istikrar) kazanmış birçok devlet tarafından bölüşülmüştür. Fransa, İspanya ve İsveç’te kararlılık kazanmış olan siyasal birimlerin sınırları ulus çapına ulaşmıştır (McNeil, 2003, s.478). Avrupa’da ulus kavramı

Liberalizm, bireyin veya grupların sosyal, siyasal ve ekonomik hayatını sınırlandırılmasına karşı duran düşünce biçimidir.

86

patrimonyal ve mutlakıyetçi devlet alanında gelişmiştir. Patrimonyal devlet, monarkın mülkü olarak tanımlanmaktadır. Avrupa çapında farklı ülkelerdeki benzer biçimleriyle patrimonyal ve mutlakıyetçi devlet, feodal toplumsal ilişkileri ve üretim ilişkilerini yönetmek için gereken politik biçimdir (Hardt, 2008, s.116).

Avrupa’da çok kutuplu devletler sisteminin olgunlaşması ile birlikte, devletlerin her biri savaş ve barış kararlarını bireysel olarak ve bunu dinsel sebeplerden öte, ulusal çıkarlar yaratmak amacıyla almaya başlamıştır (Kennedy, 1993, s.87). Ulus-devletin ve özgürlük bilincinin Avrupa’da gelişmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri, 17. yüzyılda büyük şehirlerde oluşmaya başlayan kahvehanelerin (coffeehouse), siyasal söylemlerin üretildiği mekanlar haline gelmesidir. Bu mekanlarda toplanan dönemin aydınları, felsefi ve siyasi görüşlerini bu alanlarda birbirleriyle ve kamuyla paylaşmaya başlamışlardır (Bektaş, 2013, s.21).

Birçok kaynağa göre, dindeki reform hareketlerine tepki olarak başlayan ve Otuz Yıl Savaşları’nın sona ermesini sağlayan Westfalya Antlaşması (1648), egemen ulus-devlet anlayışının oluşmasının temel taşıdır. Siyasi bir birliktelik olan ulus-devlet anlayışının benimsenmesi “milliyetçilik”, “vatanseverlik”, “bağımsızlık”, “yurttaşlık” ve “eşitlik” gibi kavramların da gelişmesine önayak olmuştur.

Modernitenin, laik ve ulusal siyasi güç sisteminin temelini oluşturan Westfalya Barış Antlaşmasına göre;

1. Dünya, hiçbiri üstün bir otoriteye sahip olmayan bağımsız devletlerden oluşmaktadır ve bu devletler arasında bölünmüştür.

2. Yasa yapma, anlaşmazlıkların çözümü ve yasaların uygulanması süreçleri büyük ölçüde tek tek devletlerin kendi ellerindedir.

Patrimonyal: İktidarın babadan oğula devredilmek suretiyle devamlılığı sağlanan ve himayesindeki kişileri koruyup, kollamakla mükellef ailelerin doğrudan krala bağlı oldukları siyasi oluşum.

87

3. Uluslararası hukuk, bir arada yaşamanın asgari kurallarını ortaya koymaya yöneliktir; kalıcı ilişkilerin geliştirilmesi bir hedeftir, fakat bu ancak devletlerin amaçlarının gerçekleştirilmesi ölçüsünde söz konusudur.

4. Sınır ötesindeki hatalı davranışların sorumluluğu, sadece bundan etkilenenleri ilgilendiren özel bir sorundur.

5. Bütün devletler yasa önünde eşittir, fakat yasal kurallar güç asimetrilerini dikkate almaz.

6. Devletler arasındaki görüş ayrılıkları güç kullanılarak giderilebilir; etkin güç ilkesi geçerlidir. Güç kullanımına başvurmayı durduracak hiçbir yasal engel yoktur; uluslararası yasal kurallar yalnızca asgari bir koruma sağlayabilir.

7. Bütün devletlerin ortak önceliği, devletin özgürlüğü önündeki engellerin asgariye indirilmesidir (Steger, 2004, s.86).

