• Sonuç bulunamadı

Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri

1. YAKIN DÖNEM SİYASİ, SOSYAL VE EKONOMİK

1.3. Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri

Tartışmalı ve karmaşık bir sürecin sonunda, bir anayasaya kavuşuldu. Sancılı da olsa demokratikleşmeye giden bu süreçte TSK içindeki cuntalar her zaman olduğu gibi kendi istek ve çıkarları doğrultusunda hareket ederek demokrasiyi zedelemeye devam ettiler. 1962 ve 1963 yıllarında iki darbe girişimi oldu.

1960 Darbesi’nde Kore’de görevli bulunan Kurmay Albay Talat Aydemir, yurda döndükten sonra Harp Okulu Komutanlığına atandı. Bu görevi esnasında, 22 Şubat 1962’de bir askerî isyana teşebbüs etti ve ordudan atıldı. Ayaklanmaya 500’ü subay 8000 asker katılmıştı. Sürgünden dönen 14’lerin de desteğini alarak 20- 21 Şubat 1963’te giriştiği ikinci ayaklanma eylemi de başarısızlıkla sonuçlandı. Fakat bu ikinci ayaklanma çok daha ciddiydi ve sonuçları çok daha ağırdı: Bir albay, bir binbaşı, iki harp okulu öğrencisi ve dört er olmak üzere sekiz kişi ölmüş ve yirmi altı kişi yaralanmıştı. Taraftarlarıyla birlikte tutuklanarak yargılanan Aydemir, yakın arkadaşı Binbaşı Fethi Gürcan ile beraber asılarak idam edildi. Ölüm cezasına çarptırılan diğer dört kişinin, ömür boyu hapis cezası alan otuz ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılan otuz üç kişinin cezaları ise çıkarılan af yasası ile kısmen ya da tamamen kaldırıldı (Özdemir, 2000: 248).

1.4. 1965 ve 1969 Genel Seçimleri

10 Ekim 1965’te yapılan genel seçimlerde Süleyman Demirel liderliğindeki AP, oyların yaklaşık %53’ünü alarak tek başına iktidar oldu. CHP’nin oyları % 29’un altına düşerken seçime giren diğer partilerden MP %9, YTP % 3,7, TİP % 2,9, CKMP %2,2 oy oranına sahip oldular. Bu seçimlerden önce değişen seçim yasası ile “Milli Bakiye Sistemi”12 kaldırıldığı için İşçi Partisi büyüklüğüyle orantısız olarak 14 sandalyeyle meclise girdi. Bu, Türk siyasal yaşamında tarihsel bir önemi haizdi. Bu şekilde TBMM, iktidara ve ana muhalefete rağmen ülkenin meselelerinin -en azından- tartışılabildiği bir forum niteliği kazandı. Aslında, değiştirilen seçim yasasının AP’nin tek başına iktidar olmasını engelleyeceği sanılmış fakat sonuç umulduğu gibi olmamıştır. İşçi Partisinin oylarının artışında seçmenin sola olan

12 “Milli Bakiye Sistemi” için bk.Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yay., İstanbul, 2009, s. 173.

yöneliminin arttığını gören CHP bu seçimlerden sonra “ortanın solu” kavramını gündeme getirdi. Bu ifadeyle CHP hem palazlanan “sol”un oylarından istifade etmek hem de kendisini radikal sol partilerden ayrı tutmak istemişti. Bu hamlesi yeteri kadar isabetli olmadı çünkü “ortanın solu” çıkışıyla birtakım geleneksel oylarını kaybederken yenilerini kazanmaya zaman bulamamıştı. Seçim sonuçlarının da etkisiyle bir grup, CHP’den ayrılarak Turhan Feyzioğlu başkanlığında Güven Partisini kurdular. AP, oyları % 6 civarında azalmış olsa da vatandaşların yalnızca % 65’e yakınının oy kullandığı 1969 seçimlerinden birinci çıkmayı başardı ve % 46,5 oy oranıyla tek başına iktidar oldu. (Eraslan, 2010: 596). Ülkedeki ekonomik buhran toplumsal değerleri hızla değiştirmiş ve halk AP’ye olan güvenini yitirmişti. Sivil toplum örgütlerinin hareketlendirdiği yeni siyasal gelişmeler AP’nin bölünmesine sebep oldu. Necmettin Erbakan, Konya’da bağımsız milletvekili seçildikten sonra 26 Ocak 1970’te Millî Nizam Partisi (MNP)’ni kurdu (Ertan, 2011: 282). 27 Ekim 1965’te Süleyman Demirel’in başbakanlığıyla başlayan AP iktidarının ilk evresi Başbakan ve AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’in Silahlı Kuvvetler tarafından görevden ayrılmak zorunda bırakıldığı 12 Mart 1971’deki askerî müdahaleye kadar sürdü (Özdemir, 2010: 250).

