• Sonuç bulunamadı

Vatandaşlık kavramının tarih içerisinde birincisi antik dönemde ikincisi modern dönemde olmak üzere iki değersel yükselme evresi vardır. Bu iki evre arasında da Roma İmparatorluğu ile mutlakiyetçi dönemin sonuna kadar olan tarih aralığından uzun bir gerileme dönemi mevcuttur (Kahraman, 2004). Vatandaşlık kavramını „modern öncesi vatandaşlık ve modern vatandaşlık düşüncesi olarak incelemek mümkündür. Bu açıdan bu çalışmada vatandaşlık kavramı „vatandaşlık ve tarihi gelişimi‟ başlığı adı altında bu kronolojik sıralama göz önünde bulundurularak incelenmiştir.

Vatandaşlık esasında siyasi ve hatta salt hukuki bir terim şeklinde ele alınmaktadır. Genellikle vatandaşlık bir devlete olan aidiyetle ilgili hak ve yükümlülükler bütünü olarak tanımlanmaktadır (Özkazanç, 2009). Ancak vatandaşlık kavramının anlamı, hukuk ve hukukun dayandığı sosyal gerçekliği inceleyen tarih, sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimleri gibi bilim dallarından soyutlanarak belirlemek olası değildir (Şit, 2008).

Romalı hukukçu Gaius, hukukun öznesinin “kişi” olduğunu belirtmiştir. Kişi, günümüz hukukunda hak ve yükümlülüklerin öznesidir. Kişilerin bir takım yetkileri vardır. Bunlar, tasarrufta bulunma, hak ve fiil ehliyetine sahip olmadır. Hak ve yükümlülüklere sahip olabilen kişilerle devlet arasındaki ilişkiler ise hukuk tarihinde değişik biçimlerde düzenlenmiştir. Kişi ile devlet arasındaki ilişki, yöneten-yönetilen ilişkisidir. Kişilerin siyasi iktidar üzerinde olan yetkileri ve bu tasarruf yetkilerinin neleri içerdiği tarih boyunca devlet sisteminde pasif ve aktif ilişki olarak düzenlenmiştir. Pasif ilişkide kişi siyasi

16

iktidara karşı edilgen bir konumdadır. Bu vatandaşlık ilişkisine, kişinin siyasi iktidarı belirleme, müdahale etme hakkının olmadığı, hak ve özgürlüklerini siyasi iktidara karşı öne sürme imkanı bulamadığı devlet sistemlerinde rastlanılır. Aktif ilişkide ise kişi siyasi iktidarı belirleme, yönlendirme, değiştirme amacıyla çeşitli tasarruflarda bulunabilir. Bu vatandaşlık ilişkisinde kişi hak ve özgürlükleri temelinde siyasi iktidarla eşit bir ilişkiye girebilir. Bu bağlamda vatandaşlık bir siyasi topluluğa üye olmak anlamına gelir ve çerçevesini haklar, sorumluluklar, katılım, kimlik ve bunlar arasındaki karşılıklı ilişkiler oluşturur (Delanty‟den aktaran Korkut, 2015).

Vatandaşlık kavramı ilk kez Antik Yunan‟da ortaya çıkmıştır ve günümüze değin tarih içinde değişimler geçirmiştir. Bu dönemde şehir-devlet, akılcı ve özgür insanları iç karışıklıklardan ve dış tehditlerden koruyan kamusal bir arenaydı. Klasik Yunan ve Roma toplumlarında hakim sınıf, üretim işleri ve iç hizmetlerde köle emeğine bağımlıydı. Köleler genellikle savaşlarla ele geçirildiği için özgür doğmuş her vatandaş kölelik ve statü kaybı kaygısı taşımaktaydı (Gouldner‟dan aktaran Turner, 2012, s. 123). Yunan polisinde vatandaşlık kabileler arası çatışmaların ve refahın paylaşımı mücadelesinin odağında yer almıştır. Bu dönemde imtiyaz ve yükümlülük neredeyse aynı anlamı taşımaktaydı. Karar alma süreçlerine katılmak, askerlik yapmak ve silah taşımak bir imtiyaz olduğu gibi aynı zamanda bir yükümlülüktü. Vatandaşlık bu ortak karar alma süreçlerine kimlerin ne şekilde katılacağı ve imtiyazların nasıl dağıtılacağıyla ilgili uygulama olarak ortaya çıkmıştır (Reisenburg‟dan aktaran Özkazanç, 2009). Antik dünyanın sınıfsal yapısı, köle olanla köle olmayan şeklinde yapılacak basit bir ayrım değil çok daha karmaşıktı (Turner, 2012, s. 123).

