• Sonuç bulunamadı

Muhtıra Sonrası Dönem ve Sıkıyönetim

1. YAKIN DÖNEM SİYASİ, SOSYAL VE EKONOMİK

1.10. Muhtıra Sonrası Dönem ve Sıkıyönetim

Muhtıra’nın verilmesinin üzerinden yalnızca bir ay geçmişti ki terör olayları yeniden baş gösterdi. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusunun eylemleri yüzünden ülke tam bir kargaşanın içine sürüklendi. THKO, eylemlerine para sağlamak için fidye talebiyle adam kaçırıyor, banka soyuyordu. Devletin THKO’nun eylemlerine tepkisi sert oldu. 27 Nisan’da büyük kentler dâhil on bir ilde sıkıyönetim ilan edildi. Gelecek iki yıl boyunca Meclis kararlarıyla her iki ayda bir uzatılarak sürecek olan sıkıyönetimle terör zanlıları gözaltına alınmaya başlandı. Yerinde ve gerekli bir hamle gibi görünen sıkıyönetim tedbirleri kısa bir süre sonra tam bir ‘insan avı’na dönüştü. Anayasa değişikliğiyle sözde yasal zemini oluşturan Erim Hükümeti ve

muhtıracı komutanlar kendilerine tehdit olarak algıladıkları herkesi birer birer tutuklamaya başladı. Sıkıyönetim boyunca birçok yazar, gazeteci ve profesörün yanında aralarında öğrenci, sendikacı ve politikacıların da bulunduğu yaklaşık beş bin kişi tutuklandı (Zürcher, 2008: 374-375).

Sıkıyönetim ilanından bir gün sonra 28 Nisan’da iki gazetenin yayını durduruldu. Yetkililerin belirlediği birçok kitabın basımı ve satışı yasaklandı. Hangi kitapların yasaklandığı tam olarak bilinemediğinden, yasağın uygulanması büyük karışıklığa yol açtı. Sonuçta hangi kitapların yasak olduğunu belirlemek, emri uygulayan polislere kaldı. Ertesi gün İşçi Partisi eski milletvekili Çetin Altan ve İlhan Selçuk’un tutuklanması baskının aydınlara kaydığını gösteriyordu (Ahmad, 2009: 180). Aynı şekilde, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mümtaz Soysal, ‘Anayasaya Giriş’ adlı ders kitabında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle; Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol ve Azra Erhat gibi yazarlar da Türkiye Komünist Partisi ile bağlantıları oldukları gerekçesiyle tutuklandı (Özdemir, 2000: 266). Her türlü sol yayın yasaklandı. 3 Mayıs’ta her türlü grev ve lokavt yasaklandı. İşçi hareketi artık, toplu sözleşme ve grevleri bir lüks olarak gören işverenlerin insafına bırakılmıştı (Ahmad, 2009: 180).

İsrail Konsolosu Efraim Elrom 17 Mayıs 1971’de şehir gerillaları tarafından kaçırıldı. Sol’un radikal ve silahlı bir grubu tarafından gerçekleştirilen bu eylemle saygınlığını yitiren askerî rejim, denetimi tamamen eline geçirmek yoluna gitti. Sivillerin denetimi iyiden iyiye kaybettiği bu kaos ortamında iktidar sıkıyönetim komutanlarının ve İstihbarat Teşkilatının eline geçti. Hükümet de sola karşı en şiddetli önlemleri yürürlüğe koyarak karşılık verdi. İsrail Konsolosu’nun kaçırılmasından sonra gözaltılar ve tutuklamalar ani bir artış gösterdi. Bunların çoğu aydınlar, öğrenciler ve sendikacılardı. İstanbul’da 21 Mayıs’ta gece yarısından ertesi gün üçe kadar sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 30 bin askerin katıldığı operasyonda birçok ev tek tek arandı. Nihayet sabah saat 5’te, bir evde Elrom’un cesedini buldular (Ahmad, 2009: 181-182).

