• Sonuç bulunamadı

Küreselleşmeye İlişkin Farklı Yaklaşımlar ve Teorik Temelleri

BÖLÜM 1: EKONOMİK, KÜLTÜREL VE SİYASİ BOYUTLARIYLA

1.2. Küreselleşmeye İlişkin Farklı Yaklaşımlar ve Teorik Temelleri

Günümüzde giderek artan küreselleşmeyi anlamlandırma çabaları; “Radikal”, “Şüpheci” ve “Dönüşümcü” yaklaşımlar şeklinde üç başlık altında ele alınabilir. Radikal ve şüpheci yaklaşımların küreselleşmenin ne anlama geldiğine cevap ararken küreselleşme süreçlerine karşı sergiledikleri “siyasal-kuramsal-ideolojik” tavır sebebiyle entelektüel izahların, küreselleşmeyi olumlu bularak desteklemek (radikal) ya da emperyalizmin diğer adı olduğu gerekçesiyle karşı çıkmak (şüpheci) gibi bir görünüme sahip olduğu, hegemonya mücadelesini andıran bir entelektüel sürecin yaşandığı söylenebilir (Keyman, 2004: 37). Bu durum, sosyal bilimler alanında asırlardır var olan süreç analizlerindeki derin ideolojik ayrımın -tarihin ve ideolojilerin sonu iddialarının aksine- günümüzde de sürdüğünü göstermesi bakımından önemlidir. “Radikaller” küreselleşmeyi; toplumları refaha, zenginliğe ve özgürlüğe taşıyan, insanlığı ulus esaslı kurumlaşmayı aşarak küresel bir uygarlığa götürme ihtimali yüksek bir süreç olarak görmekte ve daha çok neo-liberal ön kabullerle hareket etmektedirler. Kapitalizmi; süreci yeni bir sömürgeciliğe dönüştürmekle itham eden, küresel toplumsal ve siyasi oluşumlar öngörülerini hayal olarak gören “Şüpheci” analizlerin ise ağırlıklı olarak Marksist kuram ve yaklaşımlardan hareket ettikleri söylenebilir. Dünya çapında yaşanan ekonomik gelişmelerin, küreselleşmeyi bu denli zıt açıklayan her iki görüşe de, iddialarını mantıksal temellere oturtma hususunda yeterince malzeme sunduğu belirtilmelidir (Coşkun, 2001: 55). Küreselleşme tartışmalarında yeni yeni kendini göstermeye başlayan “Dönüşümcüler” ise, süreci bir realite olarak kabul etmekle birlikte, siyasi anlamda radikal değişikliklere yol açtığı iddialarını ve küresel bir uygarlığa gidildiği yönündeki öngörüleri paylaşmayan bir ekoldür (Bozkurt, 2003). Ayrıca dönüşümcüler, radikal ve şüpheci çevreleri küreselleşme konusunda kamplaşma ve gerginlik yaratarak, süreç hakkında duru bir kanaate sahip olmayı zorlaştırmakla da itham etmektedirler.

Tablo 1. Ulus Devlet-Küreselleşme Etkileşimine İlişkin Literatür Özeti / Radikaller Radikaller: Küreselleşmeyi destekleyen tüm insanlığa yararlı bir süreç olduğunu savunan tavırdır. Gelişmeler ilk gerçek küresel uygarlığın habercisi olarak görülmektedir. Küreselleşmeyle yeni toplumsal örgütlenme şekilleri belirirken, küresel piyasa politikanın, dünya toplumu ise ulus-devletin önüne geçmektedir. Radikallerin geneli küreselleşmiş ekonomik ve sosyal süreçler karşısında ulusun ve ulus-devletin arka planda kalacağını düşünürken birçoğunun da ulus devletin yaşama şansı olmadığını ifade ettiği görülmektedir.

Appadurai (1996) Yaşananlar ulus-devlet için sonun başlangıcıdır. Ön plana çıkan sorun, talep ve aktörler ulus-devletin ötesinde toplumsal biçimlenmeye işaret etmektedir.

Buzan ve Segal (1998) Teknolojik ve ekonomik gelişmelere bakılarak Batı medeniyetinin alternatifsiz olarak dünyaya hâkim olacağı söylenebilir. Tüm kültürlerin karışacağı, medeniyetlerin tek bir medeniyet (Batı Medeniyeti) altında bulaşacağı bir süreç başlamıştır.