Ulus-devlet, kendi egemenliği altındaki alanları, sınırlar vasıtasıyla diğer egemen ülke topraklarından ayırmaktadır. Bu alan içinde herhangi başka bir egemenlik kaynağı veya unsuru kabul olunmamaktadır (Bağçe, 32, s.6). Westfalya Antlaşması uyarınca, her birey istediği dini veya mezhebi seçme hakkına sahip olmuştur. Devletin iç işlerine başka devletlerin karışmaması prensip kararı olarak alınmıştır. Yasalarla aynı ulus içinde yaşayan insanların eşitliği ön plana çıkarılmıştır. Ancak bu antlaşmaya rağmen feodal toplumlardaki kölelerin yerini sömürülen ülkelerin eğitimsiz, yoksul vatandaşları almaya başlamıştır. Bir anlamda diğer ırklardan üstün ve daha güçlü olma isteği baş göstermiş, sömürge düzenine hız verilmiş, feodal devlet yapısı içindeki güç dengeleri değişmiş, ırkların ve coğrafi birliklerin oluşturduğu birliktelikler öne çıkmaya başlamıştır.

88

Westfalya Antlaşması sonrasında Avrupa’da bulunan her ulus, krala bağlı ulusal askeri düzenini sağlayıp profesyonel bir nizam içinde askeri forma düzenine geçmiştir. Savaşlar sivil halkla değil, devletlerin askeri birlikleri arasında yapılmaya başlanmıştır. Avrupa’da bu tarihten sonra çıkan savaşlar devletin kendi gücünü ispatlama çabası olarak görülmektedir. Kralların da maddi olarak güce ihtiyacı vardır ve bu gücü ancak burjuvaziden mali destek alarak devam ettirebilmektedirler. Bu yüzden krallar hem tüccarların çıkarlarını korumak hem de merkezi otoritelerini her alana yaymak için kanunlar çıkarıp güçlenmişler ve diğer ülke otoriteleri ile çatışmaya girecek gücü bulmuşlardır (Huberman, 2012, s.95).

Toprak zenginliğini arttırmak ve ticari olarak gelişmek isteyen İngiliz, Fransız, Portekiz ve İspanyollar, Amerika’ya yerleşmek üzere koloniler göndermiştir. Zamanla Amerika’da sayıları on üçü bulan İngiliz kolonileri, İngiliz vergi sistemine ve Amerika kıtasından Avrupa’ya taşınan değerli madenlere engel olabilmek, başka bir deyişle, geldikleri ülkenin kendilerini sömürmelerine daha fazla müsaade etmemek için büyük bir savaş vermiştir. 4 Temmuz 1776’da “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi” yayınlanmış; böylece, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) resmi anlamda kurulmuştur. ABD’nin bağımsızlık savaşına maddi olarak büyük destek veren Fransa, bu dönemde ekonomik anlamda çökecek duruma gelmiştir. Daha önce vergiye tabi olmayan soylulardan da vergi alınmaya başlanması üzerine 1789 yılının Mayıs ayında, soylular, din adamları ve halkın oluşturduğu üç kamaralı parlamento toplanmış, soylular tarafından Fransa’daki özgürlük hareketleri başlatılmıştır (Sander, 2012, s.162). Bu dönemde Fransa’da halk, asiller, rahipler, burjuva ve köylüler şeklinde bölümlenmiştir, sosyal hak ve eşitlik bakımından birbirinden farklı katmanlardan oluşmaktadır ve Reform - Rönesans sürecinde Machiavelli (1469 - 1527), Jean Bodin (1530 - 1596), Montesquieu (1685 - 1755), Voltaire (1694 – 1778) ve J. J. Rousseau

89

(1712 - 1778) gibi düşünürler siyasetin nasıl olması gerektiği üzerine yazdıklarıyla halkı etkilemişlerdir.