Efraim Elrom’un öldürülmesi baskıyı iyice artırmak için yeterli bir gerekçeydi. Ülkede siyasal ve toplumsal hayatın her alanı yasak ve kısıtlamalarla baskı altına alındı. Bu baskı rejimi, sıkıyönetim hâlinin Meclis’te her iki ayda bir

uzatılmasıyla 2 yıl devam etti. 1961 Anayasası’nı öteden beri aşırı özgürlükçü bulan tutucu siyasetçiler ve kontrolü kaybeden komutanlar, bu liberal anayasanın bir “lüks” olduğunu söyleyerek yukarıda bahsedilen radikal değişiklikleri yaptılar. Eklenen maddelerle yapılan bu değişiklikle 1961 Anayasası büsbütün farklı bir yapıya büründü. Siyasiler, daha doğrusu statüko, tahmin edilebileceği gibi durumdan pek rahatsız olmadı, hatta AP durumu memnuniyetle karşıladı. Yalnızca, İşçi Partisinin ihraç edildiği için hapse girmeyen eski lideri Mehmet Ali Aybar, durumu şu sözlerle protesto etti:

“Anayasa değişikliği için verilen önergeler mevcut demokratik anayasamızın felsefesine ve temel ilkelerine aykırıdır, bunların amacı, sosyalizmi yasaklamaktır ve bu nedenle çağdaş bir demokratik rejim anlayışıyla bağdaştırılamaz” (Ahmad, 2009: 182).

Türkiye İşçi Partisi, dördüncü Parti Kongresi’nde ‘Kürt halkının demokratik özlem ve isteklerini’ destekleyen bir öneriyi kabul etmesi sebebiyle 20 Temmuz 1971’de kapatıldı. Millî Nizam Partisi de Mayıs ayında TİP ile aynı akıbete uğramıştı.14 MNP’nin kapatılması Sıkıyönetimin yürüttüğü mücadelenin

14 Bu dönemde yapılan siyasi yargılamalar hakkında Hikmet Özdemir şu önemli tespiti yapmaktadır:

“12 Mart dönemindeki siyasi yargılamaları iki ana grupta toplamak mümkündür. Birinci grupta yasalara göre kurulan ve tüzüklerinde belirtilen amaca uygun faaliyet gösteren DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Federasyonu), Dev-Genç (Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu), DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları), TÖS (Türkiye Öğretmen Sendikası)… gibi işçi, gençlik ve öğretmen örgütleri ile Basım Kanununa göre yayımlanan kitap, dergi ve gazeteler hakkında açılan siyasi davalar yer alır. Bu tür davalarda söz konusu sendika, dernek yöneticileri, kurucuları ve üyeleri gizli örgüt mensupları diye suçlanmışlar ve 5-15 yıl arasında değişen ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Oysa 12 Mart 1971’e kadar Anayasa’nın gözetimi ve koruması altında kurulan ve faaliyet gösteren söz konusu meslek birlikleri ve derneklerin yönetici ve üyeleri en temel yurttaşlık haklarını kullanmışlardır. Devletin kurulmasına izin verdiği ve faaliyetini adli ve idari makamlar aracılığı ile gözetim altında bulundurabileceği işçi sendikaları ile meslek ve öğrenci birliklerini[n] birer gizli örgüt olarak suçlanmasında başka nedenler aramak gerekir. Bu tür uygulamalar olağanüstü dönemin veya askeri yönetimin uygulaması olmaktan çok, “Türk Demokrasisi”nin ciddi zaaflarına örnek oluştururlar. Böylesi uygulamalara yalnızca askerî yönetimlerde değil sivil dönemlerde de rastlanabilmektedir. TCK’nun 141, 142 ve 163. maddelerinden kaynaklanan bu zaafın giderilmesi ve sendika, dernek, parti, meslek birliği yönetici ve üyelerine örgütlenme ve düşüncelerini açıklama hakkı tanınması ancak adı geçen Ceza Kanunu maddelerinin iptali ile mümkündür.

