• Sonuç bulunamadı

4. ARAŞTIRMA SONUÇLARI VE TARTIŞMA

4.6. Tartışma

Hipertansiyonlu hastalarda nifedipin farklı şekillerde tedavi amaçlı olarak kullanılmakta ve üç farklı uygulama şekli tercih edilmektedir. Đlk uygulama şeklinde 30 mg yüklemeden sonra 8 saat ara ile 20 mg oral yoldan verilebilir. Đkinci protokolde kontraksiyonlar kesilinceye kadar 20 dakikada bir sublingual 10 mg, idame olarak da 4- 6 saatte bir oral 20 mg verilir. Bir diğer protokolde ise 30 mg yükleme sonrasında ilk gün 4x20 mg, ikinci gün 3x20 mg, daha sonra 3x10 mg verilmektedir (Miller ve ark., 1982). Yukarıdaki protokollerden anlaşılacağı üzere insanda hipertansiyon tedavisi amacıyla kullanılan nifedipinin günlük dozu 1-2 mg\kg’a karşılık gelmektedir. Bu çalışmada ise insanda kullanılan dozlardan çok daha yüksek dozda nifedipin ratlara verilmiştir. Yüksek doz nifedipin uygulanmasına rağmen ratlarda ölüm görülmemiştir; ancak canlı ağırlık kazancında azalma gözlenmiştir.

Nifedipinle ilgili yapılan çeşitli çalışmalarda 150 mg\kg dozu geçen nifedipinli diyet verilen yirmi günlük ratlarda büyümenin baskılandığı gözlenmiştir (Ishida ve ark., 1995). Shimizu ve ark. (2002) yirmi günlük erkek ratlarda büyümenin baskılanmaması için nifedipini çalışmalarının ilk haftası boyunca 125 mg\kg kalan kısmında ise 250 mg\kg olarak diyetle birlikte vermişlerdir. Ishida ve ark. (1995) yirmi günlük erkek ratlara elli beş gün boyunca 250 mg\kg nifedipini diyetle beraber uygulamışlardır. Nifedipin gruplarında önemli bir fark tespit etmemişlerdir. Fu ve ark. (1998) ise altı haftalık erkek Sprague-Dawley ratlara dokuz hafta boyunca nifedipin vermişlerdir. Çalışmanın sonunda istatistiksel olarak önemli olmasa da nifedipin verilen hayvanlarda daha düşük canlı ağırlık değerleri gözlemişlerdir.

Mevcut çalışmada yirmi günlük ratlara ilk yedi gün boyunca 125 mg\kg nifedipin, kalan üç hafta boyunca da her gün 250 mg\kg nifedipin ratların diyetlerine karıştırılarak verilmiştir. Çalışma sonunda kontrol grubunda görülen canlı hayvan ağırlıkları ortalamalarının nifedipin grubuna kıyasla daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Fisher cinsi ratlara verilen aynı dozdaki nifedipin büyümeyi baskılamazken (Ishida ve ark., 1995; Shimizu ve ark., 2002), bu çalışmada Wistar ratlarda ilacın büyümeyi baskıladığı tespit edilmiştir. Kato ve ark. (2005) yapmış oldukları çalışmada on beş günlük Fisher cinsi erkek ratlara ilk hafta 120 mg\kg nifedipini ve çalışmanın sonuna kadar da (41. gün) 600 mg\kg nifedipini yemlerine karıştırarak vermişler ve kontrol grubundaki ratlara kıyasla nifedipin grubundaki ratların canlı ağırlıklarında belirgin

olarak düşme gözlemişlerdir. Canlı ağırlıklarında gözlenen bu değişiklikler türler arasındaki metabolizma farklılığından kaynaklanabilir.

Sindirim sisteminin bir bölümü olan ince bağırsak ve karaciğer vücudun önemli görevlerini üstlenir. Đnce bağırsak canlının enerji ve yapı taşı gereksiniminin karşılanmasında etkin rol oynarken karaciğer; karbonhidrat, lipid, protein metabolizmasının yanı sıra demirin depolanması, kanın metabolik artıklardan ve toksik maddelerden temizlenmesi gibi metabolizmanın düzenlenmesinde görev alır. Bu nedenle ince bağırsak ve karaciğerin morfolojik yapılarında oluşabilecek değişiklikler fonksiyonlarını etkileyerek onarılması güç olumsuz etkilere sebebiyet verebilir (Koca, 1993; Koca, 1996).