Kara Avrupası ekolünün öncüsü olan Fransa’da dönemin aydınlarından etkilenen burjuvaziyi, yazarlar, doktorlar, öğretmenler, yargıçlar, avukatlar, devlet memurları, eğitim görmüşler sınıfı, tüccarlar, imalatçılar, bankerler oluşturuyor ve burjuvazi, siyasi gücünün iktisadi gücüyle orantılı olmasını istiyordu (Huberman, 2012, s.169). Fransa’da, Reform hareketinin etkisi sonucu Katolik Kilise kendisini yenilemekle beraber, siyasal yaşamın dışına çıkmaya yanaşmamıştır. Aristokrasi de, iktidarı burjuvazi ile paylaşmak istememiş; sermaye birikimi sürecinde de, uzlaşamayan aristokrasi ve burjuvazi arasında çatışma, “devrimci” bir model doğurmuştur (Uyar, 2012, s.18). 14 Temmuz 1789 tarihinde Bastille hapishanesinin yıkılıp, mahkûmların serbest bırakılmasıyla “İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi” yayınlanmış ve “Fransız Devrim”i gerçekleşmiştir. Fransız Devrimi’nin ilk günlerinde amaç İngiltere’deki gibi bir anayasal monarşi oluşturmaktır. Ancak kralın idamı ile hareket son bulmuştur (Hirst, 2011, s.121). Böylece, büyük Fransız Devrimi gerçekleşmiş; mutlak monarşi devrilip, feodal sistem tüm kurumlarıyla birlikte kaldırılmış ve yerine “laik cumhuriyet” kurulmuştur.

Yayınlanan bildirgenin ilk maddesinde, “İnsanlar eşit ve hür doğar, yasalar karşısında özgür ve eşit yaşarlar” deniyorsa da, devamında mülk edinmenin vazgeçilmezliğinin önemi vurgulanmaktadır. Dolayısıyla yine ayrıcalıklı ve mülk sahibi bir sınıf olan burjuvazi koruma altına alınmıştır.

Fransız Devrimi, sonuçları bakımından dünya tarihinde bir dönüm noktasıdır. Egemenlik hakkını Tanrıdan aldığını söyleyen krallıkların da yıkılabileceğinin tüm Avrupa’da kanıtı olmuştur. İngiliz ve ABD demokrasisinde olduğu gibi egemenliğin halka ait olduğu ilkesi benimsenmiştir. Fransız devrimi, evrensel değerlerin (özgürlük,

90

eşitlik, hukukun üstünlüğü) Avrupa’da yayılmasını sağlamıştır. 1453 yılında Doğu Roma İmparatorluğu’nun çökmesiyle başlayan Yeni Çağ, 1789 Fransız Devrimi ile sonlanmış ve Yakınçağ başlamıştır.

Özet olarak, Rönesans ve Reform, döneme damgasını vurmuş; ekonomi, siyaset ve kültür gibi birçok alanda değişik sonuçlar doğurmuştur. İnsanın akıl yürütme gücü, pozitif bilimlerin gelişmesine, gelişen bilimsel icatlar ülkelerin sanayilerinin, dolayısıyla ekonomilerinin kalkınmasına, güçlü ekonomileri olan ülkelerin bağımsızlıklarını ilan etmesine ve daha demokratik toplumların oluşmasına olanak sağlamıştır. Gelişmiş demokrasilerin insanları anti-demokratik ülkelerin insanlarına kıyasla daha özgür olduklarından, bir sarmal niteliğinde başa dönerek, gelişmiş demokrasiler, bireylerin akıl yürütme yeteneğinin artmasına olanak sağlayacak eğitim ortamlarının gelişmesine destek vermiştir. 1776’da Amerika’nın bağımsızlığını ilan etmesi ve 1789’da Fransızların gerçekleştirdikleri devrimle, dünya tarihinin en önemli siyasal ve sosyal olaylarından biri yaşanmıştır.

Reform ve Rönesans’ın sonuçlarından bir başkası da, insanların kent merkezlerinde toplanması ve kentli nüfusun artmasıdır. Bu gelişme aynı zamanda ekonomik sistemin gelişmesine ve burjuva sınıfının güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Gücü sembolize eden paranın el değiştirmesi neticesinde burjuva sınıfı ruhban sınıfına karşı güçlenmiştir. Ekonomik seçkinler olan burjuva sınıfının desteğini almak isteyen krallar, günümüz ülkelerinin temel taşını oluşturan, siyasal güçleri kendi merkezi otoritesinde toplayabileceği ulus-devletlerini oluşturmaya başlamışlardır. Oluşan ulus-devletlerin siyasi otoriteleri krallar, burjuva sınıfının ticari çıkarlarını koruyan, yeni bir hukuk düzeninin oluşumuna destek vermek zorunda kalmıştır. Böylelikle, hukuka dayalı devlet-halk ilişkilerinin kurulması ile modern temsili demokrasilerin temelleri atılmıştır.

91