• Sonuç bulunamadı

2.2. KÜLTÜR BAŞKENTLİĞİ

2.2.1. Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkentliği (TDKB)

2.2.1.1. Türk Dünyası

Mevcut kaynaklara ve kesin bilgilere göre, ilk Türk devleti olarak geçen Hunlardan bu yana, başta Orta Asya, kuzey Karadeniz kıyıları, Avrupa’nın doğusu, Kafkasya, İran, Anadolu gibi değişik coğrafyalar Türk devletlerine vatan olmuştur (Ahmetbeyoğlu, 2003). Destanlar, anlatılar, hikâyelerle bezeli olan Türk Mitolojisine göre birçok efsane türetilmiş; Kaşgarlı Mahmut’a göre Türklerin atası Nuh Peygamberin oğlu olan Yafes’e kadar dayandırılmıştır (Tanyu, 1980). Ziya Gökalp ise kesin bilgisine ulaşılamayan eski budunları (halkları) Türk tarihine başlangıç olarak tanımanın doğru olmayacağını belirterek, Çin kaynaklarını işaret etmektedir.

Çinlilerin Tukyu adı verdikleri Orhun Yazıtları taş üzerine yazılmış ilk belgelerdir. Bu kaynağa göre, Tukyular kendilerinden dört yüzyıl önce aynı ülkede egemen olmuş olan Hiung-hu adlı bir budunun devamıdır. Bu budunların egemenliklerini kaybedip çeşitli bölgelere dağıldığı, batıya gidenlere Avrupalıların Hun adını verdikleri bilinmektedir.

Ortaya çıkacak yeni kaynaklar, daha eski bir Türk izi gösterinceye değin, milattan 220 yıl öncesinden itibaren Türk tarihini, Çinlilerin Hiung-nu adını verdikleri devletin kuruluşundan başlatmak gerekir (Gökalp, 2008: 234-235).

Fransız Türkolog Jean-Paul Roux (2002), Türklerin insanlık serüvenindeki rolünün temel nitelikte olduğunu, tarih serüvenini onlara büyük yer ayırmaksızın anlatmanın olanaksız olduğunu belirterek eklemektedir:

Osmanlı Devleti’nin özellikle XVI. yüzyılda dünyanın en büyük gücü olduğu bilinir. Buna karşılık, Türklerin göçebe topluluklarının Mançurya’dan Macaristan’a tüm Avrasya bozkırlarını baştanbaşa sardığı, Avrupa ve Uzakdoğu’yu saldırılarıyla bunalttıkları, Hindistan’a pek çok akın yaptıkları, bu akınların korkulara neden olduğu, Ruslara boyun eğdirdikleri ve egemenliklerini Pekin’e, Delhi’ye, Kâbil’e, Isfahan’a, Bağdat’a, Kahire’ye, Şam’a, Konstantinapolis’e, Tunus’a, Cezayir’e kadar yaydıkları bilinmez (s.18).

Dede Korkut anlatılarında geçen Kazan Han: “Yata yata yanımız ağrıdı, dura dura belimiz kurudu” diyerek yerleşik hayattan şikâyetini dile getirmektedir (Nağiyev, 2005). Sosyal hayatlarının at üstünde gerçekleştiği rivayet edilen Türkler; sürekli yer değiştiren, gittikleri yerlerde hem taş üstünde taş bırakmamayı hem de barışı, dinler arası hoşgörüyü bir arada başaran ama genelde güçlü sultanların dönemleri haricinde istikrarsız seyreden karmaşık yapıda insan toplulukları olarak bilinmektedir. Türk devletlerinin binlerce yıllık yolculuğundan önemli sayfalar şöyle özetlenebilir:

Avrupa’da bugünün temelini oluşturan Kavimler Göçü’ne sebep olan Attila ve Avrupa Hun Devleti (4. ve 5. yy); Orta Asya ve Çin’de Göktürkler (6-8. yy arası); Orta Asya’da birçok inanışa sahip grupların birlikte sulh içinde yaşadığı (fakat günümüzde Çin zumlu ile karşı karşıya olan) Uygurlar, Anadolu Selçukluları (11-14. yy arası), Cengiz Han ve Moğol egemenliği (13. yy), Mısır Memlûkları (13-16. yy arası), Rusya’yı iki yüzyıl boyunca egemenliği altında tutan Altınordu Devleti (13-16. yy arası), Semerkand ve Herat’ta Timur Rönesansı (14 ve 15. yy), Babür Şah ve Hindistan İmparatorluğu (16 - 19. yy arası), her yönüyle Osmanlı İmparatorluğu (13- 20. yüzyıl arası), Kurtuluş savaşı, Atatürk ve yeni Türk devrimi… (Roux, 2002).

