• Sonuç bulunamadı

Ulus Devletin İdeolojisi Olarak Milliyetçilik veya Milliyetçiliğin

BÖLÜM 2: BİR SİYASİ ÖRGÜTLENME MODELİ OLARAK “ULUS-

2.2. Temel Unsurları ve Yapısal Özellikleriyle Ulus-Devlet Modeli

2.2.1. Ulus Devletin İdeolojisi Olarak Milliyetçilik veya Milliyetçiliğin

Modern dönem toplumlarının ulus temelinde örgütlenmesini sağlayan ana güç milliyetçilik ideolojisi olmuştur (Erözden, 1997: 79-104; Şengül: 2001: 2). Milliyetçilik, milli hisse dayalı duygular, davranış tarzı ve tutumlar anlamında oldukça eskilere götürülebilse de; bir ideoloji veya siyasi hareket olarak modern dönemlere ait bir olgudur (Öğün, 2003: 57). Bu manada milliyetçilik, hem uluslaşma süreçlerinde hem de ulus temelli toplumsal yapılanmanın siyasi boyutunu oluşturan ulus-devlet modelinin biçimlenmesinde temel rol oynamıştır. Nitekim milli egemenlik, milli kimlik, ülkesel, siyasi ve idari bütünlük gibi modelin tüm köşe taşları milliyetçi ideolojiden kaynaklanan uygulamalardır.

İdeoloji olarak milliyetçiliğin, dolayısıyla ulus-devletin düşünsel manada ilk izlerini, aydınlanmanın halkla daha iç içe bir yorumu olarak nitelendirilen Neo-Klasizimde

görmek mümkündür.78 Neo-Klasizmin, aydınlanma düşüncesinin temeli olan iyi tabiat ve iyi insan yaklaşımlarını halka dönük bir şekilde yeniden yorumlayan bir düşünce akımı olduğu söylenebilir. Bu akıma göre saf, temiz ve tabii olan insan doğası ancak politik eşitliğin sağlandığı bir sistem içinde ortaya çıkar ve mutluluk yakalanabilir. Bunun için de toplumun ayrıcalıklarla biçimlendirilmiş olan sınıflı yapısı ortadan kaldırılmalı ve halk iradesi yeni yapılanmanın temeli olmalıdır.

On sekizinci yüzyıl ortalarında Fransa’da ortaya çıkarak yayılan bu düşünce akımında; “yurt” kavramının ön plana çıkarılışı, yurtta yaşayan topluluğun üyeleri arasında “politik eşitlik” düşüncesi, egemenliğin kaynağı olarak “halk” ın işaret edilmesi, ülkesel bütünlüğe verilen önem ve bu bütünlüğü sağlayacak güçlü ve etkin bir devlet fikri ana öğeler olarak göze çarpmaktadır. Fransız ihtilalinin düşünsel manada hazırlayıcısı olan Neo-Klasizmde, sıklıkla karşılaşılan figürlerin başında ise; Eski Yunan’da yurtlarına bağlılıkları ve yurtlarını kutsallaştırmaları ile tanınan Ispartalılar gelmekte, gerçek mutluluğun politik eşitlikle özdeşleştirilmesi, yurdu kuşatarak politik eşitliği gerçekleştirecek güçlü bir devlet fikrinin sıklıkla işlenmesi dikkat çekmektedir. Neo-klasiklere göre, devletin temel görevi, insanların gönlünde yurdu ve eşitliği yüceleştirip, bu kavramlara ve kendisine güçlü bir aidiyet bağı geliştirmesidir (Öğün, 2000: 3-5).

Hemen belirtilmelidir ki, her ne kadar milliyetçi ideolojinin nüvelerini ilk defa içerse de Neo-Klasizm, evrenselci bir temele sahip dolayısıyla aydınlanma ile bağlarını tam olarak kopartmamış bir düşünce ekolüdür. Oysa, milliyetçiliğin aydınlanma düşüncesi ile daha doğrusu evrensellikle bağların tam olarak kopartılmasıyla hız kazanabileceği ortadadır ve bunu gerçekleştiren düşünce akımı da on dokuzuncu yüzyılla birlikte gelişen “Romantizm” olmuştur. Akıldan ziyade vicdan ve özellikle de duyguları

