• Sonuç bulunamadı

2. TÜRKİYE’DE İSLAM’IN ÖRGÜTLENME SÜRECİNDE KENTSEL

2.1. Türkiye’de Mekân Politikaları ve İslami Örgütlenmelere Genel Bakış

Cumhuriyet dönemi ulus devletin kentleşmesi sürecinde, Osmanlı devletinin imparatorluk temelli düzeninden bir kopuş, ulus temelli yeni bir toprak düzenine geçiş yaşanmıştır (Şengül, 2001: 64-65). Bu yeni toprak düzeninin kökleri ulus devletten öncesine dayanmaktadır. Şengül’ün aktardığına göre (2001), 19. yüzyılın özellikle son yarısına doğru Avrupa’daki modernleşme ve sanayileşmenin etkisiyle İstanbul etkisi artan, ara bir kent olarak öne çıkmaya başlamış ve kentsel tabakalaşma Cumhuriyet döneminden önce değişmeye başlamıştır. Kentin merkezi ticaretin de merkezi olmuştur ve tüccarlar bu dönemde sermaye biriktirmeye başlamışlardır. Sermaye birikimi olanların, bürokratların ve askerlerin yer seçme biçimleri farklılaşmakta ve sosyal statülerini belirleyen bir biçimde gelişmeye başlamıştır. Bu zamana kadar etnik ve dini olan bölgeselleşmelerin aksine artık sınıfsallık ekonomi üzerinden oluşmaktadır. Önceleri mekânsal ayrışma Yahudilerin, Müslümanların belirli ve birbirinden ayrı bölgelerde yaşaması biçimindeyken artık Yahudi ya da Müslüman olmasının önemi olmaksızın, toplumsal statüleri üzerinden belirlenmektedir. Yani öncesinde yoksul ve varlıklı olan aynı kimlik üzerinden aynı yerde bulunuyorken artık yoksul olanın bir yeri, varlıklı olanın ayrı bir yeri vardır. Mekânsal dağılım bir yandan ekonomik temelli yeniden kurulurken, 1923’de ulus devletin kurulması ile başlayan süreçte diğer yandan İslam ve figürlerinin kentten silikleştirilmesi hedeflenmiştir. Böylece yalnızca İslami olmamakla beraber dini temelli yerleşmelerin ortadan kalkması hedeflenmiştir. Cumhuriyetle beraber siyasi alanda İslam’ın sesi kısılırken, kamusal alanda İslam’ın ve İslamcıların mekânları azaltılmış, yalnızca camilerle sınırlandırılmıştır.

Cumhuriyetin yeni başkenti Ankara ve İstanbul başta olmak üzere kentler itinayla modern bir planlamaya tabi tutulmuş, büyük karayolu aksları, tren yolları ve ticari limanlar üretilmiştir. Bir yandan yeni modern kentlerde İslami figürler silikleştirilip, İslamcı faaliyetler sınırlandırılırken bir yandan ulusal kimliği yüceltme girişimleri, güçlü bir Türk burjuvazisinin yaratılmasını da gerekli

42

kılmıştır. Tezel’in aktardığına göre (1994: 134) askeri kadronun Türk burjuvazisini yaratma çabasına karşılık, bir Türk burjuvazisinden bahsetmek imkânsızdır. Bu sebeple yabancı sermayeli kuruluşların millileştirilmesi ile burjuvazinin Türkleştirilmesi Ataay’ın belirttiğine göre (2001: 56) dönemin öncelikleri olarak belirlenmiştir. Birikmiş sınırlı sermayenin gayrimüslimlerden Türklere aktarılması için mübadele ve Varlık Vergisi gibi bir takım uygulamalara başvurulmuştur.

Mardin’in aktardığına göre (2010a) Osmanlı’da meslekler etnik farklılıklar üzerine şekillenmiş, ekonomik alan da buna bağlı olarak etnik ve kültürel temellerde örgütlenmiştir. Özdemir’e göre (2006: 56) İmparatorluk düzeninin sahip olduğu bu geleneksel iktisadi yapı, uluslararası kapitalizmin etkisi ile sarsıntıya uğramıştır. Fakat bu sarsılma imparatorluğun geleneksel iktisadi örüntüsünün bozulması biçiminde olmamış, düzen kendi karlı ve zararlılarını yine bu etnik ve kültürel kökenli örgütlenmelere bağlı olarak şekillendirmiştir. Nüfusun heterojen yapısı, iktisadi alan için referans oluştururken aktörler Marksist sınıflar üzerinden değil, kimlikler üzerinden kurulmuştur. Göçek’e göre (1996: 112) bu etnik kökenli iktisadi ayrışma, sosyal bir ayrışmaya neden olmamış, gayrimüslim-müslüman çatışması tarihsel akışta, azınlık grupların güç ve etkinliğini artırırken, çoğunluk olan Türk ve Müslüman grupların durumu zorlaştığından dolayı yaşanmıştır. Sonrasında ulus devlet modelinin hedeflediği nüfus modeli, etnik kökenlerine göre ayrılmış ve hedeflenen ulusun ciddi bir sermaye biriktirememiş oluşu, önemli bir sorun olarak öne çıkmıştır.