Erken dönemin Cumhuriyetçi Roma‟sında en temel ayrım soylular ve plebler şeklindeydi. Büyük toprak sahibi kişilerin oluşturduğu soylular sınıfının siyasal faaliyetlerde bulunma, makam sahibi olma hakları, ordunun oluşturulmasında ve yönetiminde önemli rolleri vardı. Siyasal yaşamdan dışlanan ve toprak sahibi olamayanlardan oluşan pleb sınıfı ise soyluların mülklerinde çalışmaya zorlanıyordu. Borç nedeniyle pleb sınıfındaki bir kişi borçlu-köle statüsüne geçmek durumunda kalabiliyordu (Darnsey‟den aktaran Turner, 2012, s. 123). Bu dönemde vatandaşlık anlayışı kölelerin, yabancıların ve kadınların dışarıda bırakılmasından dolayı kapsayıcılık bakımından sınırlılıklar arz etmiştir. Siteye üyelik anlamında siyasal bir anlama sahip olmuştur. Atina‟da ilk kez Solon Kanunları ile düzenlenen vatandaşlık anlayışında refah düzeyine göre farklı vatandaşlık tanımları yapılmıştır. Solon Kanunlarıyla farklı sınıf, aile ve klan mensupları arasındaki çatışmaları

gidererek istikrarlı bir toplum yaratmak arzulanmıştır. Kamusal alana katılacak olanların kapsamı oldukça geniş tutulmuştur. Vatandaşlık, sınıfsal ve kabile aidiyetlerinden belli ölçüde ayrıştırılarak bunun üzerinde yeni bir aidiyet biçimi oluşturmuştur (Heater‟dan aktaran Özkazanç, 2009).

Düşük refah düzeyindeki vatandaşlar „thetes‟ olarak adlandırılmakta ve sadece halk meclisine girebilmekteydi. Yüksek refah düzeyindeki vatandaşlar ise yüzler meclisine girme hakkına sahiptiler ve böylece siyasal kontrolü ellerinde tutabiliyorlardı. Farklı sınıfları farklı derecelerde siyasete dahil ederek sınıf mücadelesini önlemek ve toplumsal istikrarı sağlamak amaçlanmaktaydı. Roma İmparatorluğu‟nun çok çeşitli uluslardan kimseleri çok geniş topraklarda barındırmasından ötürü toplumsal uzlaşıyı sağlamak gibi büyük bir siyasal sorumluluğu vardı. Bu nedenle vatandaşlık daha çok bir genişleme aracı olarak görülmekteydi. Polis için savaşanlar, polise hizmet edenler diğerlerinden haklar, imtiyazlar ve ganimetlerin paylaşımı gibi konularda farklılaşırdı. Böylece sıradan insanlarla sadık ve değerli kişilerin ayrılması şeklinde bir vatandaşlık anlayışı gelişmiştir (Resisenberg‟den aktaran Güzel Polat 2010).

M.Ö. 500 yılında vatandaşlık tekil aidiyetlerden bağımsızlaştırılmış, gene bağlı (kabile, soy) tanımlanmasına son verilerek köy (deme) bazında tanımlanmaya başlanmıştır ve böylece vatandaşlık aidiyeti daha çok güçlenmiştir (Reisenberg‟den aktaran Özkazanç, 2009). Kısmen de olsa tekil aidiyetlerden bağımsız olarak herkesin eşit şekilde ortak bir alana katılması fikrinin ve eşitlik, ortaklık, kamusallık gibi değerleri öne çıkarmanın tarih sahnesinde yer almış olması önemlidir (Clarke‟ dan aktaran Özkazanç, 2009). Ancak bu bağımsızlık kısmidir çünkü köleler, kadınlar, zanaatkarlar ve ticaret erbabı kişiler dışlanmıştır (Özkazanç, 2009).