Fonksiyonel özelliklerine yönelik olarak ince bağırsak ve karaciğer üzerine pek çok araştırma yapılmıştır. Ancak literatürde ratlara oral yolla verilen yüksek dozda nifedipinin ince bağırsak ve karaciğer üzerindeki etkilerini histolojik olarak ışık mikroskobik düzeyde inceleyen bir çalışma dışında (Dhar ve Farzan, 1994) başka bir araştırmaya rastlanılmamıştır.

Dhar ve Farzan (1994) çalışmalarında ratlara 0.5 mg\kg nifedipini üç hafta boyunca vermişler ve nifedipinin karaciğer, kalp, böbrek ve pankreas dokuları üzerine histolojik etkilerini H-E boyamayla ışık mikroskobik düzeyde incelemişlerdir. Çalışmalarının sonucunda nifedipinin karaciğer, böbrek, kalp ve pankreas dokuları üzerine önemli bir etkisinin olmadığını gözlemlemişlerdir. Bu çalışmada da ratlara çok daha yüksek dozda verilen nifedipinin ince bağısak ve karaciğer dokuları üzerinde önemli bir histolojik değişikliğe sebep olmadığı gözlenmiştir.

Bağırsak içeriğinde bulunan mukus çoğu bakterinin agregasyonuna yol açar ve bu sayede patojenik bakterilerin bağırsak epiteline tutunmasını engeller. Bu nedenle mukus katmanı doğal savunma mekanizmasının önemli öğelerinden birisidir (Allen ve ark., 1993; Gu ve ark., 2002). Bağırsak musinleri goblet hücreleri tarafından sentezlenen, depo edilen ve salgılanan büyük, negatif yüklü glikoproteinlerdir (Kemper ve Specian, 1991). Goblet hücrelerinin ilk olarak kriptlerde oluştuğu ve ardından olgunlaşarak villuslara göç ettiği kabul edilmektedir (Zecchini ve ark., 2005; Brown ve ark., 2006; Gersamann ve ark., 2009). Bugüne kadar yapılan çalışmalarda ince bağırsak goblet hücre sayısının ve hacminin diyet, mikrobiyal flora, villus boyu ve çevresel faktörlerle son derece bağlantılı olduğu ortaya konmuştur (Miller ve ark., 1981; Yunus ve ark., 2005; Brown ve ark., 2006). Chang ve ark. (2005) ince bağırsakta yüzeyel IR hasarı oluşturmuşlar ardından hızlı mukoza onarımda villus tepelerinde goblet hücre

birikimi olduğunu saptamışlar ve yapmış oldukları çalışmayla artan goblet hücrelerinin musin üretimini ve sekresyonunu arttırarak intestinal hasarın onarımında rol oynadığı sonucuna ulaşmışlardır. Bazı araştırmacılar da yaptıkları çalışmalarla IR’den 2-3 gün sonra goblet hücre sayısında artma saptamışlardır. Bu veriyi de goblet hücrelerinin tamirinde rol oynadığı şeklinde yorumlamışlardır (Cohen ve ark., 1983; Ikeda ve ark., 1998; Chan ve ark., 1999). Diğer taraftan yapılan çalışmalar goblet hücrelerinin villus tepelerinde proliferasyonla çoğalmak yerine, kript bazallerinden villuslara göç ettiğini kanıtlamıştır (Itoh ve ark., 2000; Ikeda ve ark., 2002). Diğer bir çalışmada ise 15 dk iskemi uygulanan ratların bağırsak dokularındaki epitel devamlılığının bozulması, villusların harabiyete uğramasından bağırsak hücrelerinin lümene döküldüğü ve/veya dejenere olduğunu bunların sonucunda da villus goblet hücrelerinin azaldığını tespit etmişlerdir (Dağ ve ark., 2010). Gül ve ark. (2004) açlık gibi fizyolojik bir olayda ince bağırsak goblet hücre sayısında belirgin azalma gözlemlemişler ve bu azalmanın kısmen yüzey epitelinde ve Lieberkühn kriptalarındaki bozulmaya bağlı olduğunu ifade etmişlerdir. Yapılan başka bir çalışmada ise kuluçkada deneysel olarak oluşturulan ısı stresinin broylerlerde (etçi tavuk) ince bağırsağın embriyonik gelişimi üzerindeki etkilerini araştırmışlardır. Sonuçlarında ince bağırsağın goblet hücre yoğunluklarını kontrol grubuyla benzer olduğunu saptamışlar ve yüksek kuluçka sıcaklığının ince bağırsak goblet hücresi üzerine etkisinin olmadığını tespit etmişlerdir (Özaydın, 2009).