Özdemir’e göre (2006: 57), iktisadi alandaki azınlık ve yabancı iktidarı karşısında İttihat ve Terakki Cemiyeti ulusçuluğunu büyük oranda Müslümanlık ortak paydası üzerinden yükseltmiştir. Böylece milli iktisat için hedeflenen, yerli bir burjuvazi oluşturma fikri de yükselmeye başlamıştır. Bu hedefi gerçekleştirmek doğrultusunda milli burjuvazinin kendi aralarında, gayrimüslimlerle kurulacak ilişkilerden kaçınarak faaliyet gösterdikleri söylenebilmektedir.

43

Milli mücadele zamanı boyunca sermaye biriktirmesi için uğraşılan ve neredeyse yoktan yaratılan milli burjuvazi hala beklenilen niteliklerde olmayınca, halkçı ve devletçi politikalar Cumhuriyet döneminin öncelikli ekonomik modellerini oluşturmuştur. Bu durumun sebebini Özdemir (2006: 59), savaş döneminin ittifak ve müttefiklerinin kimler olduğu açıkça belli olduğundan, din ve etnisitenin diğer tüm kimliklerin üstünde bir yaptırım gücü olduğundan, sınıfların oluşumunun sekteye uğramış olduğu biçiminde açıklamaktadır.

Her ne kadar Osmanlının son dönemleri parlak olmamasına karşılık, mevcut ulusal modelde kendine yer edinemeyen İslamcılar nostaljik bir özlemle şaşaalı Osmanlı anlatısına başlamışlardır. Osmanlıdan farklı bu yeni devlette, Türk olmak en değerli şeyken, Osmanlıdan kalanlar ve din değersizleştirilmeye başlamıştır. Yeni Türk burjuvazisi, kapatılan dini mekânlar, dinin devletçe ehlileştirilmiş diyanet işlerine ve merkezi camilere indirgenmesi ve hatta Türkçe ezan denemesi gibi uygulamalar bu özlemi arttırmıştır.

DP’nin iktidara gelmesine kadar geçen sürede İslam siyaset alanından, kamusal alandan ve kent mekânından kazınmış, bunun direnci de sivil toplumda ve kırsal mekânda oluşmuştur. Müslümanlığın ‘özgürce’ yaşanamıyor oluşu, bu dönemde İslami örgütlenmenin sivil toplum düzeyinde muhalefet biçiminde etkili olurken, bu örgütlenme de özgürce kentlerde olmamıştır. İslam’ın mekân politikalarının biçimlenmesini sağlayan bu baskı dönemi olmuştur. Kemalist hegemonyaya muhalefet biçiminde İslam yeniden örgütlenmeye başlamıştır.

1946 ilk çok partili seçiminde DP iktidar partisi olarak çıkmıştır. DP İslamcı bir parti niteliğinde olmamakla beraber, inanç konusunda baskıcı bir politik tavır edinmemiş, aksine inançların kamusal alanda görünürlüğünün arttığı bir dönem olmuştur. Menderes’in Kemalist hegemonyanın izlerini sürmemesi, kırdan kentlere yoğun göçün başladığı bu dönemde, kırın alışkanlıklarının ve dolayısıyla dinin kentlere yeniden girmesine olanak tanımıştır. Öncesinde din her ne kadar kentlerden kazınmış olsa da, kırsalda eski alışkanlıklar devam etmiştir.

44

Dolayısıyla kentlerde, kırdan göçenler çoğaldıkça, İslamcılar kent mekânını yeniden üretmeye başlamışlardır.