Yunan şehir devletleri ile Roma İmparatorluğunun devlet yapıları farklı cumhuriyetlere denk gelmektedir. Yunan şehir devletlerinde etik bir öze dayalı homojen toplum yapısı komüniteryan anlayışı doğurmuştur. Roma‟da ise esas olan toplumla bütünleşmiş erdemli vatandaş değil, hak öznelidir. Her ne kadar Roma İmparatorluğunun vatandaşlara tanıdığı haklar günümüze kıyasla çok kısıtlı olsa da bu hakların çerçevesini belli bir kültürel topluluğun üyeliği değil imparatorlukta yaşayan insanların hak sahipliği oluşturmuştur (Skinner‟den aktaran Korkut, 2015).

Vatandaşlık kavramı Ortaçağ‟ın ilk dönemlerinde Hıristiyanlığın giderek yayılmasından etkilenmiştir. Doğulan yeri veya bir bölgeyi ifade eden vatan (patria) kavramı anlamını

18

yitirerek gerçek Hıristiyan‟ın ancak gökler ülkesinin vatandaşı olabileceği fikri ortaya çıkmıştır (Erözden‟den aktaran Güzel Polat, 2010). Roma‟nın dışlanmış vatandaşları olan kölelerin ve alt sınıfların kendilerini tüm insanlarla eşit hissedecekleri bir cemaat yaşamı öne süren Hristiyanlık, Antik Yunan‟daki kamusal değerleri tamamen yok etmiş ve Antik Yunan vatandaşlık anlayışını silmiştir (Reisenberg‟den aktaran Güzel Polat, 2010). Ruhani olanın dünyevi olandan üstünlüğü düşüncesi üzerine kurulu olan Hıristiyanlık, kamusal ve siyasal aidiyeti ve katılımı değersizleştirerek vatandaşlığın varlık zeminini ortadan kaldırmıştır. Hristiyanlık Tanrı önünde tüm insanların eşit olduğu fikriyle de Yahudilikten ayrışmış ve modern zamanlara hükmedecek olan radikal eşitlik fikrini ortaya çıkarmıştır. Tanrı-insan ilişkisini dışsal ve sözleşme temelinde tanımlayan Hıristiyanlık Tanrı‟ya bağlanmayı bir seçim sorunu olarak görmüştür. Tanrıyla bu şekilde bağ kuran insanlar arasında da bir bağ olduğunu varsayması 17. Yüzyıl toplum sözleşmeleri teorilerince birey- devlet ilişkilerine uyarlanmıştır. Bu durum ilerde modern vatandaşlık kurumunun da çerçevesini belirlemiştir (Turner‟den aktaran Kahraman, 2004).

Antik Yunan ve Roma‟da halkın yüzyıllar içerisinde unutulan demokrasinin öznesi olması durumu ve toplumun siyasi hayatında söz sahibi olarak kendi kaderini belirlemesi işlevi Fransız Devriminin fikir babalarından olan Jean-Jacques Rousseau‟nun yazılarında yeniden hayat bulmuştur. Rousseau‟nun yazılarında halk kavramı genel iradeyi, siyasi yetkinliği temsil etmektedir (Göztepe, 2003). Rousseau‟ya göre iyi vatandaş ile iyi insan aynı anlama gelmemektedir. İyi insan „doğal insan‟ olduğundan insandır fakat iyi vatandaş kendi doğasına uygun olarak kendi koyduğu kurallara uyan ve bu sayede özgürleşen insandır (Crittenden‟den aktaran Eroğlu, 2016). Fransız Aydınlanmasına eleştirel bir gözle bakan Rousseau temsili hükümet yapılarının vatandaşların özgürlüğü için bir engel teşkil ettiğini öne sürmüş ve halkın siyasete doğrudan katılımını savunmuştur. Seçilmiş yöneticilerin yasa yapmaları yerine bu yasalardan en çok etkilenen halkın bunu yapması gerektiğini düşünür. Fakat ortak iyiyi ve genel iradeyi hakim kılan Rousseau‟nun görüşlerinde toplumda farklı amaçlar güden sivil grupların çeşitliliği yer bulamaz. Ona göre toplumu bir arada tutacak unsur „ortak iyi‟ ve „genel irade‟ idi. Katılımın sınırlarını belirlerken de bu olguları göz önünde bulunduruyordu (Kadıoğlu, 2008, s. 242).

