• Sonuç bulunamadı

1. YAKIN DÖNEM SİYASİ, SOSYAL VE EKONOMİK

1.7. Siyasal Şiddet

Siyasal şiddet 1960’ların sonlarında solcu gruplar tarafından başlatılmıştı. Temmuz 1968 ve Şubat 1969’da Türkiye’ye gelen Amerikan Altıncı Filosu’na tepki olarak çıkan gösterilerde, emniyet güçleriyle öğrenciler arasında ölümlerle sonuçlanan şiddetli çatışmalar gerçekleşti. Savaşı andıran çatışmalar, bombalı saldırılar, banka soygunları, adam kaçırmalar, boykotlar, fakülte baskınlarıyla, özellikle büyük şehirler günden güne bir kaos ortamına dönüştü. 1969-1970 yıllarında daha da artan “sol” şiddete, militan “sağ”, özellikle de Türkeş’in Bozkurtları şiddetle karşılık verdi (Zürcher, 2008: 373).

1968 Haziran’ından itibaren, olaylarda can kayıpları olmaya başladı. İlk can kaybı, Ankara’da toplum polisinin müdahale ettiği bir öğrenci eyleminde gerçekleşti. Bir öğrenci hayatını kaybederken CMKP (bir yıl sonra MHP olacak) sözcüsü, “partili gençleri her bakımdan dinamik ve son derece etkili yetiştireceklerini” duyurdu. Bu açıklama basında “komando” yetiştirmek olarak algılandı. Ülkücü gençlerin, “komando” olarak adlandırılması sonraki günlerde sağ-sol çatışmalarında daha da belirgin hâle geldi ve yaygın bir kullanıma kavuştu (Eraslan, 2010: 593).

Çatışmalar çoğunlukla sol görüşlü öğrenciler ve polis arasında gerçekleşse de, bir süre sonra halk da gösterilere dâhil olmaya başladı. Polisle halkın ilk kez karşı karşıya gelmesi, Amerikan 6. Filosu’nun taşlı sopalı saldırıyla protesto edilmesi sırasında yaşandı. Polisin, provokatörlerin öğrenciler olduğunu düşünerek Teknik Üniversiteyi basması esnasında yaralanmalar ve gözaltına alınmalar oldu. Bu hareketi lanetlemek üzere Beyazıt’ta yapılan gösterileri, Demirel Hükümeti “hürriyeti kötüye kullanmak” olarak yorumladı. 24 Temmuz’da Cağaloğlu’nda gösteriler ve çatışmalar tekrar etti. Bu arada İzmir’de bir camide bomba patladı,

Amerikan Haber Merkezine ve Komünizmle Mücadele Derneğine bomba atıldı. Bu tahrik edici eylemler sorumluları tarafından kabul edilmedi. Tüm bu suçlamaların birer iftira olduğu ve İçişleri Bakanlığının bir tertibi olduğu iddiaları, olayları bir sağ- sol çatışmasına döndürmek isteyen bazı güçlerin olduğuna dair bir kuşku uyandırdı. İzmir’de gerçekleşen bu olaylardan ders alınması gerektiğini söyleyen Millet Partisi, halkı komünizmle mücadeleye çağırdı. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) tarafından İzmir’de sola karşı düzenlenen gösteriye toplumun her kesiminden katılım oldu. Gaziantep’te bir grup, resmî binalara saldırdı ve olaylara müdahale eden polisle çatışmak zorunda kaldı. Bir vatandaşın öldüğü çatışma sonrası devam eden karışıklık ortamında 36 kişi tutuklandı. Ülke genel bir sıkıntı ve ümitsizlik atmosferi içine girmişti. İşçi sınıfının gelişimini anlatan bir tezin reddini bahane eden öğrenciler, İstanbul Üniversitesini bastılar ve İstanbul Üniversitesi süresiz olarak kapatıldı. Öğrencilerin talepleri giderek masum öğrenci istekleri olmaktan çıktı ve ideolojik müdahalelere dönüşmeye başladı. ODTÜ’yü ziyaret eden Amerikan büyükelçisinin arabası, Büyükelçi geçmişte CIA’da çalışmış ve Vietnam’da görev yapmış olduğu için yakıldı (Eraslan, 2010: 593-594).

