• Sonuç bulunamadı

Gaia Teorisi / Yaşayan Dünya Görüşü

3. BİYOLOJİ TEMELLİ BİLİMSEL KURAM VE KAVRAMLAR

3.1. Gaia Teorisi / Yaşayan Dünya Görüşü

Yaşayan bir dünya görüşü antik çağlara dayanır. Gaia sözcüğünü ilk olarak Yunanlılar Helen devri öncesinde, toprak tanrıçası anlamında kullanmışlardır. Ancak daha önceki çağlarda da yine toprak ana tasviriyle dişi bir tanrının varlığı görülür. Daha sonraları, Romantik doğa görüşü çerçevesinde Goethe tarafından tanımlanan “büyük bir uyumlu bütün” ifadesiyle yaşayan bir yeryüzü görüşü ifade edilmiştir. Bunun dışında, Alman doğa bilimcisi ve kaşifi Alexander von Humboldt da yerküreyi, büyük bir bütün halinde görerek, iklimi birleştirici ve küresel bir kuvvetle özdeşleştirmiş ve canlı organizmaların, iklimin ve yeryüzü kabuğunun birlikte geliştiğini görmüştür.

Öte yandan 19. yy. sonlarında, Eduard Suess “Biyosfer” terimini ilk kez kullanarak yeryüzünü çevreleyen yaşam tabakasını tasvir etmiştir. Daha sonra Rus jeokimyacı Vladimir Vernadsky “Biyosfer” adlı kitabında, gezegensel çevreyi kısmen yaratan kısmen de denetleyen “jeolojik bir kuvvet” anlamında bu kavrama yer vermiştir.

Günümüzde, yaşayan bir gezegen düşüncesi olarak karşımıza çıkan Gaia Hipotezi de Vernadsky’nin bu görüşü ile paralellik gösterir. Gaia hipotezinin kurucularından James Lovelock biyosfer kavramını, kimyasal ve fiziksel çevreyi kontrol ederek gezegenimizi sağlıklı tutma kapasitesine sahip kendi işleyişini düzenleyen bir varlık olarak ele alır (Lovelock, 1991).

Lovelock’un düşüncesinin temeli gezegenin kendi kendini düzenlediğini gözlemlemesidir. Gaia hipotezine göre, dünya sadece yuva olmanın ötesinde, bizim de parçası olduğumuz yaşayan bir sistemdir. Buna göre dünyanın “biota”sı çevresine sıkı bir şekilde bağlıdır, tek bir bütün, kendi kendini düzenleyen bir sistem olarak yaşam için uygun koşulları sağlayacak şekilde hareket eder.

ekil 3.3:Toprak Ana (http://www.spaceandmotion.com/Evolution-Nature-One-Gaia- Cosmos.htm)

Ancak Gaia hipotezindeki yaşayan dünya görüşü, antik çağda olduğundan farklıdır. James Lovelock şöyle der: “Burada dünya, bir hedefi ve öngörüsü bulunan, hisseden bir tanrıça yerine bir ağaç gibi canlı bir organizma olarak görülür. Sessizce var olan, rüzgarda sallanmanın dışında hareket etmeyen, ancak yine de günışığı ve toprakla sürekli olarak etkileşim içinde bulunan bir ağaç. Gelişmek ve değişmek için günışığı, su ve besleyici mineralleri kullanan bir ağaç.” (Lovelock, 1991).

Yeryüzünün yaşayan bir varlık olduğuna dair görüş özellikle 60’lı yılların sonunda büyük yankı bulmuştur. Bunun en büyük nedeni ise yeryüzünün dış uzaydan ilk kez bütün bir varlık olarak gözlemlenmesini sağlayan uzay yolculuklarıdır. Bu dönemde, kendi kendine organize olan sistemler ile ilgili çok sayıda araştırma ve çalışmalar yürütülmüştür. Ilya Prirogine, termal ve kimyasal dengeden çok uzak olan ancak yine de, örneğin inanılmaz periyodik salınımlar gösteren Belousov-Zhabotinski