1.5. 60’lar Türkiye’sinde Sosyal ve Ekonomik Durum

Ülkenin içinde bulunduğu onca siyasal sorunun yanı sıra 27 Mayıs rejiminin başa çıkmak zorunda olduğu bir başka önemli sorun ise ekonomi idi. Bu sorunun çözülmesi için atılan en somut adım Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’nın kurulmasıydı. DPT’nin amacı ekonominin bir plana göre, akılcı bir şekilde yönetilmesini sağlamaktı. Fakat Başbakan’ın denetimi altında olan bu teşkilat siyasal olmaktan kurtulamadı. Devletçi bir ekonomiyi öngören 1961 Anayasası’nda devlet “sosyal” olarak niteleniyor, sosyal adalete vurgu yapılırken, yatırımların öncelikle toplum yararına olan alanlara yöneltilmesi gerektiği belirtiliyordu. Bu, sermaye sınıfının işine gelmeyen bir ekonomik politika idi. Böyle olunca, işbirliği yaparak çözüme katkıda bulunması beklenilen sermaye ve emek sınıfı arasında, bitmek tükenmek bilmeyen bir sürtüşme başladı. Anayasa’nın çok özgürlükçü olduğunu düşünen, işçilere grev ve toplu sözleşme hakkını çok gören sermaye sınıflarıyla emekçiler arasındaki çekişme 12 Mart 1971’de birincinin lehine çözümlenene kadar

sürdü. O tarihe kadar Türkiye, tüm bu sürtüşmelerin gölgesinde ve sınırlı da olsa ekonomik bir gelişme gösterdi. Planlı bir ekonomiye geçen Türkiye, yapısal reformun eksikliğine rağmen DPT’nin belirlediği %7’lik ekonomik büyümeyi sağladı. Bu neredeyse bir sanayi devrimiydi ve pek az üçüncü dünya ülkesinin başarabildiği bir atılımdı (Ahmad, 2009: 159-160). Özellikle 1965’ten sonra gerçekleşen ve köklü olmasa da göreli bir refah sağlayan bu atılımın en önemli etkenlerinden biri de, Almanya’nın işgücü ihtiyacını karşılamak üzere yurtdışına çıkan ve orada çalışan yurttaşların ülkeye getirdiği döviz idi. Bu döviz ülkeye sanayileşmesi için gereken sermayeyi ve hammaddeyi sağlarken dış ödemeler dengesini de korudu. Bununla, ithal ikame yahut montaj da olsa bir sanayi hamlesi yapılmıştır. Almanya’nın işgücü ihtiyacını karşılamak üzere yurtdışına çıkan vatandaşlarımızın işsizliği azaltmasının da etkisiyle ekonomide nicel de olsa bir büyüme sağlandı. Bu büyümenin etkisiyle tüketim arttı; eskiden lüks sayılan buzdolabı, çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi gibi dayanıklı tüketim malları sıradan ihtiyaçlar hâline geldi. Yabancı teknoloji ve sermaye ile de olsa sanayideki birikim küçümsenmeyecek bir seviyeye ulaştığı gibi, ülkenin çeşitli yerlerinde küçük atölye sahipleri de iş imkânı buldu. 1965-1971 dönemi muhalefetteki CHP ve TİP’in iddialarının aksine sıkı bir Halk-AP diyaloğunun yaşandığı bir zaman dilimi idi (Özdemir, 2000: 252).

Ne var ki, bu süreç fazla uzun sürmedi. Dışa bağımlı ekonomik politikalar, beklendiği gibi 1970’lerin başında çöktü. Almanya artan işsizliğe karşı alınması gereken önlemler kapsamında yabancı işçileri ülkelerine yollamak için yaptırımlar uygulamaya başladı. Avrupa’ya giden işçilerimiz yurda dönmeye başlayınca yurtdışından gelen dövize aşırı bağımlı hale gelen Türkiye için sonuç çok ağır oldu. Planlananın dışında gelişen orantısız bir büyüme, sonun başlangıcı oldu. Ayrıca artan tüketim arzusu ile fiyatların ve enflasyonun yükselmesi sonucu, gelir-gider dengesi ve ekonomi daha da bozuldu. Tüketim ihtiyacına bağlı olarak her endüstri kolunda büyük şirketler, yabancı sermaye ortaklıkları gelişti ve rekabete dayanamayan yerli girişimler ise iflas etti.

Fakat her şeye rağmen Türkiye, bu ekonomik değişimden ve eline geçen sanayileşme fırsatından yararlanmasını bildi. Toplumsal hayat da bu değişimden

payına düşeni aldı. 60’ların sonunda Türkiye ekonomisinin ve toplumunun karakteri çok büyük bir değişim geçirmişti. Ağırlıklı olarak bir tarım ülkesi olan Türkiye’de devlete ait küçük bir sanayi sektörünün yanında güçlü bir özel sanayi sektörü oluştu. O kadar ki sanayinin gayrisafi millî hâsılaya katkısı tarıma eşitlendi. Ekonomik alanda yaşanan bu değişimi, doğal olarak sosyal hayattaki değişimler izledi. Köylüler daha iyi bir iş ve daha iyi bir hayat arayışı içinde kasabalara ve kentlere akın etti. Böylelikle ülkede hızlı fakat çarpık bir kentleşme gerçekleşti (Ahmad, 2009: 161- 163).

Benzer Belgeler