Halk kavramı Rousseau‟nun yazılarında genel iradeyi ve siyasi yetkinliği temsil etmektedir. Halk iradesini kullanır ve temsilcileri aracılığı ile sistemin meşruluğunu sağlar. Ancak ulus-devlete kimlerin dahil olup olmadığı ise temel soru olarak yer alır. Ulusun sınırlarının çizilmesi ve bu sınırlar içerisinde bulunanlardan kimlere meşruluk işlevinin

yükleneceği o güne kadar var olmuş bütün siyasal sistemlerdekinden daha fazla önem taşır. Fransız Devrimi‟nin eşitlik ilkesine rağmen kadınlar ve mülk sahibi olmayanlar siyasi iradenin oluşumunda yer alamıyor yani aktif yurttaş olamıyordu. Almanya‟da da bu durum mevcuttu. Teorisi Rousseau‟ya dayanan Kant da aktif yurttaş olabilmek için bir takım şartlardan söz etmektedir. Bunlar, kendi yasalarından başka bir yasaya boyun eğmemek; geçimini başkasına muhtaç olmadan sağlamak ve kimsenin aracılığına ihtiyaç duymadan bağımsız bir hukuk öznesi olmaktır. Kant‟a göre aktif vatandaşı diğer vatandaşlardan ayıran en önemli özellik, oy kullanma hakkıdır. Bu hakkı kullanabilmek içinde çocuk ve kadın olmamanın dışında mülk sahibi de olmak gereklidir. Oysa Rousseau mülkiyeti bir dışlama yöntemi olarak ele almaz hatta tam tersine Cumhuriyetçi eşitlik ilkesinin gerçekleşmesinin önünde zengin ve yoksul arasındaki ayrımı bir engel olarak görür. Zengin ve yoksul arasındaki uçurumun kapatılmasını devletin en önemli görevlerinden birisi olduğunu belirtir. Fransız Devrimi‟nin felsefi öncülerinin temel düşüncesi ulus olarak nitelendirilen insan topluluğunun siyasi iradenin aktif öznesi olmasıydı. Vatandaşlık kavramı, Fransız Devrimi‟nin kendi yasalarını kendisi yapan yani kendi kaderini kendisi belirleyen bir ulus yaratma çabasının kurucu unsurlarından birisi olmuştur. Bu dönemin sorunları ve çözümleri gelecekteki sorunların ve çözümlerin çerçevesini oluşturmuştur (Göztepe, 2003).

Vatandaşlığın haklar ve yükümlülükler temelinde birey ile devlet arasındaki bağ ve anayasal kurum olarak ortaya çıkışı İngiliz, Amerikan ve Fransız Devrimleriyle gerçekleşmiştir. Uzun bir süre içerisinde yavaş yavaş yaşanan İngiliz daha sonra Britanya deneyimi parlamenter sistemin icadıyla örnek teşkil etmiştir. Amerikan Devrimi, İngiliz temsil teorisini demokratikleştirmiş ve yine İngiliz anayasasını cumhuriyetçileştirmiştir. Böylece kendi özgünlüğünü ortaya koymuştur. Fransız Devrimi ise ulus ve ulusçuluğun icadı ile öne çıkmıştır (Schnapper, 1995, s. 63-78). Bu burjuva demokratik devrimleri içerisinde eşitlik, özgürlük ve kardeşlik kavramlarıyla öne çıkan Fransız Devrimi ulus- devlet modeline demokratik bir içerik kazandırmış ve onu modern çağın paradigmatik modeli haline getirmiştir (Turner‟den aktaran Kahraman, 2004).

Modern vatandaşlığın bugünkü anlamı, yapısı, işlevi ve önemi ulus-devletler sayesinde elde edilen bir kazanım olarak düşünebilir. Bir ulus-devlete üyeliği içeren modern vatandaşlık kavramı, Avrupa‟da ortaya çıkan çeşitli milliyetçiliklere bağlı olarak oluşmuştur. Esasında biz ve onlar temeline dayanan, vatandaş ve yabancı kavramlarını yansıtan düşünce Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkmıştır (Kadıoğlu, 2008, s. 228).