Menderes özellikle İstanbul’da kentin tarihi çehresini değiştiren, yıkıcı yapıcı modern mekân üretim hamleleri yapmıştır. Modernitenin kent mekânını yeniden biçimlendirdiği bu dönemde, yükselen binalar ve yeni odaklar ile belirli tarihi örnekleri dışında camiler kentlerin önemli ögeleri olmaktan çıkmışlardır. Çavuşoğlu’nun aktardığına göre (2014: 172), bu dönemle birlikte, yeni kamusal alanlar yükselen apartmanlar, sinema salonları ve iş merkezleri olmuş, artık mahallenin en gösterişli yapıları camiler olmaktan çıkmıştır. Yeni kamusallıkların yaratılması, dinin devlet eliyle sıkıştırıldığı camilerin önemsizleşmesi olarak yorumlanabilirken bir yandan dinin yeni kamusal alanlarda görünür olması da değerlendirilmelidir. Sadece İslam’ın biçimlendirmediği bu dönüşüm önceki dönemlerde başlayan göçlerin kentlerde iş gücünün doygunluğuna karşılık ivmelendiği ikinci nesil göçlerle beraber kentsel yoksulluğun arttığı bir dönemi de beraberinde getirmiştir.

Gecekondulu olmak, İstanbul gibi bir kentte10

kırla kent kültürü arasında bir formun arasında sıkışmak, gecekondulular için olduğu kadar kentin diğer kullanıcıları için de adaptasyonu gerektiren yeni koşullar ortaya çıkarmıştır. Kentin gecekondulu olmayan kullanıcıları için gecekondulu olmak, yoksulluk, cahillik, Müslümanlık bazen terör gibi anlamlar içermektedir. 1980’li yıllarla gecekondulular doygunluğa ulaşan ve artık eski üretim alanına sahip olmayan fabrikalar yerine hizmet sektöründe yer almaya başlamışlardır. Özellikle kadınların çalışma alanı kentin diğer kullanıcılarının evleri ile sınırlanmıştır. Bu durum her iki taraf için de çatışma alanı yaratırken, kente yeni gelenler tarafından hissedilen yabancılık tanıdıklara tutunmak biçiminde giderilmeye çalışılmıştır.

10

Gecekondu sadece İstanbul’da görünmemekle birlikte başka illerde de 1950lerde yoğun bir kırdan göç sonucunda bir yerleşim biçimi olarak ortaya çıkmıştır. Fakat burada özellikle İstanbul üzerinde durmanın önemli olduğunu belirtmek gerekmektedir. İstanbul Osmanlı’da başkent olmuş daha sonra hem Türkiye hem de dünya için önemli bir kültür kenti olmayı sürdürmüştür. Dolayısıyla İstanbullu olmak önemli bir kimlik olarak değerlendirilirken pek de ‘İstanbullu olmayanların’ İstanbul’da bulunması önemli çatışmaları doğurmuştur. “Başka İstanbul yok” sözü İstanbullu olmak ve olamamak üzerine söylenmiş, günümüzde de söylenen bu çatışmayı ortaya koyan önemli bir referanstır.

45

Kente gelenlerin örgütlenmeleri, akrabalık hemşerilik ve dini cemaatler üzerinden sürdürülmüştür. Esasen bu üç tampon mekanizma da çoğu yerde birbirinin içine geçmiştir. Kişi sadece tek tip bir ilişkiyi kurarak göç etmiş ve yerleşmiş değildir. Hemşerisi zaten bir yerde uzak da olsa akrabasıdır; ya da benzer sosyal çevrenin yarattığı imkânlarla aynı cemaatin üyesi konumundadır; ya da bu konuma gelmiştir. Bu dönemde özellikle etnik ve kültürel bir gettolaşma hedeflenmese de başta kurulan ilişkiler ve bu ilişkilerin sürdürülmesi bu temele dayanmıştır. Bu durum tabii ki siyasi seçimleri de etkiler konuma gelmiştir. Çok katı bir belirleyiciliği bulunmasa da aynı mekânda bulunan, aynı köke sahip, aynı şekilde yaşayanlar, aynı siyasi önceliklere ve seçimlere sahip olmuşlardır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında cami inşa etmek gibi temellenen İslamcı mekân politikaları, darbeler ve irticayla mücadele yasalarının da etkisiyle zamanla okul inşa etmeye dönüşmüştür. Camiden okula dönüş, ideolojik bir değişimin de simgesi olmuştur. Camiler elbette İslam’ın önemli mekânlarıdır, ibadet ve dini eğitim için gereklidir. Fakat okulun etki alanı, özellikle ilk ve orta kademeden üniversitelere uzanan bir eğitim alanına sahip olmak söz konusu olduğunda caminin etki alanından hem farklı hem daha geniştir. Bu da başta Nurcularda görülen İslam’ı doğru ve yeniden yorumlama anlayışının, mekândaki karşılığı olmuştur.