• Sonuç bulunamadı

2. ÇALIŞMANIN YÖNTEMİ VE AMACI

2.2. ESERİN TAHLİLİ

2.2.2. Mebde’

2.2.2.1. Varlık Mertebeleri

2.2.2.1.2. Taayyün-i Evvel

Varlığın zuhûrunun ikinci mertebesi olarak anılan bu mertebe, sufiler tarafından “Hakk’ın bilinmeyi arzu etmesi”nden kaynaklanan sebeple taayyün etmesi olarak açıklanmıştır. Bu bilinme arzusunu Hakk’ın kendisini bir ayna mesabesindeki bir şeyde görmek istemesi, isim ve sıfatlarını yansıtmayı arzu etmesi olarak ifade edebiliriz.152 İlk tecellî bu mertebe vâsıtasıyla gerçekleşir ki burada zât kendisini bütün itibar ve halleri birleştirmesi itibariyle idrak ve müşâhede eder. Bu mertebe de zât, bir öncelik ve sonralık olmadan kendisine kendisiyle zuhûr etmektedir.153

Konevî bu mertebeyi şöyle izah eder: “Taayyün-i evvel mertebesi, Hakk’ın kendisini bilmesi mertebesidir. Başka bir ifadeyle Vücûd-ı Mutlak’ın ilk sınırlanma ve taayyün mertebesidir. Bu mertebe aynı zamanda herbir mümkünün hakîkatı veya ayn-ı sabite, o şeyin Hakk’ın ilminde ezelî ve ebedî olarak bir tek süreçte malum oluşunun sûretinin taayyününden ibarettir.”154 Konevî bu mertbenin ilk taayyün

olduğunu belirtirken ayn-ı sabite veya mümkün hakîkatın ezelî ve ebedî ilimde malûm olduğunu ve aslında Hakk’tan farklı bir şeyin bu mertebede söz konusu olmadığına da işaret eder.

150 Bosnevî, Makāsıd-ı Envâr-ı Gaybiyye, vr. 16a. 151 Bosnevî, Makāsıd-ı Envâr-ı Gaybiyye, vr. 16b.

152 Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî’de Bilgi Ve Varlık, s. 289.

153 Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İstanbul, 2015, s. 119. 154 Konevî, Nefehâtü’l-ilâhiyye (İlahî Nefhalar), trc. Ekrem Demirli, s. 171.

Ali b. Siyâvuş ise taayyün-i evvel için şöyle der: “Zât için bir taayyün olmalı ki o taayyün ile kendisine tecellî edip cemâlini müşâhede eylesin. Ve tecellî kendi Zât’ı kemâline şuûru mutazammın ola ki fenâ-ı mutlak Zât’ının gereğidir. Ve fenâ-ı mutlakın mânâsı, şuûn ve itibârlar ve ahvâl-i zât için müşâhed ve sâbittir. Nitekim merâtib-i kevniyye de erbâbı için müşâhed ve sâbitlerdir. Ve tecellîyi kendi ve esmâsı kemâline dahi şuûru mutazammın ola ki esmâsının kemâli esmânın hepsiyle onun kendisine zuhûrudur. Kendi şuûn-i külliyesinden bir şe’n haysiyetle şe’nlerin ferdlerinin hepsi câmi‘ ola. Ve ol şe’n-i câmi‘ insân-ı kâmildir meselâ. Ve ol şuûn efrâdından herbir ferd haysiyyeti ile zuhûrudur. Ve muhakkıklar bu taayyüna, taayyün-ı evvel der. Ve makām-ı ev-ednâ155 ondan kinâyedir.”156 Ali b. Siyâvuş Hakk’ın kendine tecellî edip müşahede etmesi için taayyünün gerekli olduğunu belirttikten sonra bu mertebeye makām-ı ev-ednânın yanısıra hazret-i vücûd, ilm-i mutlak ve vâhidiyyet-i cem‘ de denildiğini söylemektedir.157

Eserde Ali b. Siyâvuş, zikredilen tecellînin, hareket-i şevkî ve meyl-i aşkîye bağlı olduğunu belirtir ki sufîler varlık mertebelerini bu düşünce doğrultusunda açıklarlar. Hakk’ın isimlerinin zuhûru tarafına aşk hareketi ile ilgili olarak ازنك تنك فرعلا قلخلا تقلخف فرعا نا تببحاف ايفخم [Gizli bir hazineydim. Bilinmeyi sevdim ve mahlûkātı yarattım.]158 kudsî hadisini delil olarak sunmuşlardır. Bu sebeple aşkın

zuhûru bütün isim ve sıfatların anahtarı olan İsm-i A’zam harflerinin zuhûrunu taleb ederek Zât’ın isimlerinden ibaret olmuştur. Mesela Rahmân Zât’tır ve onun için bir rahmet vardır. Kahhâr bir Zât’tır ve onun için bir kahr vardır.159