20

Fransız Devrimi ile vatandaşlık tikel bir imtiyaz statüsü olmaktan çıkıp evrensel bir değer halini almıştır (Kahraman, 2004). Vatandaşlığın altın çağı ulus-devletin yükselişiyle eş zamanlıdır (Üstel, 1999, s. 55). Vatandaşlık kavramının merkezinde modern devletin, insanları yerel ve ulus-öncesi topluluklara olan bağlarından kopararak kendi tekelinde toplama projesi yer almaktadır. Bu nedenle vatandaşlık yeni bir topluluğun (ulus) ve yeni bir siyasi egemenlik ideolojisinin (milliyetçilik) yaratılmasını da içine alan bir süreçtir (Gülalp, 2007, s. 13).

Vatandaşlık statüsü ve bu statünün içeriği devletlerin yapılarına göre değişmektedir. Fransız Devrimi‟nin teori ve pratiğine bağlı olarak şekillenen vatandaşlık anlayışı mutlak monarşiye ve iktidara karşı gelişirken, Almanya‟da vatandaşlığın temelleri bizzat mutlak monarşi tarafından iktidar aracılığıyla atılmıştır. Bu nedenle Fransız ulus anlayışı devlet merkezli iken Alman ulus anlayışı halk merkezli ve farklılıkları kapsayıcıdır. Alman ulus fikri ulus-devletten önce gelişmiştir ve siyasal değildir. Siyasal birlik öncesi Alman ulusu henüz bir devlet arayışındayken kültüre, dile veya ırka dayalı bir topluluk olarak görülmüştür ve bu nedenle ulus etno-kültürel bir olgudur. (Brubaker‟ den aktaran Şit, 2008).

Kökleri Fransız devrimine dayanan modern vatandaşlık kavramı kırsal alanlardan kentsel merkezlere olan hareketlilikle yakından ilgilidir. Vatandaş şehirden (cite) olan kişidir (Çiçekli‟den aktaran Dağ, 2012). Belirli bir devlette yaşayan, belirli hak ve ayrıcalıkları olmanın yanı sıra ulus-devlete sadakat gibi ülkeye karşı çeşitli görevleri olan kişiye vatandaş denir (Lagesse‟den aktaran Banks, 2008). Bu vatandaşın konumu veya statüsü ise vatandaşlıktır (Simpson ve Weiner‟den aktaran Banks, 2008). Vatandaşlık bireyleri ulus- devlete bağlayan haklar, yükümlülükler ve kimlikler olarak tanımlanır (Banks, 2008). Vatandaşlık Sparta‟da askerlikle ilişkili özel bir statü olarak sosyo-politik kimliklerden biri sayılırken günümüzde devletle birey arasındaki temel ilişki biçimine dönüşmüştür ve içeriği ülkelere göre farklılaşmıştır (Şit, 2008). En temel anlamıyla birey ile devlet arasındaki hukuksal bağ olan vatandaşlık bireyin devlete olan bağlılığını ifade etmekle beraber devletin de bireyler üzerinde bazı yetkilere sahip olmasının temelini oluşturmaktadır (Aybay, 2004, s. 4). Vatandaşlık bireyin bir devlete olan aidiyetini ifade eder. Bir devletin vatandaşı olan birey, o devletin hakimiyeti ve hukuki koruması altına girer. Vatandaşlık bireyi diğer devletlerin vatandaşlarından „yabancılardan‟ veya hiçbir devletin vatandaşı olmayan „vatansızlardan‟ ayıran hukuki bir durumdur (Erdem, 2011, s.

3). Bu bağlamda vatandaşlık bireyleri devletler arasında paylaştıran bir mekanizma ya da uluslararası bir dosya tasnif sistemidir (Brubaker, 2009, s. 55).

Donald (1996), vatandaşlığı üyelik içermeyen bir olgu olarak ele almayı ve vatandaşlığın içi herkes tarafından doldurulabilecek boş bir mekana dönüştürülmesini ve vatandaşlığı ulusal ya da anayasal bir kuruma olan üyelik olarak tanımlamanın yerine haklar dizisi olarak incelemeyi önermektedir (aktaran Kadıoğlu, 2008, s. 268) .