78 Aydınlanma iyimser bir düşünce ekolüdür. Aydınlanma filozoflarına göre, dünyayı anlamlandıracak temel formül: İyi Tanrı, İyi Tabiat ve İyi İnsandır. Bu iyimser yaklaşım çerçevesinde insanın mutluluğunun yolu da; gözlem, algı ve duyum güçlerini kısacası aklını kullanan insanın bir parçası olduğu tabiatı kavramasında görülmektedir. Bu doğrultuda milli egemenlik düşüncesinin ilk adımını oluşturan doğal haklar ve özgürlükler öğretisinin şekillenmesinde aydınlanma düşüncesinin katkıda bulunduğu söylenebilir. Hemen belirtilmelidir ki, aydınlanma filozoflarının hemen hemen hepsi aristokrat ya da ruhban sınıf gibi toplumsal yapı içindeki ayrıcalıklı sınıflara üye kimselerdir ve hepsinde de milliyetçi düşüncelerden ziyada evrensellik ya da başka bir ifade ile önce insanlık söz konusudur. Bunun tabii bir sonucu olarak, aydınlanma kültürü halk tabakalarıyla fazla bütünleşememiş, orta sınıflarda dahi takipçileri son derece sınırlı olmuştur. Aydınlanma felsefesinin bir ürünü olan doğal haklar öğretisinin orta sınıflarca ve halk kavramı ön plana çıkarılarak yeniden yorumlanması Neo-Klasik akımca sağlanmıştır (Öğün, 2000: 3, 4).

önemseyen bir entelektüel yaklaşım olan romantizmde aydınlanmanın yücelttiği akıl, önceliğini duyguya bırakmıştır (Timur, 2002: 77, 78). Romantizmin iddiası en net ifadeyle şudur: “İnsanı mutluluğa götürecek gerçek yol, aklının öngördüklerini dikkate almayıp, özgür duygularına kulak vererek yaşamasıdır” (Öğün, 2000: 6-10).

Çerçevesini bu esasların çizdiği romantizm, evvela birey kapsamında dillendirilirken, zamanla gelişen kolektif yorumu79 milliyetçi ideolojiye hız kazandıran öğeleri de beraberinde getirmiştir. Romantizmin kolektif yorumlanışı, duygu yoğun içeriğiyle Neo-Klasizmdeki ana unsurları çekirdek etnilerin temel değerleri ile yoğurmaya başlamış, sözgelimi Neo-Klasizmdeki halk “ulusa”,80 yurt “vatana”81 dönüşmüştür. Denilebilir ki, kolektif romantizm bireyin mutluluğunu milletle özdeşleşmesinde görmektedir (Öğün, 2000: 5, 28).

Bilimin baş döndürücü bir hızla geliştiği modern dönem Batı dünyasında, ruhban kesimin boşluğunu aydınların doldurduğu söylenebilir. Toplumsal hayatta ve bürokraside sayıları ve etkinlikleri giderek artan aydınlar, on dokuzuncu yüzyıl boyunca ağırlıklı olarak kolektif romantizmin ve milliyetçiliğin etkisindedir. Öyle ki; Avrupa ülkelerinde milliyetçiliğin kalbinin üniversitelerde atmış olması, başta tarihçiler olmak üzere antropolog ve edebiyatçıların milliyetçiliğin gelişmesinde ve ulus oluşumlarında baş rolde olmaları bu durumu teyit eder niteliktedir (Smith, 2002a: 205-208, 232; Anderson, 1995: 87-90). Romantizmin ve gelişen tarih çalışmalarının