Konevî, İlâhî isimleri üç kısma ayırarak açıklamaktadır. Ona göre Zât İsimler, Zât’a izâfe edilen isimlerdir. Bu isimler tam bir ihâta özelliğine sahip oldukları için bir açıdan hükümleri sonlu, bir açıdan ise sonsuzdur. Aynı şekilde mekânlarda

155 Makâm-ı ev ednâ, Necm suresi 9. âyetinde ىَنْدَأ ْوَأ ِنْيَس ْوَق َباَق َناَكَف “(Peygambere olan mesafesi) iki

yay aralığı kadar, yahut daha az oldu.” geçen ev-ednâ kelimesinden hareketle en yakın anlamına gelen, abd ve Hak arasında ikiliğin olmadığı Zât makāmı için kullanılan bir terimdir. Kâşânî, Tasavvuf

Sözlüğü, s. 449.

156 Bosnevî, Makāsıd-ı Envâr-ı Gaybiyye, vr. 17b. 157 Bosnevî, Makāsıd-ı Envâr-ı Gaybiyye, vr. 17b.

158 Sehâvî Peygamberin sözü olmadığını söyleyerek onun zayıf ve sahih bir senedinin bilinmediğini

söyler. Keşfu’l-hafâ ‘da ise “fakat anlamı sahihtir ve ‘Ben insânları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.’ âyetinden çıkarılmıştır.” denilmiştir. Sehâvî, el-Makasudu’l-Hasene, s.327; Aclûnî, Keşfu’l-

hafâ, c.2, s.156.

mekânlı, mekânsızlarda mekânsızdır.160 Daha sonra Konevî şöyle der: “bir çeşit

makûl ya da mahsûs bir çokluğu hissettiren kısım ise, Sıfat İsimleri’dir. Bu kısma örnek olarak, Vahid’in aynı olarak değil de, onun sıfatı olarak vahdettir... Hangi şekilde olursa olsun, çeşitli tarz, cihet ve kalıplarıyla ‘fiil’ anlamı veren şeyler Fiil İsimleri’dir. Bu kısma örnek olarak kabz, bast, kahr, yaratma, ihsa, icat, diriltme, giderme, öldürme, tecellî, örtme, açma, gizleme vs. gibi fiilleri verebiliriz... Sıfat ve Fiil İsimleri, birinci kısmın yani Zât İsimleri’nin hükümlerinin birleşmesinden ortaya çıkar.”161

Ali b. Siyâvuş, Konevî gibi ilâhî isimleri üç kısıma ayırır: Esmâ-i Zât, Esmâ-i Sıfât ve Esmâ-i Efâl. Ali b. Siyâvuş bütün ilâhî isimlerin bu üç kısma dâhil olduğunu belirterek taayyünün gereği olarak bir itibar ve bir şart olmazsa bu isimlere Esmâ-i Zât denildiğini ifade eder. Esmâ-i Zât, taayyünün gereği olan itibarlardan bir itibar olup bu itibar gayra taaddi ederse yani Hâlık ve Râzık isimleri gibi başkalarını da ilgilendiren yönü olursa, o zaman buna Esmâ-i Efâl denir. Eğer bu itibar gayra taaddi etmezse meselâ Zâhir ve Bâtın isimleri gibi o zaman Esmâ-i Sıfât denir. Esmâ-i Müşterek ismi olan Rabb ismi ise bu üç guruba da dahildir. Rabb ismi, sâbit olmasıyla Esmâ-i Zât’tan, mâlik olması yönüyle Esmâ-i Sıfât’tan, muslih olması yönüyle Esmâ-i Efâl’dendir.162

Ali b. Siyâvuş Zât’ın isimlerine birinci mertebede “Mefâtih-i Gayb” denildiğini belirtirken bu isimlere ikinci mertebede ise “Esmâ-i Ulûhiyyet” denildiğini söylemektedir. İkinci mertebede olan Esmâ-i Ulûhiyyet Hayy, Âlim, Mürid ve Kādir gibi isimler oup Mefâtih-i Gayb’ın sûretleri ve mazharlarıdır.163

Benzer Belgeler