Anılan dönemde ayrıca iki siyasi parti MNP (Milli Nizam Partisi) ve TİP (Türkiye İşçi Partisi) Anayasa Mahkemesi’nce kapatılmıştır. 12 Mart döneminde yapılan ikinci grup siyasi yargılamalar[ı] ise, devrim için silahlı mücadele yolunu benimseyen ve yasadışı faaliyet gösteren parti ve gerilla örgütleri hakkında açılan davalar oluşturmaktadır. Bunlar arasında Mahir Çayan ve arkadaşlarının yargılandıkları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi – Cephesi), Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yargılandıkları THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), Doğu Perinçek ve

tarafsızlığına bir kanıt olarak gösterilmişti ama Erbakan mahkemeye çıkarılmadı ve Ekim 1972’de siyasi faaliyete izin verilmesiyle partisini ‘Milli Selamet Partisi’ adıyla yeniden açtı (Zürcher: 2008: 375).

Muhtıra’dan hemen sonra belli reformları gerçekleştirmesi amacıyla komutanların belirlediği bürokrat ve uzmanlardan kurulan Erim Hükümeti, reformların gerçekleşemeyeceği kararına varan on bir reformcu bakanın Erim’i kendileriyle birlikte istifaya sürüklemeleriyle son buldu. İkinci Erim Hükümeti yeni isimlerle yeniden kuruldu. Demirel’in dışarıdan müdahalesi birinci Erim Hükümetinde olduğu gibi ikincisinde de devam etti. Demirel iktidar, İnönü ise muhalefet vazifesini üstlenmiş gibiydi. Demirel’in desteği olmadan hiçbir şey yapamaz hâle gelen Erim 17 Nisanda güven oylamasından hemen önce istifa etti. Tam bir başarısızlığa uğrayan ikinci Erim Hükümeti 17 Aralık 1972’de sona erdi (Ahmad, 2009: 183) Askerin, Demirel’in ve Amerika’nın dediklerini yaparak statükoyu sürdüren Erim Hükümeti iki yıla yaklaşan iktidarı süresince statükonun bir kuklası olmaktan öteye gidememiştir.

Erim Hükümetlerini müteakiben uzun süren danışma ve görüşmelerin ardından Ferit Melen Hükümeti kuruldu. Toplumsal reformlar yapmak ya da ekonomiyi düzeltmek gibi politik hedefleri yoktu. Tek amacı, sıkıyönetime gerek kalmadan ülkeyi seçimlere taşımaktı. Ekonominin ve toplumun bütün sorunları hâlâ olduğu gibi duruyordu. Başarısız ve silik bir sözde sivil idarenin yanı başında sıkıyönetim gündelik hayata hâkim olmaya devam etti.

Bu arada cumhurbaşkanlığı süresi martta dolan Cevdet Sunay yerine yeni bir cumhurbaşkanı seçimi gündeme geldi. Bu durum, komutanlar ve politikacılar arasında bir güç ve irade savaşına dönüştü. İktidarı elinde bulunduran asker, bu seçimi bir formalite olarak görüyor ve kendi gösterdiği adayın seçileceğine kesin gözüyle bakıyordu. Paşalar Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı yapmaya karar verdiler. O zaman Kara Kuvvetleri Komutanı olan Faruk Gürler’in görev süresinin dolmasına birkaç gün kalmıştı. Görev süresi dolduğunda ise emekli edilerek Genelkurmay

arkadaşlarının yargılandıkları TİİKP (Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi) ile İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının yargılandığı TKP-ML (Türkiye Komünist Partisi / Marksist – Leninist) davaları sayılabilir” (Hikmet Özdemir, “Siyasi Tarih (1960-1980)”, Türkiye Tarihi 4 - Çağdaş Türkiye (1908- 1980), Cem Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 266).