Yukarıda yapılan çalışmalarda açlık, IR ve ısı gibi faktörlerin villuslardaki goblet hücrelerinin sayısı üzerindeki etkisi araştırılmıştır. Bu çalışmada ratlara yüksek doz nifedipinin 30 gün süreyle verilmesi ve ardından nifedipin uygulamasının kesilmesi, kontrol grubuna kıyasla nifedipin grubundaki villusların goblet hücre yoğunluğunda artma ve azalmalara sebep olmuştur; ancak bu değişiklikler istatistiksel olarak önemli düzeyde bulunmamıştır. Bu veriler ışığında nifedipinin villus goblet hücresi yoğunluğunda olumsuz bir etkiye sebep olmadığı sonucuna varılmıştır.

Gül ve ark. (2004) açlığın ince bağırsağa etkisi üzerine yapılan bir çalışmada deney süresi boyunca ince bağırsak epitel yüzeyinde, bez lümeninde ve goblet hücrelerinin apikal sitoplazmasında yer alan musinin boyanma özelliğinde bir değişiklik gözlemlememişlerdir. Bunun sonucunda da açlığın musin histokimyasında bir değişiklik oluşturmadığını ifade etmişlerdir. Mevcut bu çalışmada nifedipin grubundaki ratların kontrol grubuna kıyasla PAS boyaması yapılan ince bağırsak dokuları incelendiğinde nifedipinin musin histokimyasında bir değişiklik oluşturmadığı gözlenmiştir.

Lipscomb ve Sharp (1982) çalışmalarında uzun süreli yarı açlığın tunika muskularis tabakası kalınlığı üzerine etkili olduğunu ifade etmişlerdir. Bu çalışmada ise kontrol gruplarıyla kıyaslanan nifedipin gruplarındaki tunika muskularis kalınlığında herhangi bir değişiklik tespit edilmemiştir. Etki şekli vasküler düz kaslar üzerine olan nifedipinin yüksek dozda ince bağırsak düz kası üzerine histometrik açıdan bir etkiye sebep olmadığı sonucuna varılmıştır.

Gül ve ark. (2004) çalışmalarında açlığın duodenum villuslarında parçalanmaya ve düzensizliğe sebep olduğunu ifade etmişlerdir. Ross ve Mayhew (1984) yapmış oldukları çalışmada açlığa bağlı olarak villuslarda şekil değişikliği gözlemlemişlerdir. Villuslarda gözlenen bu şekil değişikliğini ince bağırsaktaki kan akımı, mukoza epitel hücrelerinin hacim ve sayısal değişimleriyle ilgili olduğunu bildirmişlerdir. Bu çalışmada çok sık olmamakla birlikte kontrol ve nifedipin gruplarında villuslarda şekil değişiklikleri gözlenmiştir. Her iki grupta da villuslarda şekil değişikliğine rastlanıldığından nifedipinin villus morfolojisi üzerine önemli bir etkisi olmadığı sonucuna varılmıştır.

