• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM: SİYASET MEDYA İLİŞKİSİNİN TARİHSEL ARKA PLANI

1.3. Siyaset Kavramı

1.3.4. Küreselleşme Olgusu ve Siyasi Yaşam

“Yaşamda üstün güçlerin, kurallarını kendi Koydukları bir oyun oynanmaktadır.”

Sevda Şener

Avrupa, 1945 yılında da, 1918 yılında olduğu gibi yıkıntıya dönmüş durumdadır. Büyük hava saldırıları, Avrupa kentlerini yerle bir etmiş, ulaştırma sistemleri büyük hasar görmüş, ekonomik alanda her yer felç olmuştur. Ancak savaşın yol açtığı hasar, yine de kısa bir sürede onarılmış, 1940’lı yılların sonunda ekonomi eski canlılığını tekrar kazanmıştır (McNeil, 2003, s.788). II. Dünya Savaş’ından zarar

101

gören ülkeler, savaş öncesinde verilen siyasi kararların ülkelerini savaşa sürüklediğini, yaşanan maddi ve manevi kayıplarda bu kararların rolünün yüksek olduğunu kabul etmiştir. Nitekim, siyasi aktörler de dahil olmak üzere halkın büyük çoğunluğu toplu dayanışmanın, birlikte hareket etmenin, ülkelerine ve dolayısıyla kendilerine büyük yararı olacağına inanmaya başlamıştır. Bu nedenle, ABD ve Avrupa ülkeleri çeşitli ekonomik ve siyasi birlikler oluşturarak ticari faaliyetlerde bulunmak amacı doğrultusunda birleştiler.

Dünya çapında bir daha savaşın çıkmasına engel olmak ve kredi vererek II. Dünya Savaşı esnasında harabeye dönmüş olan Avrupa’yı yeniden kalkındırmak için 1944 yılında ABD’de 44 ülkenin temsilcilerinin katılımıyla, Bretton Woods Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmada alınan bir kararla Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund-IMF) ve Dünya Bankası gibi iki ticari kuruluş oluşturulmuştur. Dönemin maddi gücü en yüksek ülkesi olan ABD’nin para birimi karşısında diğer ülkelerin para değerinin belirlenmesi, anlaşmanın önemli bir parçası olarak ABD’yi dünyanın finans garantörü konumuna yükseltmiştir. Bu kuruluşlar vasıtasıyla katılımcı ülkelerde ekonomik, dolayısıyla siyasi denge sağlanmıştır. 1945 yılında Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla da, ekonomik sistem uluslararası bir güvenceye kavuşturulmuştur.

Batı Bloku içinde ABD ile birlikte hareket eden Avrupa ülkeleri, ABD’nin bölge üzerinde tahakküm kurmasını engellemek için kendi aralarında da işbirliğine gitmiştir. Schumann Planı olarak adlandırılan ve Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schumann’ın fikir babası olduğu, Avrupa Devletleri’nin birleşmesi yönündeki teklifin hayata geçmesi bu girişimin ilk adımı olmuştur. İlk olarak, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında 1951’de imzalanan Paris Antlaşması ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu-AKÇT (European Coal and Steel

102

Community-ECSC) kurulmuştur. 1957’de aynı ülkeler, Roma Antlaşması’nı imzalayarak Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (EURATOM) hayata geçirmiştir (Uysal, 2001, 140-153). Avrupa Toplulukları olarak adlandırılan bu üç örgüt (AKÇT, AET ve EURATOM) 1965 yılında “Füzyon Antlaşması”yla (Birleşme Anlaşması) aynı çatı altında toplanmış ve topluluğun adı Avrupa Birliği’ne (AB) dönüştürülmüştür (abgs.gov.tr, Erişim tarihi: 12.09.2013).

1 Ocak 1987’de yürürlüğe giren “Avrupa Tek Senedi – ATS” (Single European

Act-SEA) antlaşması ile birlik üyesi ülkeler arasında malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin dolaşım engeli ortadan kalkmıştır. Amaç, katılımcı ülkeleri tek bir pazar etrafında toplamaktır. Yıkılan Roma İmparatorluğu’nun Avrupa’da başka bir siyasi yapı içinde yeniden kurulması fikri, bu birliğin kurulmasındaki en önemli etkendir.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından 3 Kasım 1990’da iki Almanya’nın birleşmesi, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyet denetiminden kurtulmaları ve demokratikleşmeleri, Aralık 1991’de de Sovyetler Birliği’nin çözülmesi Avrupa’nın siyasi yapısını baştan aşağı değiştirdi. Üye Devletler bağlarını güçlendirme kararlılığıyla, temel özellikleri 9-10 Aralık 1991’de Maastricht’te toplanan Avrupa Birliği Zirvesi’nde kararlaştırılan yeni bir Antlaşmanın müzakerelerine başladılar. Maastricht Antlaşması, diğer adıyla Avrupa Birliği Antlaşması, 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu antlaşma ile 1999’a kadar parasal birliğin tamamlanmasına, Avrupa vatandaşlığının oluşturulmasına ve ortak dış ve güvenlik ile adalet ve içişlerinde işbirliği politikalarının meydana getirilmesine karar verildi

(abgs.gov.tr, Erişim tarihi: 12.09.2013).