79Bireyi ve bireyin duygularını esas alarak gelişen ilk romantik dalga oldukça taşkın hatta anarşist bir karakterdedir. Bu anarşist tarz, başta F. Schiller ve J. W. Goethe olmak üzere birçok düşünürün bu akımdan kopmasına sebep olmuştur. Daha sonraları J. G. Herder ve Fichte gibi filozofların öncülüğünde gelişen, duygu ve coşkunluğu toplumsal anlamda ele alarak, bireyselliği ikinci plana atan romantizmin kolektif yorumlanması, asıl manada romantik dalgayı oluşturur. İşte bu romantik dalga tüm Avrupa’da taraftar bulan, filizlenmeye başlayan milliyetçilik akımını da körükleyen ve giderek etnik esaslı bir rotaya sokan düşünsel gelişmedir (Öğün, 2000: 8). Romantiklere göre, bir toplumu millet yapan unsurlar; başta dil olmak üzere, ortak gelenek ve adetlerden kaynaklanan hayat tarzı ile ortak tarihtir. Buradan hareketle, romantikler daha çok, milletin özünü yansıttığına inandıkları; halk türkülerini, masallarını, efsanelerini yani milli ve folklorik olan kültür öğelerini gündeme taşımışlardır. Sözgelimi, romantik milliyetçiliğin beşiği olan Almanya’da, romantik milliyetçilerin gündeme taşıdığı ve çokça işledikleri “Niebelungen Destanı”, Alman milli eğitim müfredatına girmiş, zamanla Alman milli kimliğinin manevi köklerinden biri olmuştur (Timur, 2002: 79).

80 Ulus, halktan farklıdır. Halk belirli bir anda, belli bir ülkede yaşayan insanların toplamı olduğu halde, ulus sadece halkla özdeşleştirilemeyen, milli topluluğun geçmişini ve geleceğini de içine alan manevi ve de tüzel kişiliktir (Özbudun, 1987: 20, 21; Kapani, 1992: 72).

81XIX. yüzyılda milliyetçilikte görülen, teritoryallikten etnikliğe kayışta, romantizmin bir sonucu olan, milliyetçiliğe yönelik entelektüel ilginin etkisi büyüktür. Fransız ihtilalinin ortaya koyduğu yurttaşlık temelli politik yapının giderek çekirdek (egemen) etninin değerleri ile donatılan ulus temelli politik yapıya dönüşmesinde, çok önemli bir faktör; romantizmin ve gelişen tarih çalışmalarının beslediği milliyetçi bir entelijensiyanın Avrupa’da hâkim olmaya başlamasıdır (Timur, 2002: 80).

milliyetçiliğe yönelik entelektüel ilgiyi giderek arttırdığı on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı boyunca, Avrupa’nın hemen hemen her ülkesinde entelektüel kesim; gelişmenin ve mutluluğun yolu olarak; tek, birleşmiş ve güçlü millet tezini gündemde tutmuşlar, toplumların milletler halinde yapılanmasının baskıcı yönetimlerin sonunu getireceği ve milletlerarası ilişkilerde istikrar sağlayacağını vurgulamışlardır. Bu sıralarda, kültürel hayatta, milli dillere verilen önem, halk şarkılarının popülerliği, milletlerin geçmişine yönelik çalışmalar devamlı gündemdedir. Milli aristokrasi ve orta sınıflarda çok tutulan bu görüş ve çalışmaları halka ulaştırma düşüncesi halkçılık akımına yol açmış; bir çok ülkede halk okulları oluşturularak, milli efsaneler, destanlar ve şiirlerle dolu eğitim programları uygulanmıştır (Öğün, 2000: 32-33). Habermas, bu çalışmaları; aydınların romantik mitolojiler, tarihi ve edebi eserler ile milli bilinç ve kimlik oluşturma çabası olarak değerlendirmektedir (Habermas, 2001: 85).

Bu sıralarda, milliyetçi düşünceye hız kazandıran bir başka süreçte, Avrupa’da halk egemenliği düşüncesinin giderek güçlenmesi olmuştur. On sekizinci yüzyıldan itibaren her geçen gün popülerleşen; soyluların egemenliğine karşı çıkan yaklaşımlar milliyetçi akım ve düşüncede kendine önemli bir yer bulmuş, liberalizm ve milliyetçiliğin bu buluşması milliyetçi ideolojinin temel kriterlerinden olan milli egemenlik ilkesine kaynaklık etmiştir. Bu noktada, Avrupa’da, on dokuzuncu yüzyılda yoğunlaşan ve ilk milliyetçi hareketler olarak görülen; krallık ya da imparatorluklara karşı bağımsızlık amaçlı baş kaldırışlarda; en az milli his ve gurur kadar demokratik talep ve ideallerin de etkili olduğu belirtilmelidir. Ayrıca, milliyetçiliğin, başta ulus olmak üzere, demokrasinin siyasi birimlerini temin etmiş olan tarihsel güç oluşu da son derece önemlidir. Bu bakımlardan, liberal düşüncenin kaynaklık ettiği, egemenliğin milletle buluşması sürecinde milliyetçiliğin etkinlik kazanması önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir (Nodia, 1998: 105, 106; Anderson, 1995: 97-99).