Ross ve Mayhew (1984) açlığın ratlar üzerindeki etkisiyle ilgili çalışmalarında ince bağırsak villus boyunda değişme olmazken villus alanında gözlenen azalmayı bağırsak mukozasındaki bir atrofiye işaret ettiğini bildirmişlerdir. Bu çalışmada nifedipin 30 ve kontrol 30 grupları kıyaslandığında nifedipin 30 grubundaki villus boyunda ve eninde önemli olmamakla birlikte azalma görülmüştür. Villus alanında ise istatistiksel olarak önemli düzeyde azalma tespit edilmiştir. Bu bulgular yüksek dozdaki nifedipinin ince bağırsak villuslarında atrofiye sebep olduğuna işaret edebilir. Nifedipin kesildikten sonra ise kontrol 70 ve nifedipin 70 grupları aralarında kıyaslandığında villus eni, boyu ve villus alanında azalma olmakla birlikte istatistiksel olarak önemli bulunmamıştır. Bu da nifedipinin kesilmesinden sonra villuslarda görülen atrofinin gerilediğine işaret edebilir. Kontrol 30 ve kontrol 70 grupları arasında istatistiksel olarak önemli olmamakla birlikte kontrol 70 grubunda villus alanında artma görülmüştür. Bu durum kontrol 70 grubundaki ratların kontrol 30 grubuna kıyasla ağırlıklarındaki artış ve büyümeleriyle paraleldir. Ayrıca nifedipin 30 ve nifedipin 70 gruplarında da istatistiksel olarak önemli olmamakla birlikte nifedipin 70 grubunda villus alanında artma tespit edilmiştir. Nifedipin 70 grubundaki ratların nifedipin 30 grubundaki ratlara kıyasla ağırlıklarındaki artışa paralel villus alanındaki artış da atrofinin azaldığı şeklinde yorumlanabilir.

Uzun süreli açlık gibi faktörlerin sebep olduğu histolojik değişikliklerden biri de bağ dokusu artışıdır. Gül ve ark. (2004) bağ dokusu artışını doku tamirinin istenmeyen bir sonucu olduğunu ifade etmişler ve çalışmalarında açlığa bağlı olarak bağırsak mukozasında bir bağ dokusu artışına rastlamamışlardır. Mangıroğlu (2011) yapmış olduğu çalışmasında ise nifedipin verilen ratların dişetinden alınan kesitlerde periodontal dokuları incelemiş ve nifedipin verilen gruplarda gingival marjin (dişeti çizgisi) epitel yüksekliğinde, bağ dokusu genişliğinde ve bağ dokusu yüksekliği değerlerinde artış tespit etmiştir (Mangıroğlu, 2011). Bu çalışmada ise nifedipin grubundaki ince bağırsak dokularında fark edilebilir bir bağ dokusu artışına rastlanılmamıştır. Ayrıca nifedipinli karaciğer dokuları da incelendiğinde Mangıroğlu’nun (2011) yapmış olduğu çalışmanın aksine nifedipinin karaciğerde bağ dokusu artışına sebep olmadığı gözlenmiştir.

Üç nesil transgenik Bt (Bacillus thuringiensis) mısırla beslenen ratların karaciğer dokusuna etkisi üzerine yapılan bir çalışmada karaciğerde görülen odaksal hücre infiltrasyonunun minimal düzeydeki inflamasyondan ve dokunun buna karşı korunmaya yönelik yeni bir yapısal organizasyona geçmesinden kaynaklandığı belirtilmiştir (Kılıç, 2006). Bu çalışmada da nifedipin gruplarına ait karaciğer dokularında kısmen küçük hücre infiltrasyon odaklarına rastlanılmıştır. Nifedipin gruplarında kısmen görülen bu hücre infiltrasyon odakları karaciğerin yüksek dozdaki nifedipine karşı vermiş olduğu bir tepki olarak düşünülebilir.