Başkanı olma fırsatını kaçıracaktı. Genelkurmay başkanının cumhurbaşkanı olması teamülünü gerçekleştirmek için Gürler’in genelkurmay başkanı olması gerekiyordu. Bu nedenle Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç emekli ettirilerek Gürler, Genelkurmay Başkanlığına getirildi. Daha sonra cumhurbaşkanı kontenjanından senatoya girerek yapılacak olan cumhurbaşkanı seçimlerinde aday olmaya hak kazandı. Fakat siyasilerin görüşü farklıydı; Demirel ve Ecevit komutanların dediğini yapmak taraftarı değillerdi. Askerin hâlihazırda iktidarı elinde bulundurduğunu, daha fazlasını elde etmek için müdahalede bulunmayacağını öngörerek Gürler’i seçmeyi reddettiler. Buna karşın komutanlar da, Sunay’ın görev süresini uzatacak bir anayasa değişikliği teklif ettiler. Bu teklif de kabul görmeyince müdahaleden ya da uzlaşmadan başka çıkış yolu kalmadı. Siyasilerin öngörülerini doğrulayan bir tavır sergileyerek uzlaşmayı seçen askerler, kendilerinin de kabul edebileceği bir aday çıkarılmasını talep etti. 13 Mart 1973’te başlayan gerilim 6 Nisan 1973’te emekli bir amiral olan Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle sona erdi. Korutürk, hem emekli olması hem de kendilerinin gösterdiği bir aday olması dolayısıyla sivillerin; eski bir asker olması dolayısıyla da askerlerin rıza gösterdiği bir Cumhurbaşkanı olmuştu. Nitekim Korutürk, Devlet Güvenlik Mahkemesi tasarısına karşı oy kullanarak demokratik sisteme bağlılığını gösterdi. Komutanlar ise eski bir asker olan Korutürk’ün siyasilerin oyuncağı olmayacağını düşündükleri için nispeten rahattı. Her şeye rağmen Korutürk’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, sivillerin bir zaferi olarak algılandı15 (Ahmad, 2009: 184-185).

Cumhurbaşkanı seçiminden bir gün sonra Başbakan Ferit Melen Cumhurbaşkanı’na, yeni başbakan atama fırsatı vermek için istifa etti. Korutürk, Melen kabinesinde Ticaret Bakanı olan Naim Talu’yu seçti. Merkez Bankası eski başkanı olan ve iş çevrelerinin sözcüsü olarak bilinen Talu, AP ve Cumhuriyetçi

15 Sivil siyasete dönüşün işaretini veren bu olay hakkında Özdemir şu önemli yorumu yapmaktadır:

“12 Mart 1971’de parlamento çoğunluğuna dayalı hükümetin görevden ayrılmak zorunda bırakılmasını sineye çekerek sessiz kalmayı nedense uygun bulan parlamento, fiili durumu iki yıl içerisinde sindirdikten sonra kendisine dayatılan modeli değil, siyasete dönüşü çabuklaştıracak yolu tercih edebiliyor. Değişen şartlar ve güç dengelerinin parlamento kararlarındaki rolünü göstermesi bakımından ilginç. Üstelik buna bakarak parlamentonun isterse müdahaleci eğilimleri geriletebileceğini söylemek mümkün. Türk Parlamentosu gibi askerî darbeler karşısında hep kötü sınav veren, belki bundan dolayı şok kaldırma yetenekleri fazlaca artan bir parlamento için küçümsenmemesi gereken bir eğilim” (Özdemir, 2000: 267-268).

Güven Partisi arasından bir koalisyon hükümeti kurdu. Asıl görevi ülkeyi seçimlere taşımak olan bu hükümetten çok bir şey beklenmiyor, reformların seçimlerden sonra yapılması doğal karşılanıyordu. Fakat ‘Üniversite Yasası’ gibi statükonun elini kuvvetlendirecek yasalar Meclisten hızla geçirildi. Başkanlığını Başbakan’ın yaptığı ve bütün üniversitelerin bağlı olduğu bir Üniversiteler Denetleme Konseyi kuruldu. Üniversiteler, Konseyin aldığı her türlü karara uymaya zorlandı. Yönetimi işlemez hâle gelen üniversitelerin yönetimlerine doğrudan el koyacak kadar önemli yetkilerle donatılan bu Konseyle, üniversitelerin özerkliği ellerinden alınıyordu. Konseye Başbakan başkanlık ettiği için siyasi partiler de doğrudan üniversitelere müdahale fırsatı yakalamış oluyordu (Ahmad, 2009: 186).