Drucker (1995), (1997) Dünya sistemi ulus-devlet sisteminden çoğulcu sisteme geçmekte, milli egemenlik alanı diye bir şey kalmamaktadır. Siyasal yapıdaki bu değişim “egemen devlet ötesi” çağa geçiş olarak ifade edilebilir. Transnasyonallik, bölgecilik ve aşiretçilik ulus-devleti sıkıştırmaktadır. Paranın transnasyonel hale gelişi milli ekonomiyi, enformasyonun transnasyonal oluşu da “milli “ ve “kültürel” kimliği yok etme yolundadır. Tüm bunlara bakarak küresel medeniyetin artık ütopya olmaktan çıktığı, ufukta görüldüğü söylenebilir. Fukuyama (1999) (2000) Küresel gelişme farklı kültürlerin yok olması anlamına gelmemekle

birlikte, küresel piyasa Batı medeniyeti ekseninde tek bir küresel medeniyeti işaret etmektedir. Bu süreç ulusal kurum ve sürtüşmelerin giderek önem kaybedeceği bir süreçtir.

Guehenno (1998) Mekânın öneminin kalmaması ulus esaslı toplumsal hayatın sonunu getirebilir.

Hardt ve Negri (2001) Emperyal yönü ağır basan bir süreç olmakla birlikte küreselleşme, siyasi sınırların olmadığı, küresel bir hükümet ve evrensel vatandaşlığın merkezde olacağı bir sisteme insanlığı sürüklemektedir. Oluşan sıkıntı ve artan sorunlar eşitlik amaçlı böyle bir düzeni zorunlu kılacaktır.

Hobsbawm (1995) İnsanlık ulus devletlerin rollerini uluslar üstü yapılara terk edeceği ulus ve milliyetçiliğin rolünün ise giderek minimalleşeceği bir sürece girmiştir. Ohmae (1990), (1995) Ulus-devlet modelinin artık sonu gelmiştir. Ekonomik faaliyet veya

istihdam seviyesinde dahi belirleyiciliğin milli hükümetlerden uluslararası sermayeye geçtiği, dünya pazar güçlerinin en güçlü devletten daha güçlü olduğu küresel bir ekonominin oluştuğu şartlarda ulus-devlet modelinin varlığını sürdürmesi mümkün değildir.

Robertson (1999) Ulusa dayalı toplum tasarımının çökmekte olduğu bir dönem yaşanmaktadır.

Wriston (1994) Milli egemenliğin ve milli ekonominin olmadığı yeni bir dünya sistemi oluşmaktadır. Bu yeni sistemin başlıca güçleri; küresel piyasa kurumları ve ulusötesi şirketlerdir. Hiçbir kamu kuruluşunun bu güçlerin ölçeğini yakalaması mümkün değildir.

“Radikal Yaklaşım”, küreselleşmeyi iyimser bir tavırla bütün insanlığa refah ve mutluluk getirecek bir süreç olarak ele almaktadır (Koray, 2004). Dünyanın büyük bir değişim sürecinden geçtiğine inanan radikaller, etkisini genişleteceğini tahmin ettikleri bu sürece yönelik radikal denilebilecek politik ve toplumsal öngörülerin sahibidirler. Artan ekonomik bağımlılık etrafında yeni bir dünya düzeninin doğmakta oluşu, küresel kurumlar yükselirken ulus-devletlerin güç kaybetmesi, küresel yönetişimin gelişmesi,

kültürel benzeşmelerdeki artış, kutuplaşmış blokların çözülüşü gibi gelişmeler onlara göre köklü değişikliklerdir ve pekâlâ küresel bir uygarlığa gidişin göstergeleri olarak değerlendirilebilirler.

Radikallerin temel öngörüleri; evrensel değer ve kurumların giderek yerleşeceği ve nihayetinde küresel bir medeniyetin doğacağıdır. Onlara göre serbest piyasa mekanizması, hızlanan değişim sürecinden kaynaklanan sorunları mümkün mertebe çözebilecek en iyi mekanizmadır. Bu mekanizmanın, hükümet tedbirlerinden daha rasyonel olduğu küreselleşme derinleştikçe daha iyi anlaşılacaktır. Eşanlı olarak milli sınırlar da giderek anlamsızlaşacağından ulus-devletlerin siyasi güçleri giderek azalacak, hükümetler zamanla ikinci plana gerilerken küresel piyasa temelinde bütünleşme ve uygarlık gerçekleşecektir (Fox, 2002: 35).