Kemirici karaciğerinde hepatositlerin yaklaşık %25’i çift çekirdeklidir. Çift çekirdekli hücreler, mitoz bölünmenin sitokinezis evresinin tamamlanamaması yani asitokinez sonucu meydana gelir. Doğumda oldukça sınırlı sayıda olan çift çekirdekli hepatosit sayısı yaşla birlikte artar ve doğumdan 4-7 hafta sonra tekrar azalma eğilimi gösterir (Styles, 1993; Guidotti ve ark., 2003; Fujji ve ark., 2004). Çift çekirdekli hepatositlerin bölünerek tek çekirdekli tetraploid (4n) özelliği gösteren hücreleri meydana getirdikleri de rapor edilmiştir (Guidotti ve ark., 2003). Gerek çift çekirdeklilik, gerekse poliploidi rodent karaciğerinin normal morfolojik ve fizyolojik bir özelliğidir (Gandillet ve ark., 2003; Guidotti ve ark., 2003). Poliploidi bir hücrenin terminal farklılaşma ve yaşlanmasıyla ortaya çıkar (Sigal ve ark., 1999). DNA reaksiyonuna giren karsinojenler hepatositlerin sitokinezini sağlayarak çift çekirdekli hepatositlerin oranında azalmaya neden olur (Styles, 1993). Diğer taraftan, kurşun sitrat ve X ışınları çift çekirdekli hepatosit sayısında artışa yol açar (Albert ve ark., 1960; Melchiorri ve ark., 1993). Yapılan bir çalışmada (Guryev, 2005), 0.78 cGy (centigray)

dozundaki radyasyona maruziyet sonucu çift çekirdekli hepatosit oranının arttığı, diğer bir çalışmada ise (Sharma ve Sharma, 2005) 6 ve 8 Gy (gray) dozundaki maruziyeti takip eden 7. güne kadar artışın devam ettiği, daha sonra bu oranın kısmen azalma eğilimi göstermekle birlikte 14. günde normal düzeyden hala yüksek olduğu belirtilmiştir. Maharwal ve ark. (2005), 6 Gy, 8 Gy ve 10 Gy ile Swiss albino farelerinde iyonlaştırıcı radyasyonun çift çekirdekli hücre sayısında uygulamanın 1. gününde artışa ve daha sonraki günlerde hafif bir düşüşle birlikte 7. günde tekrar artışa sebep olduğunu bildirmişlerdir. Çift çekirdekli hücre sayısının 6 Gy uygulanmış farelerde 30. gün kontrol grubunun seviyesine indiğini de ifade etmişlerdir. Karahan ve ark. (2008) yapmış oldukları çalışmada 10 Gy iyonlaştırıcı radyasyona maruz bırakılan farelerde çift çekirdekli hepatosit sayısının arttığını ve bu hücrelerde prolifere hücre çekirdek antijeni (proliferating cell nuclear antigen, PCNA) ekspresyonun genellikle her iki çekirdekte, daha az sıklıkla da tek çekirdekte olduğunu tespit etmişlerdir.

Yukarıdaki çalışmalarda görüldüğü gibi radyasyonun karaciğerdeki dikaryotik sayısında artışa sebep olduğu bilinmektedir. Ayrıca bir karaciğer hastalığı olan sirozun da karaciğerdeki dikaryotik çekirdek sayısında artışa yol açtığı bildirilmiştir (Bağcı, 2007). Bunların yanı sıra karaciğerde görülen tek çekirdekli hepatositlere kıyasla çift çekirdekli hepatositlerde görülen protein sentezinde, RNA sentezinde, mitokondri sayısında ve mitokondri içindeki protein sentezinde bir artış olduğu çeşitli çalışmalarla gösterilmiştir (Nagata, 2003; Fabio ve Maurizio, 2007).

Bu çalışmada ise kontrol 30 grubuna kıyasla nifedipin 30 grubunda dikaryotik hepatosit oranında istatistiksel olarak önemli düzeyde artış tespit edilmiştir. Nifedipin 30 grubunda görülen dikaryotik hepatosit oranındaki bu artışın yüksek doz nifedipinin sebep olduğu toksik etkiye karşı karaciğer hücrelerinin vermiş olduğu bir tepki olarak düşünülebilir. Bununla birlikte nifedipin 30 grubuna kıyasla nifedipin 70 grubundaki dikaryotik hepatosit oranında görülen önemli düzeydeki azalma ilacın kesilmesinden sonra nifedipinin sebep olduğu olumsuz etkilerin gerilediğini teyit edebilir.