Milliyetçi ideolojinin temel prensiplerini şu şekilde özetlemek mümkündür: İlk olarak, bu ideolojinin insanların ancak bir ulus içinde yaşayarak gerçek özgürlüğe ve mutluluğa ulaşacağına inandığını belirtmek gerekir (Smith, 2001: 57-58). Gerek milliyetçiliği insan tabiatına bağlayarak çok eski devirlere kadar götüren geleneksel, gerekse bir ideoloji olarak ele alan modern yorumları olsun, milliyetçiliğin mihenk noktasının “ulus” olduğu hususunda hemfikirdir. Modern milliyetçiliğin, modern

öncesi milliyetçiliklerden en bariz farkı olarak, bu mihenk noktasını sosyal ve siyasi örgütlenmenin kalbine yerleştirmesi gösterilebilir. Milliyetçi ideolojiye göre; ulus homojen, birbirleri ile ortak noktaları fazla olan ve bu sebeple dış dünyadan farklı bireylerden oluşan toplumsal bir yapılanma olduğundan, modern toplumların varlığı ve gelişmesi için büyük önem taşıyan gerek toplumsal homojenlik ve dolayısıyla bütünleşme, gerekse siyasal (politik ve yasal) bütünlük ancak ve ancak ulus temelli bir yapılanma ile sağlanır (Smith, 2002a: 174; Çeçen, 2003: 42). Ayrıca, mutluluğun anahtarları olarak görülen sağduyu ve hukukun bir birikim olarak sadece ulusta mevcut bulunması refah ve mutluluk çabaları için önemlidir. Tüm bunlardan hareketle milliyetçiler, evrensel manada düzen ve mutluluk için dünya sisteminin milletler ailesi şeklinde oluşması gerektiğini ifade ederler (Smith, 2002a: 174).

Bu ideolojide, siyasi manada iki nokta dikkat çekicidir: Birincisi, siyasi egemenliğin sahibi ve kaynağı olarak ulusun kabul edilmesi, ikincisi de; sınırlarını milletin yaşadığı coğrafyanın belirlediği, milli kimliğin biçimlendirdiği ve egemenliğin ulusta olduğu devlet (ulus-devlet) anlayışı. Esasen, bütün unsurlarıyla toplumsal sistemi ulus üzerine inşa eden bir ideolojinin siyasi ve idari yapıyı da buna göre dizayn etmesi son derece normaldir. Bu yaklaşıma göre; her ülkede tek bir ulus ve milli kimlik vardır. Bu ulus, egemenliğin tek sahibi ve kaynağıdır. Bunun içindir ki milletin egemenlik gücünü kullanan siyasi yapı, ülke sınırları dâhilinde tartışılmaz etkinlikte nihai tek bir otoriteden teşkil olmalıdır (İzzet, 1969: 30; Öğün, 2000: 18, 20).

İdeolojinin kültürel boyutu, daha çok “ulus” un kriterleri ile ilgilidir. Buna göre; toplumsal homojenlik ancak milletin ortak değerleri ile sağlanır. Bu ortak değer noktaları, daha ziyade çekirdek etninin dili82, tarihi ve kültüründen kaynaklanan

82 Genelde milliyetçi hareketlerin, dil hususundaki canlanış ve akademik araştırmalarla başladığı görülmektedir (Anderson, 1995: 83-99). Topluluğun türdeş ve dışa karşı farklı oluşunun, en rahat şekilde konuşulan ortak dil sayesinde somutlaştırılabilmesi bu durumun en büyük sebebi olarak gösterilebilir. Nitekim dil birliği başlıca ulus olma kriteri olduğu gibi, her hangi bir toplumda, bir millet düşüncesinin filizlenebilmesi için hiç olmazsa seçkin kitle tarafından konuşulan ortak bir dilin var olması gerektiği ileri sürülmektedir (Erözden, 1997: 106, 107; Hobsbawm, 1995: 79).

