• Sonuç bulunamadı

Türkiye’nin Ruhu: Türk Toplumunun Sosyolojik Tahlili

III. OĞUZ ATAY’IN DÜŞÜNCESİNDE TÜRKİYE MODERNLEŞMESİNİN

5. Türkiye’nin Ruhu: Türk Toplumunun Sosyolojik Tahlili

177

Bu insanlar; küçükken Selim’i korkutanlar, çolak ve topal Deli Rüstem, intihara teşebbüs ederek beynine iki kurşun sıkan fakat ancak kafatasını delerek alay edenlerden kurtulmak için bütün hayatınca yolda kalpak giyerek dolaşmak zorunda kalan meyhaneci Hızır, ortaokulda kekemeliği ve garip mistik düşünceleriyle arkadaşlarının alay konusu olan ve şimdi havagazıyla intihar ettiği için ölmüş bulunan Ercan, gâvur diye ve kambur diye horlanan Altan, sınıf birincisi olduğu halde ilkokuldan sonra elektrikçi çıraklığına başlayan Osman, aşağılığı sefaletinden ve sefaleti aşağılığından ileri gelen mimar Cemil, sakat olduğu için hiç yürümeyen zavallı Ayhan, ölmüş kocasını unutamayan Rus madam, veremden ölen Ertan, kumar nedeniyle servetini ve dostlarını kaybeden ve karısı ve kızı ve oğlu tarafından terkedilen ve meteliksiz kalan ve bir gün bir kahve köşesinde kendini vuran Orhan ve onlarla birlikte kaderi ve mesleği hizmetçilik olan Kezban’dır. Bu kişiler gerek meslekleri ve içinde bulundukları olanaksızlıklar gerekse iyi niyetleriyle uyumsuz bir yaşam içinde bulunmaları nedeniyle hep dışlanmış, hor görülmüş ve kırık birer hayat sürmüşlerdir. Atay, burada böyle bir nüfusu yaşanabilir bir hayattan mahrum eden Türkiye modernleşmesinin çarpıklıklarını dile getirmektedir. Zaten, mahkemede suçlu sandalyesine oturanların da, bu eşitsiz politikadan beslenen ve modernleşmenin dışladığı kırık hayatlar hakkında düşünme, kaygılanma ve endişelenme gibi duyguları olmayan kişiler olduğu görülmektedir. Bir başka anlatımla, kırılgan hayatlar, sadece var olmalarına izin verilen fakat yaşanabilir ve değerli olmayan hayatlardır. Ancak Atay, Tutunamayanlar ansiklopedisi yazarak ve romanın sonunda kendisini de buraya ekleyerek bu insanların yasının tutulması gerektiğini düşünür.

178

devam etmektedir. Bu dönemde, başlığını “Türkiye’nin Ruhu” olarak belirlediği uzun bir roman dizisi yazmayı planlamakta, bu dizide Türkiye’nin geçmişini, bugününü ve geleceğini karmaşık bir şekilde yansıtmayı düşünmektedir.316

Oğuz Atay yazmayı planladığı ‘Türkiye’nin Ruhu’ adlı romanı için Günlük’te aldığı notlarda, birey ve Devlet ilişkisine değinir. Atay, bu romanını üçlü bir roman dizisi olarak ve insan-toplum-devlet temalarına göre yazmayı planlamıştır. Bu ülkenin insanının büyük bir potansiyeli olduğuna inanan Atay, bu gücün henüz bütün yönleriyle kavranmadığını düşünür.

Bu kavrayışın bir tezahürü olarak görmektedir yeni romanını. Bunun için farklı okumalar yapmaya başlamış ve derin bir araştırma işine girmiştir. Artık tarih ve sosyolojik içerikli kaynaklara daha fazla eğilmeye başlamış ve bu kapsamda Toynbee’nin tarih kitapları, Oscar Lewis’in sefaletin kültüründen söz eden incelemesi, Frantz Fanon’un ve Spengler’ın kitapları onun başucu eserleri haline gelmiştir.317 Türkiye’de devlet, toplum ve birey ilişkisinin bu ilişkinin dünyanın başka yerlerindeki görünümlerinden farklılık arz ettiğini düşünen Atay, bu ilişkiyi bireyin kendine yabancılaşması, korku ve ceza kavramlarıyla anlamaya çalışmıştır.