Radikaller arasında bu öngörüye ulus-devletlerin tarihe karışacağını ekleyenlerin küçümsenmeyecek sayıda olduğu ifade edilmelidir. Kenichi Ohmae ve Arjun Appadurai başta olmak üzere Walter Wriston, Jean Marie Guehenno, Michael Hardt ve Antonio Negri gibi düşünürlerin eserleri; ulusal egemenliklerin ortadan kalkacağı, ulus yapılanmasının giderek çözüleceği, ulus-devletten daha küçük etnik, ekonomik, dinsel ve politik birimlerin oluşacağı, bunların daha çok küresel bir uygarlığın ortak ilkeleriyle işleyeceği bir dünya düzenini işaret etmektedir. Bu teorisyenlere göre, günümüzde uluslararası toplumunun birçok alanda ulus-devletin yetkilerini almaya başlamış olması bu sürecin başladığının önemli bir işaretidir (Karpat, 2005b; Bozkurt, 2003). Tüm bunlardan radikal yorumların, neo-liberalizmin piyasa esasından ve post-modern toplum teorilerinden esinlenmekte olduğu sonucu çıkarılabilir. Nitekim radikal görüşler daha ziyade neo-liberal ve post-modern çevrelerce ortaya atılmaktadır.37 Bu arada bugüne kadar sosyalist düşünce ve hareketlerle anılagelmiş olan siyasi anlamda radikal yaklaşımların günümüzde neo-liberal çevrelerde yer bulmakta oluşu küreselleşmenin tüm kalıpları ters yüz eden karakterinin ilginç bir göstergesi olarak değerlendirilebilir (Giddens, 2002: 28; Coşkun, 2004: 246).

Radikal analizlerde sıklıkla karşılaşılan; benzeşme, blokların çözülmesi ve küresel bir medeniyete gidiş gibi temalar bu ekolde neo-liberalizm ve post-modernizm kadar

37 Giddens, eskinin radikal ve devrimcilikle özdeşleşmiş sosyalistlerinin mevcut kurumları muhafaza etmekte muhafazakârlara göre daha fazla istekli oluşlarını ilginç bulmaktadır (Giddens, 2002: 28).

“Yakınsama Kuramları” nın da etkili olduğunu göstermektedir. Bu teorinin sahibi Jan Tinbergen batının kapitalist demokrasileri ile Doğu Bloğu’ndaki kominist ülkeler arasındaki farkların endüstriyel toplumun doğası gereği giderek eriyeceği ve ortak bir merkezde buluşulacağı iddiasıyla ortaya çıkmıştır (Tinbergen, 1961’den Shariff, 1998). Altmışlı yıllardan beri sosyolojik çözümlemelerde kullanılan yakınsayıcı yaklaşıma göre bilimsel ve teknolojik gelişmelerin toplumlar arasında benzeştirici etkileri olmaktadır. Bu sebeple; baş döndürücü bir hız kazanan teknolojik gelişmelerin, zamanla tüm toplumları ortak ilkeler ve kurumlar etrafında örgütlemesi (siyasi ve ekonomik benzeşme) muhtemel bir gelişme olarak görülmektedir (Coşkun, 2001: 54). İlk yakınsamacılar, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist ülkelerin planlı birer sosyal devlet formuna bürünmelerinden hareketle, komünist toplumların da bilimsel gelişmelerin etkisiyle rasyonelleşerek piyasa ekonomisine yakınlaşacağı iddiasındaydılar.38 Dikkat edilirse, bugün radikal çevrelerce sıklıkla dile getirilen; neo-liberalizmin hâkimiyeti, tarihin sonu gibi iddialarla küresel medeniyet gibi öngörüler, benzeşme ve bütünleşmenin neo-liberalizm çatısı altında gerçekleşeceğini kasteden yeni bir yakınsama yaklaşımıdır.