12 Mart Muhtırası’ndan 1973 yazına kadar, asker vesayetindeki rejim, kendisine dikte edilen siyasal görevlerin çoğunu yerine getirmişti. Anayasa siviller karşısında devleti güçlendirecek şekilde değiştirildi, her türlü muhalefeti bastıracak özel mahkemeler kuruldu, üniversiteler baskı altına alınacak şekilde yeniden düzenlendi ve sendikalar etkisiz hâle getirildi (Ahmad, 2009: 186).

Türk siyaset tarihinde yaklaşık iki yıl süren 12 Mart yönetimi, cumhurbaşkanlığı seçimini müteakip altı aylık bir geçiş sürecinden sonra 1973 genel seçimleriyle sona erecek ve sivil bir rejime geçilecekti. Her günü sancılı geçecek ve 12 Eylül 1980’de yine bir askerî müdahaleyle sona erecek olan kısa bir sivil dönem…

1.11. 1973 Genel Seçimleri

1973 Seçimleri kamuoyuna beklenmedik bir manzara sundu. Geniş çevrelerde AP’nin seçimlerden zaferle çıkması beklenirken sonuç öyle olmadı. 450 sandalyenin 185’ini CHP alırken AP ancak 149 sandalye alabildi. CHP’nin bu başarısı, genç lider Bülent Ecevit’in halk tarafından bir umut olarak görülmesine bağlanabilir (Özdemir, 2000: 269). CHP’nin halka uzak ve onu cehaletle itham eden anlayışından uzaklaşan Ecevit, halkın kendi ihtiyaçlarının ve çıkarlarının bilincinde olduğunu söyleyerek işçi ve köylülerden oluşan geniş bir seçmen tabanına hitap etti.

Partisinin bu elitist tavrını terk etmesini, halk için değil halkla birlikte hareket etmesini isteyen Ecevit şöyle diyordu:

“Her şeyin en iyisini sadece entelektüellerin bildiği iddiasından vazgeçmemiz ve halkın kendi çıkarlarının nerede olduğunu gayet iyi bildiğini kabul etmemiz gerekir. Eğer halk reformist güçlere (yani CHP’ye) oy vermiyorsa, bunun nedeni halkın geriliği değil, reformistleri kendilerine yabancı görmeleridir”

(Ahmad, 2009: 187).

Seçim sonuçları değerlendirilirken sağ seçmenin oyunun bölünmüş olduğunu da dikkate almak gerekir. AP’nin dışında, hepsi de birer sağ parti olan Milli Selamet Partisi (MSP), Ferruh Bozbeyli’nin Demokratik Partisi ve Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi toplamda 96 sandalyeye ulaştı. Milli Nizam Partisi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldıktan sonra yeni bir isimle yerine açılan Milli Selamet Partisi 48, Adalet Partisinden ayrılarak kurulan Demokratik Parti 45, gençlik örgütlenmesi ve milliyetçi görüşleriyle önce çıkan, Türkeş’in lideri olduğu MHP ise 3 sandalye aldı. Bu manzaradan da anlaşıldığı gibi AP sağdaki parçalanmanın bedelini öderken CHP benimsediği orta-sol stratejiyle halka yaklaşarak oylarını artırdı ve seçimden birinci parti olarak çıktı. CHP’nin aksine ortanın solunda değil de sağında durmayı tercih eden Turhan Feyzioğlu’nun Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) ise 13 sandalyeye sahip olabildi. Daha çok bir mezhep (Alevî)16 partisi olma kimliğiyle ve bazı sosyalist grupların desteğiyle öne çıkan Türkiye Birlik Partisi ise ancak 1 sandalye ile Parlamentoya girebildi. Genel olarak seçmen tabanında büyük bir değişiklik olmamakla birlikte, ülke genelinde oy kaybeden AP seçmenleri metropollerde CHP’ye, Konya gibi tarım merkezlerinde DP’ye, Doğu ve Güneydoğu’da MSP’ye, Orta Anadolu’nun geri kalmış yörelerinde ise MHP’ye kaydı (Özdemir, 2000: 270).