Üniversite, çatışmalara mahal vermemek için tatil edildi. Basın ve CHP, Türkeş’in komando yetiştirmesini kınadı. Bu arada partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) oldu ve genel başkanlığa yeniden Türkeş seçildi. Hükümet, milletin birlik ve bütünlüğünü tehlikeye düşürecek yayınlar yapan, sınıf mücadelesini öne çıkaran, din, ırk veya bölge farklılıklarını öne çıkararak ayrımcılık yapanlara 1-5 yıl arasında hapis cezasını öngören “Anayasa Nizamını Koruma Kanunu”nu meclise sundu. Bunun üzerine Taksim’de gösteri yapan karşıt gruplar arasında çıkan çatışmada iki kişi hayatını kaybetti, 200’e yakın kişi de yaralandı. Çok ilginç bir şekilde polis çatışmalara müdahale etmedi. Çatışmalar daha da şiddetlendi, 17 Mart’ta İstanbul Üniversitesinde öğrenciler arasında çıkan çatışmada molotof kokteylleri ve tabancalar kullanıldı. Gerginlik giderek artıyordu. CHP’nin eski Demokrat Partililerin siyasal haklarının iadesi için destek vereceğini duyurması bile ortamı yumuşatmaya yetmedi. Kayseri’de iki cami yanında bombalar patladı, halk ayaklandı. Bu ilde yapılması gereken Türkiye Öğretmenler Sendikası Genel Kongresi Ankara’ya aktarıldı. Hükümet grevlere karşı askerleri işyerlerine gönderme

noktasına geldi. DP’lilere haklarının iadesi yasası CHP’nin de desteğiyle çıktı. Milli Birlikçilerin karşı çıktığı ve eski düşmanlarının siyasi haklarını iade eden bu yasanın çıkması, beklendiği gibi askeri rahatsız etti. Diyarbakır Tıp Fakültesini bombalama hazırlığı içinde olduğu öne sürülerek on kişi tutuklandı. ODTÜ ve Hacettepe öğrenci örgütleri suçlamaları kabul etmeyerek protesto ettiler. Ankara gibi İstanbul’da da ortam çok gergindi. Sağ ve sol görüşlü öğrencilerin çatıştığı ve yedi kişinin yaralandığı bir olaydan sonra Üniversite süresiz kapatıldı. Üniversite yönetimleri polisin okula girmesine karşı olsa da olayların durmaması üzerine hükümet, “üniversite polisi” projesini duyurdu. Nisan ayında Ankara Tıp Fakültesinde bir askerî doktor öldürüldü. Amerika’yı protesto eylemlerinde silah kullanılmaya başlandı. Gerginlik giderek tırmanıyor, içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu. Nihayet basında ordunun müdahalesinden bahseden ilk uyarı görüldü. Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi 27 Nisan 1970 tarihli yazısında, sağ-sol çatışmalarının bir son bulmaması hâlinde ordunun müdahale edebileceğinden bahsediyor ve sağduyu çağrısı yapıyordu. Bu arada Ankara’da sol görüşlü bir öğrenci olan Mustafa Kuseyri öldürüldü.13 Hükümet ordunun sadakatinden bahsediyor, ordu ile millet arasında daimî bir güven olduğunu savunurken olaylardan ülkede millî iradeden hoşlanmayanları sorumlu tutuyordu. Ankara Üniversitesinde öğrenciler ve öğretim üyeleri Anayasa’ya saygı yürüyüşü düzenlediler. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde ise Yusuf İmamoğlu adında sağcı bir öğrencinin öldürülmesi üzerine üç fakülte süresiz kapatıldı. Bu arada ülkede büyük bir devalüasyon yaşandı. Türk lirası %66 değer kaybetti. Bu durum, dışarıya daha yüklü miktarda borçlanıldığının habercisiydi ve Demirel de bunu kabul etti ancak bu borçlanmanın dışa bağımlı sanayinin millîleştirilmesi için kullanılacağını savundu. Ekonominin giderek bozulduğu bu ortamda, işçi grevleri ve öğrenci eylemleri ile bu eylemlere güvenlik güçlerinin müdahaleleri artarak ve şiddet kullanarak sürerken sendikalar arasında da çatışmalar olmaya başladı. Kötü haberler üst üste geliyordu. İmzalanan ortak bir protokolle, Türkiye’nin Ortak Pazar’a üye olarak Batı’ya entegre olma ümitleri 22 yıllık belirsiz bir geçiş dönemine bağlandı. Ekonomik, sosyal ve siyasî hayattaki bu