Yaşanan büyük değişim ve dönüşüm evreleri aynı zamanda sancılı birer geçiş dönemidir. Bu dönemlerde yeni açılım fırsatları ve imkânları kadar sıkıntılar, sorunlar ve yeni ihtiyaçlar da baş gösterir. Genellikle de bu sıkıntıları en çok hisseden kesimler imkânları kısıtlı olan toplum tabakaları ile gelişmemiş ülkeler olmaktadır. Dolayısıyla sıkıntıların geniş kitlelerce paylaşıldığı söylenebilir. İşte “Şüpheci Yaklaşım”; konuya küreselleşmenin doğurduğu sorunlar perspektifinden yaklaşan; sürecin insanlığın ezici çoğunluğunu sıkıntılara soktuğuna inanan bir bakış açısıdır. Şüpheciler, keskin bir tavırla radikal iddiaların iyimserliğini aldatmaca, öngörülerini ütopya olarak değerlendirmekte, yaşanan sorun ve sıkıntıları bir geçiş döneminin tabi sonuçları olmaktan ziyade gelişmiş kapitalist çevrelerin çıkar amaçlı politikalarının neticesi olarak görmektedirler. Onlara göre küreselleşme; emperyalizme dönüşen kapitalist bir süreçtir. Küreselleşme taraftarlığı ise refah devletini tasfiye etmek, piyasa ekonomisini

38 İlk zamanlarda, toplumlar arasında son derece kapsamlı bir benzeşmeden bahsettiği görülen yakınsama yaklaşımları yetmişli yıllarda ekonomik sistem ve çalışma hayatında benzeşme olabileceği fakat siyasi ve kültürel sahalarda toplumsal farklılıkların süreceği şeklinde kendini revize etmiştir (Yıldırım, 2000: 72).

evrenselleştirmek gibi esaslara sahip ideolojik bir tutumdan başka bir şey değildir (Keyman, 2000: 18,19; Bozkurt, 2003).

Tablo 2. Ulus Devlet-Küreselleşme Etkileşimine İlişkin Literatür Özeti / Şüpheciler Şüpheciler: Küreselleşme, büyük kapitalist devletler ile büyük sermayenin merkez-çevre bağımlılık ilişkisini pekiştirerek, hâkimiyetlerini sürdürmek için kullandığı bir ideolojik tutum olmuştur. Dünya tek bir medeniyete değil hızla kutuplaşmaya doğru gitmektedir. Ulus-devletin yönetim imkânları birçok bakımdan zayıflamakla birlikte milli çıkar anlayışı varlığını sürdürecek, ulus-devlet önemini muhafaza edecektir. Ulus-devletin önemsizleşeceği iddiaları bilinçli ve ulus ile devlet arasındaki ilişkiyi sadece ekonomiye indirgediği için eksik bir yaklaşımdır.

Amin (1985), (1991), (1999), (2001), (2004)

Güney ülkelerinin taşeron haline getirildiği bir emperyalizm süreci yaşanmakta, kuzey ülkelerinin tekeline geçen sahalar genişlemektedir. Bu tekellerin başında teknoloji tekeli, finans tekeli, doğal kaynaklar tekeli gelmektedir. Eşitsizliğin derinleşmesi kutuplaşmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Ulus-devletin de etkinliği aşınmaktadır ama küreselleşmeye karşı ulusal tepkilerdeki artış ulusun ve ulus-devletin önemsizleşmediğinin göstergesidir. Ayrıca, ulus-devlete kapitalistlerin de ihtiyacı vardır. Chomsky (2001), (2003)

Fox (2002) Küreselleşme büyük kapitalist güçlerin ekonomik çıkarları için yeni açılımlar kazandığı, eşitsizliğin derinleştiği, demokrasi ve özgürlüklerin krize girdiği bir emperyalizm sürecidir.

Falk (2002) Ne dünya devleti ne de bölgesel devlet ihtimal dâhilinde değildir. Ulus-devlet siyasi kimliğin başlıca kaynağı olmaya devam edecektir. Devletin değiştiği, rolünün zayıfladığı ortadadır. Uluslararası kuruluşlar ve ulus ötesi kuruluşların gerisinde kalmasının ise bilinçli bir çabaya dayanan boyutu da söz konusudur.

Gerbier (1999) Savaşçı olmayan, ekonomik karakterde bir emperyalizm dönemi yaşanmaktadır.

Huntington (1993a),

(1993b), (1997) Batı kültürünün ve medeniyetinin evrenselleşmesi hayaldir. Tersine dünya giderek daha az batılı olma yolundadır. Ulus-devlet en güçlü aktör olarak önemini ve varlığını muhafaza edecektir.