NOR’lar, rRNA’nın transkripsiyonunu kodlamak için RNA polimeraz I enzimini kullanan rDNA olarak adlandırılan spesifik DNA parçalarıdır. Ribozom içerisindeki rRNA’lar hücrenin protein sentezinden sorumludur. Protein sentezi hücre çoğalma süreci için gerekli bir basamaktır. Bu nedenle AgNOR proteinleri hücre çoğalmasının göstergesi olarak kullanılmaktadır (Underwood, 1995; Pich ve ark., 2004). Đnterfaz çekirdeğinde gözlenen AgNOR proteinlerinin miktarlarındaki değişikliklerin tümör patolojisi ve farklı kanser türlerinin tanısal ve prognostik karakterizasyonu ile ilgili

çeşitli çalışmalar yayımlanmıştır (Pich ve ark., 2000; Eroz ve ark., 2011). AgNOR düzeylerinde görülen değişiklikler protein sentezindeki değişiklikleri yansıtmaktadır. AgNOR proteinlerinin sayı ve hacmindeki artışların hücre çoğalması, farklılaşma ve salgı aktiviteleri gibi hücre aktivitesindeki artış ile ilişkili olduğunu gösteren çeşitli çalışmalar bulunmaktadır (Hall ve ark., 1988; Jan ve ark., 1989; Eroz ve ark., 2011). Ayrıca AgNOR proteinlerinin hücre çoğalmasına ilaveten, hücre metabolizması ile de ilişkili olduğu bildirilmiştir (Dayan ve ark., 2002).

Schmid ve ark. (1982), NOR’ların gümüşle boyanma özelliklerinin rRNA genlerinin transkripsiyonel aktivitesinin bir göstergesi olduğunu ve bu nedenle, farklı dokuları oluşturan hücrelerin AgNOR sayılarının da farklılık gösterdiğini ileri sürmektedirler. Zaczek ve ark. (1992), sağlıklı sıçanların sindirim kanalı epitel hücrelerinin AgNOR parametrelerini inceledikleri çalışmalarında farklı sindirim kanalının farklı bölgelerindeki AgNOR sayıları ile bunların alanları ve çekirdek alanı AgNOR alanı oranları arasında önemli farklar tespit etmişler ve AgNOR parametrelerinin epitelin proliferasyon aktivitesiyle ilişkili olduğunu hücrenin lokalizasyonuna bağlı olarak tipik özellikler gösterdiğini ileri sürmüşlerdir. Bir nükleustaki AgNOR sayısı ve her bir AgNOR’un alanının çekirdek alanıyla bağlantılı olduğu da saptanmıştır. Bir organizmanın farklı benzer hücrelerinin veya farklı organizmaların hücrelerinin genomlarında bulunan aktif NOR’ların sayıları arasında belirgin farklılıklar bulunduğunu ve aktif NOR sayılarının hücrenin protein sentez ihtiyacı ve çevre şartlarına göre değişiklik gösterdiğini belirtmişlerdir (Goodpasture ve ark., 1976; Mikelsaar ve ark., 1977; Alberts ve ark., 1989). Mourad ve ark. (1997) çalışmalarında insan akciğer kanserinde ortalama AgNOR sayısının ve çekirdek başına beş ya da daha fazla sayıda AgNOR taşıyan hücre oranının tümör hücrelerinin proliferatif aktivitelerinden ziyade ilerleyici davranışları hakkında bilgi verebileceğini belirtmişlerdir. Xiu ve ark. (2003) ise AgNOR parametrelerindeki artışın astrosit tümörlerinin teşhisinde yarar sağladığı gibi bu tümörlerin nüksü ile de doğru orantılı olduğunu bildirmişlerdir. Godoy ve ark. (2001), deri yaralanmalarında epidermisin yara sınırına komşu bazal hücrelerindeki AgNOR aktivitesiyle, hücre çoğalmasının bir ölçütü olan çekirdeğe bromodeoksiüridin (BrdU) alımını karşılaştırmak suretiyle hücre çoğalma hızlarını karşılaştırmışlar ve her iki yöntemle de yaralanmadan hemen sonra ve yaralanmayı takip eden 36-70. saatler arasında hücre çoğalma hızlarının yüksek olduğunu ifade etmişlerdir. Benzer şekilde; Leek ve ark. (1991), aşırı hücre çoğalması ve yenilenmesi gözlenen dokulardaki AgNOR aktivitesi ile bromodeoksiüridin alımını

ve S fazındaki hücre oranlarını karşılaştırmışlar ve çoğalan hücrelerde, AgNOR’ların sayılarından ziyade büyüklüklerinin arttığını saptamışlardır.