Milliyetçi ideolojinin önemli bir argümanı olan dil birliği düşüncesi, Fransız Devrimiyle ortaya çıkan ilk ulus anlayışından itibaren önemini hiç kaybetmemiştir. (İhtilal sonrasında, yurttaş olabilmenin ilk şartı olarak Fransızca bilmek getirilmişti). Dil birliğinin önemi, XIX. yüzyılın ortalarında Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini sağlamalarında zemini teşkil etmesiyle tartışmasız bir konuma gelmiştir (Erözden, 1997: 106-107). Dile verilen bu büyük önemde romantik akımın etkisi de unutulmamalıdır. Romantizm, dili, bir toplumun hatta bir coğrafyanın bütün özelliklerinin aynası olarak görmektedir. Milliyetçi ideolojinin kurucularından romantik düşünür Herder, bu durumu şu şekilde ifade etmektedir;

objektif unsurlar olmakla birlikte, kader ve amaç birliği gibi subjektif unsurları da kapsar (Smith, 2002a: 275; Hocaoğlu, 2003: 48). Bu sebeple, milli kültür çalışmaları ve bir milli kimliğe ulaşma milliyetçi hareket ve politikaların önemli bir öğesini oluşturmaktadır. Milliyetçiliğe göre, milli kimlik, diğer kimliklerin temelini oluşturup onlardan daha üst bir kimliktir. Ulusun türdeşliğinin ülkenin türdeşliğinde de büyük rol oynaması bu önemi daha da arttıran uluslaştırmayı ön plana çıkaran bir faktördür. Uluslaştırmanın, türdeş olmayan bireyleri türdeş kılma ve türdeş bir bütün içinde olduklarına inandırma çabası olarak tanımlanabilir (Durgun, 2000: 114).

Ulus-devletler bu tarz politikaların en önemli araçları olarak; okul, ordu ve seçim sandığını (siyasal hak ve ödevler) kullanmışlardır. Zorunlu eğitim sistemi içinde; milli dil, milli tarih ve milli coğrafya ders programlarının başlıca konusudur. Yine, zorunlu kılınan askerlik hizmeti sırasında, bireylerde vatan kavramını değer yüklü hale getirmek, milli dilin yaygınlaşmasını sağlamak yoğun bir şekilde gösterilmektedir. Ayrıca, başta siyasal katılmaya ilişkin haklar olmak üzere, vatandaşlık statüsü ile tanınan hak ve ödevlerin uluslaşmaya büyük katkısı olacağı düşünülmekte bu yüzden önemsenmektedir. İki asırdır yaşanan tecrübeler, bu uluslaştırma politikalarının, ülkelerin homojenlik düzeylerine göre farklı düzeylerde olmak kaydıyla ama mutlaka uygulandığını ortaya koymuştur (Erözden, 1997: 123, 124).

İdeolojinin ekonomik boyutunda ise milli ekonomi düşüncesi dikkat çekmektedir. Buna göre; her şeyden önce kendi ekonomik kaynaklarına sahip olabilme –ki bu dikkat edilirse coğrafi bütünlüğe ve ulusal egemenliği de işaret eder- önemli bir ulus olma kriteridir. Dolayısıyla, ideolojide ulusun ekonomik gelişmesini esas alan, milli kaynaklara ve pazara yön verebilen bir devlet anlayışı öne çıkmaktadır ki bu durum devletin egemenliğini koruma veya arttırmayla da alakalı bir gelişmedir (Öğün, 2000: 43-46; Hobsbawm, 1995: 41-49).

XIX. yüzyıl Avrupa’sında yerleşmiş olan serbest ticaret anlayışından saparak, devlet ve ekonomiyi birbirine bağlı gören yaklaşımın gelişmesi milliyetçilikle beraber olmuştur. Bu ekonomik yaklaşıma göre; milli kaynaklara tam olarak hâkim olma, bunları en verimli şekilde kullanma, milli rekabet gücünü arttıracak politikaları

“ Bir milletin atalarının dilinden daha sevgili neyi vardır? Dilde bütün düşünceleri, geleneği, dini ve

geliştirme sadece devletin yapabileceği işlerdir. Yine milliyetçiliğe göre, bu tarz ekonomik politikaların, milli bütünlüğün sağlanmasına da önemli katkısı olacaktır (Öğün, 2000: 43-46; Yetkin, 2003: 45).