Marshall (1973) vatandaşlığı toplumun tam üyesi olanlara tanınan bir hukuki statü olarak tanımlar ve bu statüye sahip olanların her birisinin haklar ve yükümlülükler açısından eşit olduğunu ifade etmektedir (aktaran Dağ, 2012 ). Marshall (1949) vatandaşlığı sivil haklar, siyasal haklar ve sosyal haklar olmak üzere üç kategoride incelemiştir. Sivil haklar; bireysel özgürlük, ifade özgürlüğü, düşünce ve inanç özgürlüğü, mülk edinme, sözleşme yapma ve adalet hakkı gibi hak ve özgürlükleri barındırır ve hukuk devletinin kurumlarında somutlaşır. Siyasal haklar, karar süreçlerine seçme ve seçilme hakkını ifade eder ve temsil kurumlarında somutlaşır. Sosyal haklar, yaşanılan toplumun standartları ölçüsünde ekonomik refah ve sosyal güvenlik gibi haklardan tutup çağdaş bir birey olarak yaşama hakkına kadar uzanan geniş bir haklar dizisidir. Eğitim ve sosyal güvenlik kurumları başta olmak üzere bir çok kurum içerisinde somutlaşır (aktaran Kahraman, 2004). Marshall (1977) vatandaşlığın tam olarak gerçekleşebilmesi için demokratik bir refah devletinin gerekliliğini dile getirmiştir. Bu refah devleti herkesin sivil, siyasi ve sosyal haklarını teminat altına alarak toplumun tüm üyelerinin ortak yaşama katılmalarını ve kendilerini toplumun tam birer üyesi gibi hissetmelerini sağlar. Sosyal haklar sayesinde dezavantajlı insanlar toplumun merkezine girebilir böylece medeni ve siyasal haklarını etkili şekilde kullanabilirler. Eğer bu sivil, sosyal ve siyasi haklar kısıtlanır veya ihlal edilirse insanlar marjinalleşir ve ortak yaşama katılmazlar (aktaran Kylmlicka ve Norman, 2012, s. 188).

Walzer (1989) vatandaşlığın anlamına yönelik iki farklı anlayış olduğunu dile getirir. Birincisi iş, sorumluluk, onurlu bir biçimde taşınması gereken bir görevdir. İkincisi ise pasif biçimde yararlanılan bir statü, bir yetki, bir ya da bir takım haklardır. Birinci anlayış vatandaşlığı yaşamımızın özü, ikincisi dış çerçevesi haline getirir (aktaran Dauenhauer, 2001, s.6).

Aristotales (1999) vatandaşlık için sadece bireyin bir ülkede doğmasını yeterli bulmamış; ahlaki erdem, yönetme cesareti, bilgece konuşma yetisi gibi ideal özelliklerle devlete karşı

22

sorumlulukların yerine getirilmesi şeklinde bir politik katılımın gerekliliğini dile getirmiştir (aktaran Eroğlu, 2016). Macedo (1990) ise kamusal yaşama katılmaya yönelik bir zorunluluğun olmadığını ve bu durumun özel ya da pasif vatandaşlık olarak adlandırıldığını ifade eder. Belirli temel insani değerleri (güvenlik, refah, özgürlük) hemen hemen herkesin erişebileceği bir noktaya taşıması açısından pasif vatandaşlığın azımsanmayacak faydaları mevcuttur (aktaran Kymlicka ve Norman, 212, s. 188) İnsanlar genellikle vatandaşlığın kendilerine göre anlamını ifade ederken sorumluluklardan ziyade haklardan bahsetmektedirler. Britanyalılar sosyal haklardan (kamusal eğitim, sağlık hizmeti v.b), Amerikalılar ise sivil haklardan (din ve ifade özgürlüğü v.b) bahsetmektedir. Netice itibarıyla iki ülkede de sorumluluklar değil haklar ön plandadır (King ve Waldron; Conever ve diğ.‟den aktaran Kylmlicka ve Norman, 2012, s. 188).