Yukarıda yapılan çeşitli çalışmalarda AgNOR sayısındaki artışın hücre proliferasyonuyla doğru orantılı olarak artabileceğini ifade etmişlerdir. Bu çalışmada kontrol 30 grubuyla kıyaslanan nifedipin 30 grubu hepatositlerinde AgNOR sayısında istatistiksel olarak önemli olmamakla birlikte azalma tespit edilmiştir.

Russel ve ark. (1991) AgNOR’un hücrelerin proliferatif aktiviteleri ile ilişkili olduğunu ve AgNOR’un sayısından ziyade boyutlarının daha anlamlı sonuçlar ifade edeceğini ileri sürmüşlerdir. AgNOR’ların yapısı ve boyutları başta protein sentezi olmak üzere pek çok hücresel aktivitenin işareti olarak değerlendirilmiştir. Aydın (2004), yumurtacı ve etçi piliçlerin bacak ve göğüs kasları üzerine yapmış olduğu çalışmada, 6 haftalık dönemde yumurtacı piliçlerin bacak kaslarındaki ortalama AgNOR alanı/Çekirdek alanı oranını %5.54 olarak bulurken; etçi piliçlerde bu oranı %9.54 olarak tespit etmiştir. Göğüs kaslarında ise elde ettiği değerleri yumurtacı piliçlerde %5.37, etçi piliçlerde ise %8.42 olarak belirtmiştir. Gündüz (2010) ise yemlerde üreyen en önemli mikotoksin olan aflatoksin B1’in etçi piliç embriyoları üzerindeki toksik etkisini araştırdığı çalışmasında, toksinin özellikle kuluçkanın 11 ve 13. günlerinde yüksek doz gruplarında göğüs kası dokularında AgNOR alanı/Çekirdek alanı oranını düşürdüğünü tespit etmiştir. Akbulut (2010) yapmış olduğu çalışmada sağlıklı gebelerin perifer kan lenfositlerindeki bazı AgNOR parametrelerini incelemiştir. Çalışmada perifer kan lenfositlerindeki AgNOR alanının çekirdek alanına oranının hamilelikle birlikte artışa geçtiğini özellikle II ve III. trimester grubunda AgNOR alanının çekirdek alanına oranında artış olduğunu tespit etmiştir. Bu artışların lenfositlerde bulunan bazı sitokinlerin (peptit ve glikoprotein yapıda) sentezindeki artışına dolayısıyla da bu artışın lenfositlerde meydana gelen protein sentezindeki artışın bir yansıması olduğunu belirtmiştir (Akbulut, 2010). Bu çalışmada hepatositlerdeki AgNOR alanının çekirdek alanına oranı dikkate alındığında kontrol 30 grubuna kıyasla nifedipin 30 grubunda önemli düzeyde artış tespit edilmiştir. AgNOR alanının çekirdek alanına oranındaki bu artış hepatositlerde görülen bir protein sentezine işaret edebilir. Çünkü Zanger ve ark. (1999) çalışmalarında ratlara 7 gün süreyle (25, 50, 100 mg\kg\gün) nikardipin ve nifedipin vermişlerdir. Bu ilaçların rat karaciğerinde CYP- 450 2B ya da 3A enzimleri üzerine etkilerini western blot yöntemiyle değerlendirmişlerdir. Çalışmalarında nikardipinin (100 mg\kg\gün) CYP3A ekspresyonunun indükleyicisi olduğunu özellikle CYP3A23 ekspresyonunu 36 kat

arttırdığını tespit etmişlerdir. Nifedipinin ise CYP3A ekspresyonunu değiştirmediğini ancak CYP2B ekspresyonunu arttırdığını gözlemlemişler ve nifedipin (100 mg\kg\gün) uygulamasından sonra CYP2B, CYP2B1 ve CYP2B2V ekspresyonunun 5-15 kat

Benzer Belgeler