Seçimlerde oyların büyük çoğunluğunu iki parti almasına rağmen, bu iki büyük parti bir koalisyon oluşturamadı ve istikrarlı bir hükümet kurulamadı. Ecevit seçimlerden zaferle çıkmış olsa da aldığı oy oranı (% 33,3) tek başına iktidar olmasına yetmiyordu. Sağ partiler ise % 63’e ulaşan toplam oy oranına rağmen dağınık bir tablo çiziyorlardı. Demirel’in hegemonyasına girmek istemeyen diğer sağ partiler onun başkanlığında bir hükümete sıcak bakmıyorlardı. Aksi bir durumu ise

16 Ayrıntılı bilgi için bk. M. Serhan Yücel, Türkiye’nin Siyasal Partileri (1859-2005), Alfa,

Demirel’in partisi kabul etmediği için uzun bir süre hükümet kurulamadı. Türkiye’de partiler gerçek anlamda birer ideolojinin değil kişilerin partileriydiler. Adalet Partisi Demirel’in, CHP İnönü’nün, MHP Türkeş’in, MSP Erbakan’ın partisiydi. CHP İnönü’den sonra bir süre fikirler partisi olsa da sonra o da Ecevit’in partisi oldu (Ahmad, 2009: 190-193). Kişilerin kısır çekişmeleriyle geçen üç ay boyunca bir hükümet kurulamadı. Nihayet 25 Ocak 1974’te şaşırtıcı bir birliktelik görünümü veren Ecevit-Erbakan koalisyonu kuruldu.

Koalisyon Hükümeti kurulalı daha birkaç ay olmuştu ki Kıbrıs sorunu patlak verdi. Ecevit, Kıbrıs’a girme kararı alarak bir anda bir halk kahramanı hâline geldi. Kıbrıs sorunuyla başa çıkabildiği ve halk indinde küçümsenmeyecek bir itibar kazandığı için topladığı bu krediyi oya dönüştürmek istedi. Tek başına iktidar olabileceği düşüncesiyle, erken seçime gitmek için Eylül 1974’te istifa etti. Bu tarihî bir stratejik hataydı. Ecevit’in Kıbrıs meselesinde çok öne çıkmasının da etkisiyle, olası bir Ecevit zaferinden korkan diğer partiler doğal olarak erken seçime gitmemek için ellerinden ne geliyorsa yaptılar ve erken seçim olmadı. Profesör Sadi Irmak başkanlığında geçici bir hükümetten ve uzun süren sonuçsuz pazarlıklardan sonra Demirel; AP, MSP, MHP, CGP ve DP’den ayrılan bağımsızlardan oluşan bir koalisyon hükümeti kurmayı başardı. Kendilerini “Milliyetçi Cephe” olarak adlandıran bu isimleri çeşitli bakanlıklar vaat ederek ikna edebilmişti. Bu vaatlerin bir neticesi olarak 30 bakandan oluşan geniş bir kabine kuruldu. Çıkar ilişkileri üzerine kurulan bu koalisyon 1977 genel seçimlerine kadar varlığını sürdürdü (Zürcher, 2008: 377-378).

1977 genel seçimlerinde CHP ve AP oylarını artırarak iki büyük parti olmaya devam etti. CHP o zamana kadar aldığı en yüksek oy oranına ulaştı (% 41,4) ve 213 sandalye çıkardı. AP ise % 36,9 oy oranıyla 189 sandalye çıkardı. Oyunu artıran bir diğer parti olan MHP (% 6,4) 16 sandalye elde etti. Erbakan’ın MSP’si ise oylarındaki düşüşe rağmen (% 8,6) üçüncü sıradaki yerini koruyarak 24 sandalye kazandı. Asıl hüsranı bir önceki seçimlerde 24 sandalyesi olmasına rağmen bu seçimlerde ancak 1 sandalye alabilen Ferruh Bozbeyli’nin DP’si yaşadı. Önceki seçimde 1 sandalye çıkaran Türkiye Birlik Partisi ve yeniden kurulan TİP ise bu seçimde bir varlık göstermedi. Bağımsızlar ise sadece 4 sandalyeye sahip olabildi.