Martin ve Schuman

(1997) Küreselleşme acımasız bir kapitalist sürece dönüşerek, demokrasi ve refaha saldırı haline gelmiştir. Politikanın ekonominin emrine girmiş olması ve devletin ikinci plana geçişine bu açıdan da bakmak gereklidir.

Wallerstein (1998) (1999), (2001a), (2001c), (2002), (2003a), (2004a)

Merkez çevre çekişmesi şiddetlenmekte dünya muazzam bir düzensizlik ve kargaşa ortamına sürüklenmektedir. Büyük kapitalist ülkeler ve çevrelerce zekice yönlendirilen, belirsizliğin had safhada olduğu kaotik bir geçiş döneminden bahsedilebilir. Özgürlükler ve demokrasi tehlike altına girmiş durumdadır. Ulus-devlet düzeyinin artık sınırlı bir yarar sağlayacağı ortada olmakla birlikte belirsizlik ortamında ulus-devlet önemini ve varlığını muhafaza edecek başlıca kurum görünümündedir.

Tabb (2002) Kapitalizmin ahlaki olmayan yönünün kaçınılmaz olarak devreye girmesiyle çevre ülkeler bağımlı hale getirilmekte ve sömürgecilik uygulanmaktadır. Başta DTÖ olmak üzere küresel ekonomik kurumların antidemokratik işleyişiyle büyük şirketlerin kar ve rekabet felsefesi özgürlükleri kısıtlamaktadır. Küresel ekonomi içinde ulus-devletleri güçsüz ve arka planda görmek büyük bir hatadır. Sanıldığının aksine devletler piyasaların ve siyasetin gerçek hâkimidir. Küreselleşmenin alacağı biçimi Güneyin ekonomik ve kültürel tepkisi belirleyecektir.

Asıl olarak yoksulluğun küreselleştiği, gelişmekte olan ülkelerin milli egemenlik ve bağımsızlıklarının hiç olmadığı ölçüde tehdit altına girdiği şüphecilerin sıklıkla dile getirdiği iddialardır. Bilhassa; serbest ticaretin bayraktarı olan gelişmiş ülkelerin, kendi

sanayi ve ticaretlerini koruma noktasında bu ilkeleri kolaylıkla göz ardı ederken, güney ülkelerine serbest ticareti dayatan tavırları şüphecilere göre emperyalizmin küreselleşme sürecinde de başrolde olduğunu göstermektedir (Giddens, 2000a: 20; Fox, 2002: 6, 30). Açıkçası, günümüzde ABD, Kanada, Avustralya ve AB ülkelerinin, tarım sübvansiyonlarını, anti-damping uygulamalarını, gümrük tarifeleri ve kotalarını en çok kullanan ülkelerin başında gelerek serbest piyasa söylemleriyle çelişki içinde olmalarının şüpheci yaklaşımın giderek popülerleşmesinde etkisi oldukça büyüktür (Orhan, 2003: 21).

Tüm bunlardan, şüpheci yaklaşımın önemli bir vasfının da tam bir neo-liberalizm eleştirisi olduğu sonucu çıkarılabilir. Zaten, Immanuel Wallerstein, Noam Chomsky, Samir Amin, Richard Falk ve William K. Tabb gibi şüpheciler neo-liberal politika ve uygulamaların iddia edildiği gibi milli ya da evrensel düzeyde refah artışı sağlamadığını, tam tersine ekonomik dengesizliği körükleyerek uluslararası sistemde güneyin kuzeye bağımlılığının artmasına, milli düzeyde de gelir adaletsizliğinin derinleşmesine yol açtığında ısrarcıdır.39 Neo-liberal teorideki kamusal iyilik için piyasanın kendiliğinden ahlaklı davranacağı kabulünü de şüphecilerin iyi niyetli bulmadıkları belirtilmelidir (Güler, 2002: 17). Neo-liberalizmin bu gibi menfi sonuçlara adeta gözlerini kapatmış bir tavır içinde olması da şüphecilerce sorgulanmaktadır. Onlara göre devletin yerine bu konularda devreye girecek bir mekanizma ikame edilmemiş olması ve tüm umutların piyasaların son derece ahlaki davranarak toplumsal dengeyi sağlamasına bağlanması önemli bir eksikliktir (Giddens, 2001: 30-34). Şüpheci yaklaşımda küreselleşmeyi kültürel bir emperyalizm olarak değerlendiren görüşler, “medeniyetçi” ve “bölgesel” söylemler de yaygındır (Keyman, 2000: 19). Bu görüştekiler, derinleşen eşitsizliğe duyulan tepkinin kutuplaşma yarattığı (Wallerstein, 2001b), kutuplaşmanın medeniyetleri ve bölgeselleşmeleri gündeme