13 Ayrıntılı bilgi için bk. Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım, Doğan Kitap,

kötüye gidiş, artık korkulan noktaya geliyordu. Ankara’da Amerikan Elçiliği önünde polise ateş açanlar iki polisi ağır yaraladı. Daha sonra bunun Deniz Gezmiş ve ekibinin şehir gerillası faaliyetlerinin ilki olduğu anlaşılacaktı. CHP Genel Başkanı İnönü ise Hükümetin gençlik eylemlerine karşı sert önlemler almasını istedi. Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, 24 Aralıkta Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra göndererek, Silahlı Kuvvetlerdeki rahatsızlığın artık son raddeye geldiğini bildirerek önlem alınmasını istedi. 1971 yılına girildiğinde ise askerî müdahale “geliyorum” diyordu. Komutanlar 12 Şubat’ta bir toplantı yaparak Milli Güvenlik Kuruluna katılımın artırılmasını ve askere Kurucu Meclis yetkisinin verilmesini istediler. 24 Şubat’ta toplanan MGK’da ülkede asayişin temin edileceği, anarşik eylemlerin durdurulacağı beyan edilse de bu açıklamalar ortamı sakinleştirmeye yetmedi. Genelkurmay Başkanı bayram mesajında tüm bu anarşiden ve orduya dil uzatılmasından rahatsızlığını dile getirdi. Başbakan ise taraflı-tarafsız bütün vatandaşları kaygılandıran bu anarşi atmosferine rağmen sıkıyönetim ilan etmeyeceklerini, ordunun demokrasiye ve rejime sadık olduğunu duyurdu. Genelkurmay Başkanı Tağmaç, subaylara hitaben yaptığı konuşmada, ülkenin kötü gidişi karşısında zamanı gelince gerekenlerin anayasa ve demokratik düzen içinde yapılacağını açıkladı. Tüm bu uğraş ve seferberliğe rağmen eylemlerin ardı arkası kesilmiyordu. Bu kez de Amerikalı dört subay, şehir gerillaları tarafından kaçırıldı. Eylemi sahiplenen Deniz Gezmiş önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), açıkça devlet güçlerine karşı yapıldığı bilinen ve polislerin yaralanmasıyla sonuçlanan eylemleri de üstlendi. THKO daha sonra İstanbul’da banka soygunu da gerçekleştirdi ve Amerikalı subayları bulmak için ODTÜ’de yapılan aramaya direnerek üniversiteyi savaş alanına çevirdi(Eraslan, 2010: 595-600).

1.8. 12 Mart 1971 Muhtırası

Bu son gelişmeler bardağı taşıran son damla oldu. Yüksek Askerî Şura, 11 Mart’ta olağanüstü toplandı. Tağmaç, Askerî Şûra öncesinde Kuvvet Komutanlarıyla bir görüşme yaptı. Komutanlar, ülkeyi yönetemediği gerekçesiyle Başbakan’ın görevini bırakmasını istediler. Yüksek Askerî Şûradan sonra Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve diğer Kuvvet Komutanları, Cumhurbaşkanı ve Meclis

Başkanlarına giderek Hükümetin istifasını isteyen muhtırayı verdiler (Eraslan, 2010: 600).

12 Mart 1971 günü saat 13.00’te TRT radyoları nöbetçi spikerin sesinden tüm ülkeye ihtilal bildirisini duyurmaya başladı:

“1. Parlamento ve Hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.

2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin partilerüstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak, kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruridir.

3. Bu husus, süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri, kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize.

Memduh Tağmaç - Faruk Gürler - Celal Eyiceoğlu - Muhsin Batur”

Ülke 13 Mart’a devrik bir Başbakan, devre dışı bir Cumhurbaşkanı, başı önde bir Meclis ve birbirine küs komutanlarla giriyordu” (Birand vd., 2008: 217).

Müdahale sol basında ve sol çevrelerde büyük bir memnuniyetle karşılandı. Gazeteler sol örgütlerin destek mesajlarıyla doluydu. Dev-Genç, DİSK, Türk-İş, Türk Hukuk Kurumu, Türkiye Öğretmenler Sendikası gibi birçok örgüt tam bir şaşkınlık içinde muhtıraya alkış tutuyordu. Devrime giden yolda askeri öncü bir kuvvet gibi gören sol kesim, muhtıranın altında reformist olarak tanıdıkları Gürler ve Batur’un imzalarını görünce kendilerinden yana olan darbecilerin beklenen devrimi gerçekleştirdiğini sanmışlardı. Ne talihsizliktir ki, yıllarca demokrasiyi savunan nice yazarlar bile, generalleri destekleyen, müdahaleyi alkışlayan yazılar yazdılar. Uzun

süredir bekledikleri “Balyoz”un indiğini sanıyor ve seviniyorlardı. Balyozun kendi kafalarına indiğini anladıklarında ise çok geç olacaktı (Birand vd. 2008: 225).

1.9. 12 Mart Rejimi ve Erim Hükümetleri

Muhtıra’nın ardından Başbakan Demirel istifasını vermek zorunda kaldı. AP hükümetten çekildi ve yerine partiler üstü bir hükümet kuruldu. Devrilen hükümetle birlikte Türk siyaseti yeni bir döneme girdi (Eraslan, 2010: 601).