Bu sonuçlardan yola çıkarak seçmenin artık değişimden yana olduğu çıkarımı yapılabilir. Çünkü seçmenin % 41’ den fazlası, solda yer aldığını açıkça beyan eden ve değişimi isteyen bir partiye oy vermişti (Özdemir, 2000: 276-279). Bunun yanında muhafazakâr kesimin de % 50’yi aşan bir oy oranına sahip olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.

Elde ettiği başarılı sonuca rağmen tek başına bir hükümet kuracak çoğunluğu elde edemeyen Ecevit, bağımsızların da desteğiyle bir azınlık hükümeti kurdu. Parlamentoda güvenoyu alamayan bu hükümet, Demirel’e hükümet kurma yolunu açtı. Ecevit gibi o da iki partili güçlü bir koalisyon yerine bağımsızlardan oluşan ikinci Milli Cephe koalisyonunu kurdu. Bu ikinci Milli Cephe koalisyonu Ocak 1978’e kadar devam edebildi ve Cumhuriyet tarihinin gensoru ile düşürülen ilk hükümeti oldu. 5 Ocak’ta AP’den istifa eden on bir milletvekili, CGB ve DP desteği ile üçüncü Ecevit Hükümeti kuruldu. Adeta bir iç savaş ortamının yaşandığı Türkiye’de bu hükümet, çözümü neredeyse imkânsız hale gelen büyük sorunlarla yüzleşmek mecburiyetinde kaldı. Ekim 1979’da yapılan Cumhuriyet Senatosu seçimleri Ecevit’e halk desteğinin de azaldığını gösteriyordu. Boş bulunan beş milletvekilliği için yapılan seçimlerde AP’nin beş sandalyeyi de alması üzerine Ecevit istifa etti ve ekimde Ecevit kabinesi dağıldı. Yerine, Demirel bağımsız milletvekilleriyle birlikte, bu kez MSP ve MHP’siz bir hükümet kurdu. 12 Kasım 1979’da kurulan ve en çok akılda kalan icraatı meşhur 24 Ocak kararlarını almak olan bu Hükümet de 12 Eylül 1980 darbesiyle son buldu.

1973-1980 arasında kurulan bütün hükümetler güçsüz hükümetlerdi. Tek partili güçlü bir hükümet bir yana, iki büyük partinin (AP ve CHP) oluşturduğu güçlü bir koalisyon bile kurulamadı. Küçük partilerle ya da bağımsızlarla koalisyon kurmak için aşırı uçlardaki küçük gruplara ölçüsüz tavizler verildiği için siyasal sistem giderek felç oldu. Her iki parti de iktidardan bir adım uzakta olduğunu ve işbirliğinin kendisine zarar vereceğini düşündüğünden koalisyona yanaşmıyordu. Cumhurbaşkanlığı süresi 1980’de dolacak olan Korutürk’ün yerine, tam yüz tur oylamadan sonra bile meclisin yeni bir isim seçememesi siyasal sistemin aldığı yarayı gözler önüne seriyordu. Bu felç durumunun temelinde 1970’lerin başından beri sürekli var olan iki önemli sorunun, “siyasal şiddet” ve “ekonomik bunalım”ın

yer aldığı söylenebilir. Hiçbir hükümet bu sorunlara bir çözüm bulamamış, daha doğrusu bulduğu çözümleri uygulayacak kudrette olamamıştır (Zürcher, 2008: 379).

İKİNCİ BÖLÜM

2. POLİTİK KONULARIN ROMANLARA YANSIMASI

Benzer Belgeler