reaksiyonu gibi, yüksek derecede bir düzen ortaya koyan sistemleri incelemekteydi. Denge konumundan uzak durumlardaki kendi kendine organizasyon ile sistemin lineersizliği arasında çok yakın bir birlik bulunduğunun farkına varmıştır (Orrell, 1998). Bu görüşü ile Lovelock’un Yeryüzünün kimyasal olarak dengeden uzak olduğu ve karbondioksit çevrimi gibi geri besleme döngülerinin lineersizliğine ilişkin gözlemleri ile paralellik gösterir. Burada, enerji akışı ve madde döngüleri ile atmosferi kontrol eden, sayısız organizmanın toplu eylemlerinin gerçekleştirdiği yaşam süreçleridir. Ve dış uzaydan bakıldığında, bu süreçlerin toplu etkisi dünyanın kendisinin yaşayan bir varlık olarak görünmesidir. Dolayısıyla dünya en iyi şekilde bir çeşit süper organizma olarak tanımlanabilir.

Gaia teorisine göre, vücuttaki organların insana hizmet etmesi gibi, bu süper organizmayı oluşturan canlı ve cansız parçalar da dünyaya hizmet eder (Levine, 1993). Lovelock’a göre, yaşayan varlıklar sıcaklık değişimlerine tepki göstererek sera gazları açığa çıkartır ya da absorbe ederler. Böylece, canlı ve cansız sera etkisinin yoğunluğunu ayarlama konusunda benzersiz bir işbirliği içinde etkileşime girer ve dünyanın yaşam için uygun koşullarda kalmasını sağlar. Kısaca, dünyanın canlı ve cansız parçaları sıcaklığı ve diğer koşulları sabit seviyelerde tutmak için birlikte hareket ederler. Gaia teorisine göre dünyanın bütünü, canlı bedenin iç ortamının değişmezliğini denge değerlerinin üstündeki seviyelerde tutma çabasında olması gibi bir çaba içindedir.

Genel olarak Gaia kuramı, dünyayı, yaşama ilişkin tutarlı bir sistem, kendi kendini düzenleyen ve kendi kendine değişen, bir çeşit yaşayan devasa bir organizma olarak görmek olarak tanımlanabilir.

Lovelock esasında bu bağlamda, bir şeyi ayrı ve bağımsız olarak görmenin aldatıcı olduğuna işaret etmiş ve bütüncül bakış açısının önemini vurgulamıştır. Gerçekte madde ve dolayısıyla insanların evrene ait yapılar olduğunu, hepimizin ince bir şekilde sadece yakın çevremize değil evrendeki tüm diğer maddelerle de bağlantılı olduğumuzu ileri sürmüştür. Bu da yine bu görüşün de aslında, ekolojik bilinçten farklı olmadığını ortaya koyar.

Gaia, yaşam için gerekli optimum değerdeki fiziksel ve kimyasal çevreyi yaratmayı amaçlar. Ancak, Richard Dawkins ve W. Ford Doolittle gibi önde gelen bazı biyologlar, doğanın ileriyi düşünerek herhangi bir belirli amaç içinde hareket etmediğini savunurlar. Dünya sadece, davranır ve karşılık verir. Geleneksel Darwinci anlamda evrimleşmez ya da yeniden oluşturmaz (Levine, 1993). Bu tartışmalar, Gaia görüşünde bazı değişikliklere yol açmıştır. Buna göre Gaia artık, yaşam için optimum seviyeler yerine yaşam için yeterli limitlerde işler.

Gaia kuramı, tüm dünyayı yaşayan bir organizma olarak görmesi açısından, bütüncül mimari yaklaşımları, özellikle kentte bütüncül yaşam organizması düşüncesini destekler. Buna, Paolo Soleri’nin Arkoloj adını verdiği, bir organizmanın hücrelerinin dağılımından esinlenerek ortaya çıkardığı yeni kentsel tasarım örnek olarak verilebilir.

ekil 3.4: Arcosanti Plan (http://www.arcosanti.org/project/project/main.html)

Arkoloji, ‘Bu gezegende var olan organizmaların yapısı ve doğasında gizli/içkin bir mantık vardır. Bu yapıya ve doğaya zarar veren her türlü mimarlık, her türlü kentsel tasarım ve sosyal düzen kendini ve bizi yok eder’ (Soleri, 1969:2)düşüncesinden hareketle, organik ilkeleri temel alan yeni bir dünya kurma çabasıdır.