“Bir de her dönemin başarılı kahramanları vardır. Bunların çoğu uzlaşımcıdır ve bir sürü tipinin becerikli örnekleridir. Bir de devlet var tabii. O da kolektif kahramandır. Sıçrama gösterdiği ender zamanlarda başarısızlığa uğrar. Bizim insanımız da başka türlüdür, devletimiz de.

Onda tesadüfi olan. rasyonel olmayan, keyfi unsurlar çoktur. Batıya benzemez. Sıcak bir görünüm alır aklın dışına çıktıkça; fakat bizde insana da devlete de güvenmeye gelmez; pahalıya mal olur sonu.”318

Oğuz Atay, özellikle yetmişli yıllarda, daha önceden tanışmış olduğu Halit Refiğ’le yakın bir ilişki içine girmiş ve bu yakınlık özellikle onun düşünce dünyasında etkisini

316 Recep Bilginer, “Şimdi Ne Yapıyorlar?”, Oğuz Atay’a Armağan: Türk Edebiyatının “Oyun/Bozan”ı içinde, Handan İnci (haz.), İletişim Yayınları, İstanbul, 2007, s.415.

317 Y. Ecevit, a.g.e. 2005, s.456.

318 O. Atay, a.g.e. 2016, s.100.

179

göstermiştir. Entelektüel bakımdan daha fazla paylaşım içinde olduğu Halit Refiğ, Kemal Tahir’in çevresine dâhil olan ve ulusalcı sinema anlayışını benimsemiş bir yönetmendir. Söz konusu entelektüel yakınlığı, Atay’ın 1974-1976 yıllarına ait günlüğüne aldığı notlardan da takip etmek mümkündür.319

Bu dönemki notlarında artık Oğuz Atay’ın daha fazla Türkiye düşünce tarihiyle, Doğu-Batı karşıtlığıyla ve bu karşıtlığın Türkiye kültür tarihine olan yansımalarıyla ilgilendiği görülmektedir.

Türkiye toplumunun az gelişmiş veya geri kalmış bir toplum olarak değerlendirilemeyeceğini düşünen Atay, Türkiye toplumunun daha ziyade eski gücünü kaybetmiş bir toplum olarak kavranabileceğini ifade eder.320 ‘Türkiye’nin Ruhu’ başlıklı roman dizisinde, bu soylu toplumun kolektif bilinçaltını, kişilerin yok olmasıyla yok olmayan ve kuşaktan kuşağa geçen o ruhu ortaya çıkarmaya çalışacaktır. Kısaca Atay’ın Türkiye’nin Ruhu ile kastettiği Doğu ve Batı arasında sıkışmış Türkiye toplumunun kimlik sorunsalıdır.

Oğuz Atay’ın, Türkiye modernleşmesini bir kopuşlar zincirinden ziyade bir süreklilikler dizisi olarak okuduğu anlaşılmaktadır. Roman kapsamında yaptığı araştırmalara bakıldığında bu araştırmaların çoğunlukla Osmanlı toplumundaki birey-devlet ilişkisine ve bu ilişkinin günümüze olan yansımalarına odaklandığı görülür. Atay, Osmanlı’dan günümüze geçen siyasi bir reflekse işaret eder. Bu refleks unutmakla ilgilidir. Osmanlı toplumu geleneksel bir toplum olarak unutmak üzerine kurulu bir toplumdu. Geçici bir dünyada yaşadığının bilincinde olan bir toplumda, biriktirmek değil, unutmak esastır. Bu yüzden, Osmanlı, mezarlıkları yaşamla içiçe sunan mimariyi benimsemiştir mesela. Unutmanın esas olduğu bu kültürde kendini tanımak, kendiyle yüzleşmek veya kendi üzerine düşünmek

319 Y. Ecevit, a.g.e. 2005, s.450.

320 O. Atay, a.g.e. 2016, s.240.

180

mutsuzlukla eş anlamlıdır. Osmanlı toplumunda bireyi hatırlatacak küçük ayrıntılara veya belgelere gereksiz gözüyle bakılmıştır. Bireyi mutlu edecek ayrıntılar yerine, toplumu mutlu edecek kurallar ciddiye alınmıştır.