Demirel istifa etmiş, yetki askerin eline geçmişti geçmesine ama komutanlar ele geçirdikleri bu iktidarla ne yapacaklarını tam olarak kestiremiyorlardı. İktidarı doğrudan kullanmanın zorluklarını bildikleri için buna yanaşmadılar. Karşılarında tutucu gördükleri bir meclis vardı. Çözümü, reformları gerçekleştirebileceğine inandıkları partiler üstü bir hükümette buldular. Asker, yönetimde bizzat bulunarak bürokrasi ve angaryayla uğraşmak yerine, siyasileri dürterek ve onlara baskı yaparak ülkeyi sevk ve idare etmeyi seçti. Artık sıra bunlara razı olacak siyasiler bulmaya daha doğrusu kimi razı edeceklerini belirlemeye gelmişti (Ahmad, 2009: 178).

Ancak siyasetçilerin müdahaleye tepkisi ilk etapta olumsuzdu. Demirel istifa etmiş, İnönü ise askerin siyasete karışmasını kınamıştı. Fakat kısa bir süre sonra her ikisi de uzlaşmacı bir tutum sergilediler. Demirel, Partisiyle birlikte “bekle ve gör” taktiği izlerken İnönü, kurulacak partiler üstü hükümetin başına CHP’li Nihat Erim’in getirileceğini öğrenince bu hükümeti destekleme yoluna gitti. O sırada, CHP Genel Sekreteri olan Ecevit ise Erim’in desteklenmesine karşı çıkarak görevinden istifa etti (Zürcher, 2008: 373-374).

Prof. Dr. Nihat Erim, belirlenen isim oldu ve 19 Mart’ta hükümeti kurmakla görevlendirildi. CHP’nin sağ kanadından olduğundan ve zaman zaman sağa yakın bir duruş sergilediğinden sağcı partilerce de desteklendi ve nihayet Erim başkanlığında bir hükümet kuruldu. Hükümet’in amacı komutanların öngördüğü radikal reformları hayata geçirmekti. Bu beklenti doğrultusunda kurulan Hükümet, alanında uzman olduğu düşünülen isimleri bir araya getiren, eski askerlerden, ekonomistlerden ve bürokratlardan oluşan bir “teknokratlar” hükümetiydi. Erim, kendisini bu “beyin kabinesi”nin lideri olarak görüyordu. Ancak siyasi bir tabanı olamayan böyle bir hükümetin uzun soluklu olmayacağı belliydi. Nitekim bir ‘uyumsuzluklar ve

çelişkiler kabinesi’ olmaktan da öteye gidemedi (Ahmad, 2009: 179). Reformlar havada kaldı ve Hükümet giderek tutucu bir havaya bürünmeye başladı. Aralık ayında istifa eden on bir reform yanlısı teknokratın yerini sağcı siyasetçiler aldı. Hükümet, Anayasa’nın özgürlükçü yapısını değiştirecek bir öneri sundu ve bu değişiklikler sağcı partilerin desteğiyle kabul edildi (Zürcher, 2008: 377). Bu ve daha sonra yapılacak olan 1973 tarihli yasa değişiklikleriyle Anayasa maddelerinden dörtte üçüne müdahale edildi, on bir yeni geçici hükümle yasakçı ve baskıcı bir anayasaya dönüştürüldü. Bu değişikliklerin en önemlileri şunlardı:

Eklenen genel bir yasak maddesiyle, temel hak ve özgürlükleri yasayla kısıtlama imkânı oluşturuldu. Üniversitelerin ve TRT’nin özerkliğine son verildi, gözaltında tutulma süresi yedi güne ve daha sonra on beş güne çıkarıldı, memurların sendikalara üye olması yasaklandı. Hükümete kanun gücünde kararname çıkarma hakkı tanındı, Anayasa Mahkemesinin yetkileri kısıtlandı. Üye seçiminde Hükümetin etkin olduğu Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldu ve 1976’da kaldırılana kadar bu mahkemede üç binden fazla kişi yargılandı. Milli Güvenlik Kurulunun yetkileri ise, kabinenin talep etmediği konularda da tavsiyede bulunmasına izin verecek şekilde genişletildi (Özdemir, 2000: 265; Zürcher, 2008: 376). Böylelikle askere daha çok fiilî müdahale hakkı verilerek diktatör ve totaliter bir yönetime hareket sahası açıldı; kısacası yapılmaya hazırlanılan tüm haksızlık ve hukuksuzluğa sözde yasal bir zemin oluşturuldu.

Benzer Belgeler