Modern vatandaşlık literatürde, liberal bireyci gelenek ile klasik veya cumhuriyetçi gelenek arasındaki felsefi ayrıma dayanarak sınıflandırılmaktadır (Kadıoğlu, 2012 s. 175). Oldfield (1990) ise kimsenin bu iki ilkeden birine tek başına veya tamamen bağlı olduğunu iddia etmemekte ve her birinin çözümlemeye fayda sağlaması açısından önerildiğini belirtmektedir.

Liberal bireyci anlayışta „haklar‟ bireyin içsel bir parçasıdır ve birey hem toplumdan hem de devletten önce gelir. Doğal haklar ve insan hakları ihtiyaç olarak görülür ve eylem gerçekleştirebilmek için gereklidir. Bireyleri güçlendiren bu haklar bireylere insan onurunu vermek için gerekli olan yetkilendirilmeler olarak da görülebilir. Bu anlayışta vatandaşlık haklar temelinde bir „statü‟ olarak tanımlanır. Bireyin vatandaş olarak bir şekilde statüsünün hükümetler tarafından zayıflatılmasına yönelik endişeler dillendirilir. Böylece ihtiyaçlar ve yetkilere yönelik bir vatandaşlık dili ortaya çıkar. Bu ihtiyaç ve yetkiler vatandaş statüsünün hakları olarak görülür. Bireyler, diğer vatandaşların benzer haklarına saygılı olma, vergi ödeme, tehlike durumunda vatan savunmasına katılma görevleri olan egemen ve ahlaken özerk varlıklardır. Bireylerin aile ve arkadaşlarına karşı kendi hissettikleri görevler dışında ve bir sözleşme temelli özgürce üstlendikleri yükümlülükler dışında topluma karşı hiçbir yükümlülükleri yoktur. Kamusal alanda veya siyasal alanda vatandaş statüsünün getirdiği hakları kullanıp kullanmama seçeneklerinin tercihe bağlı olması açısından bireylere egemen ve ahlaken özerk varlıklar denmiştir (Oldfield, 2012, s. 93-94). Özetle liberal anlayışta yurttaşlık sivil özgürlük olarak algılanır (Dietz, 1993). Vatandaşlık, her bir bireyin kendisi için iyi olanı oluşturabilme, gözden geçirebilme ve uygulayabilme kapasitesi olarak tanımlanır. Başkalarının haklarının çiğnenmemesi için

sınırlar mevcuttur. Bu sınırlar içerisinde kalarak kendi çıkarlarına ulaşmak için kendi haklarını kullanan kişiler de vatandaş olarak görülür (Mouffe‟den aktaran Güngör, 2008). Yani vatandaş iyiyi seçebilen, rasyonel düşünebilen ve hareket edebilen ve başkalarının haklarını ihlal etmeden kendi haklarını koruma gücüne sahip olan bireyler olarak tanımlanabilir (Güngör, 2008).

Yurttaş temelli cumhuriyetçi vatandaş anlayışının temelleri Aristo‟nun etik ve siyasal felsefesine dayanır. Daha sonra Machiavelli‟den Rousseau‟ya doğru bir çizgideki düşünürler tarafından güçlendirilmiştir. Vatandaşlık bir faaliyet ya da uygulama olarak kabul edilir ve bu uygulamaya katılmamak bir nevi vatandaş olmamak anlamına gelir (Oldfield, 1990). Cumhuriyetçi vatandaşlık anlayışında pratiğe vurgu yapılır. Vatandaşlık bir statü değil pratik veya bir eylemdir. Vatandaşlık belli bir siyasal topluluğun kimliği ve sürekliliğine ilişkin olarak paylaşılan sorumluluk olarak tanımlanır. Bu sorumlulukların üstlenilmesi tercihe bağlı değildir. Çünkü birey bu sorumlulukları yerine getirdiğinde vatandaş olabilir ve kalabilir. Bireyler pratiklerle ve kamu hizmetlerinde bulunarak vatandaş olduklarını gösterirler. Bireylerin vatandaş olarak kabul edilmesi için yerine getirmesi gereken „görev‟ dili ortaya çıkar. Bu nedenle topluluk temelli bir vatandaşlık anlayışıdır. Bireyler ancak topluluğun üyeleri olarak vatandaştır. Bireylerin vatandaş olarak