“Osmanlı bunu İslamlığın ciddiye alınışından da öteye götürdü.

Kuralları ciddiye aldı, insanı ciddiye almadı. Sorunların sayısını azaltarak mutluluğu arttırmaya çalıştı. Bütün değişimleri devlet eliyle gerçekleştirmek istedi. Nevzat Tandoğan, yakalanıp yanına getirilen bir solcuya, ‘Bu memlekete komünistlik gerekirse onu da biz getiririz.

Sana ne oluyor?’ demişti. Bireye ne oluyordu? Yahya Kemal kendisine soru sorulmasından hoşlanmazdı. O, geleneği temsil ediyordu. Onunla tartışılamazdı. Kendisine bir toplantıda genç bir adam soru sorunca yanındakine dönerek, ‘Kim bu adam?’ demişti.”321

Oğuz Atay, Türk toplumunun yaşam biçimini temellendiren ve Osmanlı’dan tevarüs eden devlet ve toplum sisteminin özünü, kapalı sistem yaratıklarının örgütlediği korku olarak tasvir eder. Bu korku hiyerarşik olarak en baştan en aşağıda bulunanı eşitleyebilen ve kimsenin bastırmaya gücünün yetmediği ve hatta herkes tarafından beslenen bir duygudur.

“Hiçbir ülkenin resmi dili, fermanların Osmanlıcası kadar insanların anlayamayacağı bir biçime sokulmamıştır. Bu bakımdan Devlet, Kafka'nın insanları için aşılmaz bir duvar olan bürokrasiye çok benzer.

Lale Devri bir bakıma istisnadır. Devlet her türlü eleştiriye kapalıdır.

Divan şiiri her türlü eleştiriye kapalıdır. Düşünce her türlü eleştiriye kapalıdır; felsefe yoktur. Tek felsefe bireyin yok oluşudur; vahdet-i vücud’dur. Şiirde, divancılar ‘biz’ diye seslenir. Eleştiri çirkini güzelden ayırır; oysa çirkin yoktur. Kapalı sistemdir bu. Ülkücü insan yoktur. Ülkücülük bireyciliktir. Özgün sanat yoktur. Usta-çırak ilişkisi içinde taklit vardır. Bir bakıma gelenek de yoktur. Usta, yaşantısını kimseyle paylaşmaz; yaratıcılığın ayırıcılığı kendisiyle birlikte ölür.

Ne ruhun ölümsüzlüğü, ne de canlı dünyanın gürültüsü duyulmaz.

321 O. Atay, a.g.e. s.90-92.

181

Batıya olduğu kadar, Doğuya da kapalı bir sistemdir bu. Orta Doğu’dur, Kenar ‘Batı’dır. Ne Doğu’dur, ne Batı’dır. Kafka’nın yer altında yaşayan hayvanı gibi, kendisine doğru kazılan bir tünelin içindeki bilinmeyen düşmanı korkuyla bekler. Bizim ‘ilk günah’ımız belki de budur: Kapalı sistem yaratıklarının dış dünyaya karşı beslediği korkudur.”322

Bütün değişimlerin devlet eliyle yaşandığı bir ülkede, birey, kendini baskı altında hissedecektir. Birey, böylesi bir toplumda bir figür olmaktan öteye gidemeyecektir. Birey, çoğu zaman, korkuyu kontrol eden bir yapı olan siyasi iktidar karşısında, yaşamına yabancılaşacaktır. Korku kültürü, toplumsal güvensizliğe yol açar. Korku ve güvensizlik, birbirini besleyen duygulardır. Toplumsal korku, sadece bireyi kendi yaşamına karşı yabancılaştırmaz, aynı zamanda bireyin ötekine karşı duyduğu güveni yok eder. Bireylerin birbirine karşı ahlaki sorumluluk duymadıkları bir toplumda, korku kültürü hâkimiyetini ilan eder.323 Bu bağlamda, korku kültürüne sahip toplumlarda insanları birarada tutacak güven duygusu yerini başka mekanizmalara bırakır. Atay’a göre, fethetme arzusu bu mekanizmanın en başında gelir.