39 Zenginliğin dağılımının son zamanlarda olağandışı bir gelişme göstermesinin bu eleştirilere zemin hazırladığı söylenebilir. BM’nin 1996 yılı “Kalkınma Programı” raporuna göre, dünyanın en zengin 358 kişisinin toplam mal varlıkları değeri dünya nüfusunun % 48’inin toplam gelirini aşmış durumdadır (Fox, 2002: 58). Bu tür eleştiriler son zamanlarda değişik kesimlerden destek bulmaktadır. Söz gelimi küresel ekonomik kurumlarda uzun yıllar yöneticilik yapmış Stiglitz, küreselleşmenin açlık sınırındaki milyarlarca insan hayatını iyileştirebilme noktasında bir şans olmakla beraber kuzey ülkelerinin politik ve ideolojik tutumu sebebiyle çok tehlikeli bir gidişata dönüştüğüne katılmaktadır (Stiglitz, 2002: 9, 11, 13).

getirdiği (Wallerstein, 2001c), yerelleşme güçlenirken ulus-devletlerin daha da önem kazandığı görüşündedir (Huntington, 1997: 117).

Şüpheciler, küreselleşmeye yönelik radikal yaklaşımları da abartılı ve yönlendirici bulmaktadırlar (Fox, 2002: 31). Onlara göre, yaşananlar geçmişten çok farklı değildir ve dünyadaki değişim süreci radikal çevrelerce büyütülmektedir. Moderniteyi aşan yeni bir uygarlıktan söz eden çevrelerin bu iddialarını dayandırdıkları küresel bir ekonomi ve piyasa söz konusu dahi değildir. Ticaret ve yatırımların büyük oranda gelişmiş ülkeler arasında cereyan ettiği40, ulusötesi şirketlerin yerel bağlarını koruduğu41 ve neo-liberal prensiplerin gelişmiş kapitalist ülkelerce çoğu zaman terk edildiği bir ortamda küresel bir serbest pazar öngörüsünü çok ütopik bulmaktadırlar (Coşkun, 2002: 28). Zaten, gelişmiş kapitalist ülkelerin kendi çıkarları için küreselleşme şartlarını emperyalizme çevirmiş olmaları küresel bir uygarlık öngörüsünü geçersiz kılmaktadır. Dolayısıyla (şüphecilere göre), yaşananları çok farklı yeni bir siyasi ve toplumsal düzenin habercisi olarak görmek yerine milli yapılanma ve çıkarların yeniden değerlendirilmek durumunda olduğu bir süreç olarak algılanması daha doğru olacaktır.

Marx ve ardından Lenin tarafından ortaya konulan “Emperyalizm Kuramları”, küreselleşme kavramı her ne kadar telaffuz edilmemişse de, günümüz şüpheci yaklaşımlarının teorik alt yapısında önemli bir yer tutmaktadır.42 Bilhassa, bu kuramların bir uzantısı olan “Bağımlılık Yaklaşımları” nın şüpheci analizlere zemin teşkil ettiği söylenebilir.

40 Bu görüştekiler, iddialarına ispat olarak; dünyada üretilen mal/hizmetlerin %88 inin ülke içinde tüketiliyor olmasını ve de uluslararası nitelikteki ticaretin, özellikle de doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının giderek artan bir oranda Kuzey Amerika (NAFTA), Avrupa Birliği (AB) ve Asya Pasifik (APEC) üçgeninde seyretmesini göstermektedirler (Kepenek, 1999: 318; Orhan, 2003: 18).

41 Sözgelimi genel merkez, araştırma ve geliştirme merkezlerinin ana ülkede tutulması, üst düzey yöneticilerin çoğunlukla ana ülke vatandaşları oluşu gibi.