Almanya (1952), Avusturya (1995), Belçika (1952), Bulgaristan (2007), Çek Cumhuriyeti (2004), Danimarka (1973), Estonya (2004), Finlandiya (1995), Fransa (1952), Güney Kıbrıs (2004), Hırvatistan (2013), Hollanda (1952), İngiltere (1973),

103

İrlanda (1973), İspanya (1986), İsveç (1995), İtalya (1952), Letonya Cumhuriyeti (2004), Litvanya (2004), Lüksemburg (1952), Macaristan (2004), Malta (2004), Polonya (2004), Portekiz (1986), Romanya (2007), Slovakya (2004), Slovenya (2004), Yunanistan (1981) olmak üzere 28 Avrupa ülkesi AB’ye üye olmuş durumdadır (europa.eu, Erişim tarihi: 03.07.2014).

AKÇT Yüksek Otoritesi’nin ilk başkanı ise Schuman Deklarasyonu’na ilham veren bu fikrin sahibi Jean Monnet olmuştur. Böylece, savaşın hammaddeleri olan kömür ve çelik, barışın araçları olmuş; dünya tarihinde ilk defa devletler kendi iradeleri ile egemenliklerinin bir kısmını ulusüstü bir kuruma devretmiştir (abgs.gov.tr, Erişim tarihi: 12.07.2013). Başlangıçta bu birleşmeler ülkeler arasında mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını sağlamak amaçlıdır. Daha sonraki yıllarda gümrük birliği ve siyasi olarak da ortak hareket etme prensibi ile ülkeler arasındaki coğrafi sınırlar kalkmış ve milliyetçiliğin temel yapı taşı olan ulus-devlet anlayışı çökmeye başlamıştır.

1960’lardan itibaren hemen herkesin farkına vardığı bir gerçeklik, dünya üzerindeki savaş, barış, ekonomik, siyasal bir değişimi “kelebek etkisi” yaratarak dünyanın öteki ucunda yaşayan insanlara da sirayet etmesidir. Teknolojik gelişmelerin ülke sınırlarını neredeyse tamamen yok etmesi, “küreselleşme” olgusunun ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır.

Bazı araştırmacılar küreselleşme olgusunu; ekonomik büyüme amaçlı dışa açılma ihtiyacının bir sonucu olarak gördüğünden, kavramın tanımını ekonomiye dayandırmakta; bazı araştırmacılar ise, siyasi olarak egemen bir güç konumuna gelmek isteyen ülkelerin ağırlıklı olarak güttükleri bir politika olduğunu savunmaktadırlar. Dolayısıyla küreselleşmenin tanımı, araştırmacıların çalışma alanlarına göre farklılık göstermektedir. Bu nedenle, çalışmamız boyunca küreselleşme olarak adlandırdığımız

104

kavramın, “Enformasyon Toplumu”, “Post-modern Toplum” veya “Sanayi Sonrası Toplum” gibi farklı adlandırılmasının temel sebebi budur.

Küreselleşme bütün yerkürenin ve onu çevreleyen uzayın aynı ölçülerle değerlendirilen tek bir birim haline gelmesidir (Oran, 1997, s.19). Küreselleşme ülkeler arasındaki ekonomik, siyasi, sosyal ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi, ideolojik ayrımlara dayalı kutuplaşmanın çözülmesi, farklı toplumsal kültürlerin inanç ve beklentilerinin daha iyi tanınması, ülkeler arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması gibi farklı görünen ancak birbiriyle bağlantılı olguları içerdiği, bir anlamda maddi ve manevi değerlerin ve bu değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılmasıdır (Karluk, 2002, s.1). Chomsky küreselleşme olgusuna eleştirel yaklaşırken, Von Humboldt, Adam Smith ve Manchester gibi liberalizmin kurucularına ilham olan düşünceler ve “her şey çok farklı ve bu değerler çağdaş koşullara adapte edilmek zorunda” idealleri, küreselleşmenin kayalarına çarpıp parçalanmışlardır demektedir (2010, s.116).