“(…) Yaşama korkusudur. Fütuhat da, herkese ve her şeye boyun eğdirerek bu korkudan kurtulma çabasıdır. Dünyayı bir savaş alanına çevirdikten sonra, her yandan düşman saldırısı bekleyenlerin korkusudur. Bir şehire kapanıp, bütün ülkenin saldırısını bekleyen sarayın korkusudur bu. Sarayı kaleye çevirenlerin korkusudur.

Kardeşleri tarafından öldürülmeyi bekleyen Saray'ın korkusudur. Her davranışın devlete yöneldiğini sanan paranoyak yöneticilerin korkusudur. Kültür korkusudur. Matbaadan, şiirden, resimden, felsefeden, hatta dinden korkmaktır bu. Halk Partisi'nin Köy Enstitülerinden korkmasıdır. Demokrat Parti'nin modern resimden

322 O. Atay, a.g.e. s.91-92.

323 Lars Fredrik Handler Svendsen, Korkunun Felsefesi, çev. Murat Erşen, Redingot Kitap, İstanbul, 2017, s.129.

182

korkmasıdır. Bazı solcuların modern edebiyattan. modern sanattan korkmasıdır. Halkın içinde sivrilen esnafın, eşrafın, mollanın halktan korkmasıdır.”324

Kendi yaşamına yabancılaşan birey, bu yabancılaşmayı aşabilmek adına bazı davranış stratejileri geliştirecektir.

“(…) Bunun için müeyyideler gevşektir; herkes korkmalıdır, ama ceza da uygulanmamalıdır. Müeyyidelerden hayatı zehir edecek kadar korkulmalıdır; ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. Neyin ne olduğu hangi suçun cezası ne kadar olduğu bilinmemelidir. Fakat herkes her an suç işlediğini hissetmelidir ki başkaldıramasın. Her zaman, suç işlediği halde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız, bizim 'ilk günah'ımız budur:

cezalandırılmayan küçük günahların toplamı. Hoşgörümüz de budur.

Ayrıca devlet de aynı suçluluk duygusu içinde müeyyideleri uygulamaz. Bu bakımdan bağışlayıcıdır. Karşılıklı bir oyundur bu.

Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu farketmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. Gerçeği aramaktır. Bilim bunun için tehlikelidir, felsefe bunun için tehlikelidir, 'deneme' bunun için tehlikelidir, roman ve hikâye bunun için tehlikelidir. Belirli kalıplar içinde kalan şiir bunun için tehlikesizdir. Taklitçi olmayan Batıcılık bunun için tehlikelidir.

Gerçeği arayan Doğu bunun için tehlikelidir.”325

Atay’a göre Doğu’da devlet, Batı’dan farklıdır. Güven temelinde bir ilişki aramak nafiledir çünkü onda tesadüfi olan, rasyonel olmayan ve keyfi unsurlar çoktur. Korkuyu kontrol eden siyasi iktidarın yönetilenlerle kurduğu ilişki, bir oyun gibidir. Korku özünde korkulan nesneyle belli bir mesafe gerektirir. Bu mesafe, çoğu zaman, devletin kendine açtığı varoluş alanıdır. Bu kör kuyunun zeminini sarsacak her faaliyet veya her girişim tehlikeli

324 O. Atay, a.g.e. 2016, s.94.

325 O. Atay, a.g.e. s.94-96.

183

sayılacaktır. Oğuz Atay’ın ifadesiyle, devletle birey arasında kurulmuş korku ilişkisini deşifre edecek her türlü sanatsal ve bilimsel faaliyet potansiyel bir tehlike arz edecektir.