42XIX. yüzyılda evrensel sonuçlara işaret eden, küreselleşmenin öncü izahları denilebilecek teoriler söz konusudur. Bu şekildeki ilk yaklaşımlara liberal ekonomik kuramlar içinde rastlanmaktadır. Mesela, Yayla’nın tabiriyle (Yayla, 2002: 103, 104); “tam bir “laissez faire” ci ve evrimci” olan Herbert Spencer’a (1820-1902) göre, devletler yaşama ve hürriyet haklarını koruma dışında bir fonksiyon üstlenmedikleri, bireylerin hayatına müdahale etmedikleri takdirde görünmez el ve rekabet ilkeleri eninde sonunda tüm dünyada birim maliyetleri eşitleyecek ve üretim süreçleri (karar alma ve politikalar) giderek benzeşecektir (Coşkun, 2001: 53). Bu arada Adam Smith’in daha 1776’da şunları dile getirdiğinden de söz etmek gerekir: “Bir toprak parçasının sahibi, mülkünün bulunduğu ülkenin yurttaşı

olmak durumundayken sermaye sahibi dünya vatandaşıdır ve belli bir ülkeye bağlı olmak zorunda değildir.” (Huntington, 2004: 267).

19. yüzyılın ikinci yarısındaki entelektüel tartışmaların önemli bir boyutu artan uluslararası ekonomik ilişkilerin analizi üzerinedir. Bu sıralarda hızla popülerleşen sosyalist düşünce kapsamında ortaya atılan bazı teoriler, günümüz ekonomik küreselleşme analizlerinde de etkili olmaktadır. Bunların başında olan Marx’ın emperyalizm kuramında; kar peşinde koşan kapitalizmin üretimi dünya sathına yaymak isteyeceği ve kültürel olarak da dünyayı birleştirme çabası içine girebileceğinden bahsedilmektedir. Serbest piyasa sisteminin yayılmasıyla sermayenin gelişmiş kapitalist ülkelere (merkeze) akmaması için hiçbir engel kalmayacağını belirten Marx, gelişmiş kapitalist ekonomilerin çevrenin işgücü ve tabii kaynaklarını kullanarak sonu gelmez bir sömürü düzeni kurabileceklerine dikkat çekmektedir (Marx, 1986: 122, 123; Coşkun, 2004: 240). Kapitalist üretim biçimini emperyalizmin ulaşabileceği en ileri aşama olarak nitelendiren Lenin’de, kapitalistlerin büyük güç avantajlarını kullanarak serbest piyasa ve kapitalist üretim biçimini dünyaya yayacaklarını, tek yanlı bağımlılık içeren ve normal yollarla kırılması imkânsız görülen bir sömürü düzeni kurabileceklerini dile getirmiştir (Coşkun, 2001: 53).

1960’lardan bu yana süreç analizlerinde etkisi hissedilen “Bağımlılık Kuramı” ise; serbest piyasa neticesinde dünya ekonomik sisteminin merkez ve çevre olarak kurumsallaşacağını ve bu yapı içinde çevrenin bağımlı ve pazar pozisyonunda kalacağını iddia etmektedir (Amin, 1991: 180). Buna göre; merkez üstün maddi ve teknolojik gücü sayesinde çevreyi ekonomik olarak kendisine bağımlı kılmakta, çevre ülkelerde sosyal ve siyasi yapılanmalar merkezin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlenmektedir. Kuramın öncüleri olan Osvalda Sunkel, Paul Baran, Paul Sweezy ve Peter Evans gibi düşünürler, liberalizmin görünmez el ve denge mekanizmalarının bu yapı sebebiyle işlemediğini, serbest piyasanın bu döngüsü değişmedikçe liberalizmin temel argümanı olan dengenin bir türlü sağlanamayacağını ve zengin-fakir ülke uçurumunun devam etmesinin altında da esasta bu durumun yattığı görüşündedirler (Baran ve Sweezy, 1966; Sunkel, 1972).

Son olarak, şüpheci bir tavırla küreselleşme karşıtı ifade ve endişeleri dile getirenlerin ekserisinin siyasi yelpazenin solunda yer alan entelektüeller olduğu belirtilmelidir. Son zamanlarda görülen ulus-devletin egemenlik haklarına yönelik tehditler, yeni ve çok güçlü bir emperyalizmin belirdiğine dair işaretler, milli kültürlerin küreselleşme

sürecinde erozyona uğraması gibi gelişmeler milliyetçi entelektüellerin de bu bakış