Teknolojik gelişmeler ve bunların ortaya koyduğu kapitalist üretimin devamı olan iletişim ve bilgi ağındaki ilerlemeler, Manuel Castells’in (2008) Ağ Toplumunun Yükselişi (The Rise of Network Society) eserinde ifade ettiği gibi, toplumların maddi temelini yeniden şekillendirmektedir. Bir başka deyişle, teknolojik olarak gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere internet ağlarının yardımıyla bağlanarak coğrafi sınırların ortadan kalkmasını sağlamıştır. Bu sayede gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin askeri, ekonomik, siyasi hatta kültürel hayatlarına teknoloji aracılığıyla müdahale etmekte, bir nevi bu ülkelerin üstüne basarak yükselmelerine devam etmektedirler. Bu döneme kadar maddi temelli olan sömürü sistemi telekomünikasyon alanındaki gelişmeler sayesinde, elle tutulmayan, “yazılım” denilen bilgi üretimini pazarlayarak devam etmektedir. Telekomünikasyon alanında gelişmiş ülkeler ABD,

105

Avrupa, Japonya ve yeni yeni gelişmeye başlayan Çin, Hindistan bilgi ve teknoloji satabilen ülkelerdendir. Küreselleşmenin temel taşlarından biri olan telekomünikasyon alanındaki gelişmişliğin yaşandığı bu dönem “Bilişim Devrimi” veya “Dijital Devrim” olarak adlandırılmaktadır.

Teknoloji ile küreselleşme ilişkisi oldukça girifttir ve bu bağlamda, “küreselleşme mi teknolojinin yayılmasını sağlamıştır, yoksa teknoloji mi küreselleşmeye ivme kazandırmıştır” sorusu çözümlenmesi zor bir soru olarak tartışma konusudur. Ancak Doğu Bloku ülkelerinin dağılmasının, sosyalist rejimin neredeyse yok olmaya yüz tutmasının küreselleşmenin hızını artırdığı tartışılmaz bir gerçektir.

Sonuç olarak, Tarım Devrimi, tarımdan elde edilen ürünlerin çoğalmasını, artık ürün elde edilip ticaretin yaygınlaşmasını ve böylece feodal yapının uzun dönem ayakta kalmasını sağlarken; Endüstri Devrimi, bireysel icatların gelişip, makinelerle elde edilen ürünlerin sayıca çoğalmasının, yeni bir oluşum olan kalabalık işçi sınıfının doğmasının, kentlerin giderek büyümesinin zeminini hazırlamıştır. Bir yandan çalışma koşulları ağırlaşmaya, bir yandan iyi eğitim alabilen genç nüfus oluşmaya başlamıştır. İyi eğitim alıyor olmak, özellikle gençler üzerinde büyük bir etki yaratmış ve büyük paralar kazanılacağı fikrini ateşlemiştir. Gençlerin hayata bakış açıları, sadece hızla para kazanmak odaklı bir hal almıştır. Küreselleşme olgusuyla açıklanmaya çalışılan bu dönemde “bilgi” ekonomik bir değere dönüşmüş ve bilgiyi üreten şirketler dünya genelinde birçok ülkeden daha büyük bir sermaye birikimine sahip olmaya başlamıştır. Bilişim Devrimi veya Dijital Devrim olarak adlandırılan dönemde bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlarla sosyal ağlarda birleşmesi haberleşmenin hızı ve etkinliğini değiştirmiş, görece daha demokratik toplum bilincinin oluşmasına olanak sağlamıştır. Medya kuruluşları aracılığıyla tek yönlü olarak “yukarıdan aşağıya” akan enformasyon ilişkisi, internet erişimin artması ile çift yönlü bir hale gelmiştir. Halk da

106

kendi çevresinden edindiği bilgileri internet üzerinden yayınlayarak “aşağıdan yukarıya” bilgi ve enformasyon akışı sağlamaktadır. Artık dünya üzerinde sınıfsal fark; bilgiyi üretenler, kullananlar ve bilgiden tamamen uzak duranlar olarak ayrımlanmaktadır. Zizek’in de dediği gibi, “sermaye” ile “bilgi”nin kaynaşması ile yeni bir proleter tipi ortaya çıkmaktadır (2011, s.24).

Küreselleşmeyi olumlayan yaklaşımların yanında eleştirel yaklaşımlar da bulunmaktadır: Ulus-devletlerin siyasi çıkarlarının bir tehlike olarak algılandığı dönem geride kalmış ancak teknoloji üreten, maddi olarak güçlü şirketlerin yer ve el değiştirmesi daha büyük bir tehlike oluşturmaya başlamıştır. Küreselleşen dünya düzenin siyasi düsturu, “böl, parçala, yönet” olduğundan, hem ülkelerin siyasi yapıları şekil değiştirmeye hem de ülkelerin fiziki sınırları içinde sahip olduğu şirketler daha büyük şirketler tarafından satın alınmaya başlanmıştır. Sömürgeci zihniyetli, maddi olarak gelişmiş ülkelerin hedefi artık savaşarak toprak kazanmak yerine, sömürmek istedikleri ülkelere ticari yatırım yaparak, o ülkelerin halkını ve öz kaynaklarını sömürmek olmuştur. Bir başka deyişle, dünya genelinde siyasal yaşamı şekillendiren yapı, ülkelerin sahip oldukları şirketlerin teknolojiyi ne yoğunlukla ürettikleri ve bu ürünleri diğer ülkelere pazarlama yöntemleriyle ile belirlenmektedir.