Türk dünyası eski çağlardan beridir çeşitli sebeplerle kopukluklar yaşamıştır.

Dil, din, coğrafya, yönetim biçimi bakımından yaşanan farklılıklar bu kopuklukların sebeplerinden bazılarıdır. Konargöçer kültür nedeniyle her coğrafyada karşılaştıkları toplumlarla etkileşim halinde olagelmişlerdir. Bu duruma tahakküm kurma ihtirası da eklenince farklı Türk devletleri çokça sefer karşı karşıya gelmiştir. Hatta Türkler arasında gerçekleşen savaşlarda başka ırklarla iş birliği yapan Türk Devletleri söz konusudur. Örneğin Ankara Savaşı’nda Yıldırım Beyazıt-Timur karşılaşmasında Osmanlı ordusuna Sırplar destek vermiştir.

Dini inanış bakımından Paganizmden, Gök Tanrıcılık dinine; Şamanizm’den Manheizm’e kadar çeşitlilik arz eden Türklerin, İslam’ı kabul edenlerinin belirgin bir tahakkümü söz konusu olmuştur. Bazı Uygur boylarının Budizm’e tabi olduğu, Sibirya ve Yukarı Asya’da halen devam eden şekilde Şaman Türklerin varlığı, Hazar Türklerinde Museviliğin yaygın olduğu bilinmektedir (Roux, 2002). Ukrayna’da Greko-Tatarlar (Altınkaynak, 2003), Balkanlardaki bazı Türkler ve Karamanlılar (Anzerlioğlu, 2009) Hıristiyan inancına sahiptirler.

Türklerin dili konusunda ise çeşitli bilgiler söz konusudur. En az varlıklarının başlangıcı kadar eski ve karmaşık olan dil mevzusu hakkında en eski kaynak Orhon (ya da Orhun) Kitabeleridir. Ural-Altay dilleri denilen bitişimli dil grubuna giren Türk dili, Çin, Avrupa, İran, Arap, Slav, Hint gibi birçok kültürle farklı coğrafyalarda harmanlanarak yayıldıkları alanlar kadar çeşitlilik göstermiştir. Bu noktada Fransız Türkolog Roux’un şu özeti kıymetlidir:

Çağlar boyunca Türk dillerini yazmak için çeşitli alfabeler kullanıldı. (…) Bunların en eskisi, Runik yazı denilen, önceleri sadece yazıtlar, sonradan elyazmaları içinde kullanılan (…) Sogd alfabesi türeviydi. Bu alfabenin IX. yüzyıldan başlayarak kullanımı yaygınlaşacak ve Müslümanlığın yayılması Arap yazısını zorunlu kılıncaya kadar çeşitli Türk halklarının ulusal aracı olacaktı. Arap alfabesi Türk fonetiğine fazla uygun olmamakla birlikte çok tutuldu. Arap alfabesinde çok ünlü yoktur, oysa Türkçede sekiz ünlü vardır. (…) XX.

Yüzyıldan bu yana Türkiye Türkleri dillerindeki her sesin yazıda bir tek işaretle gösterilmesini sağlamak amacıyla, biraz değiştirilmiş bir Latin alfabesini kullanıyorlar, Sovyet dünyası Türkleri ise önce Latin, sonra Kril alfabesini, daha sonra yeniden Latin alfabesini benimsediler” (2002: 38-39).

Bugün Türk dünyası, hala geniş coğrafyada fakat eski gücünden yoksun halde varlığını sürdürmektedir. Osmanlı İmparatorluğu ile en ihtişamlı dönemini yaşayan Türkler, savaş ekonomisine dayalı olan bir sistemden sanayi devrimine geçişi sağlayamamış ve Birinci Dünya Savaşı sonrası muzaffer itilaf devletlerinin Anadolu’yu kuşatmasıyla bir kez daha dağılmanın eşiğine gelmiştir. Kurtuluş Savaşı ile birlikte, eski ihtişamına kıyasla daha küçük bir coğrafyada modern bir cumhuriyet olarak varlığını sürdürmektedir.

Türk dünyası için önemli bir teşkilat olan TÜRKSOY, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkiye ve Türkmenistan'ın Kültür Bakanları, 1992 yılında İstanbul ve Bakü’de toplanarak kültürel işbirliği yapma kararının temellerini atmıştır. Bu teşkilat, Türk dili konuşan bölgelerde kültürel ve sanatsal bir birliktelik sağlamak amacını güden, üye ülkelerin yönetiminde, iç ve dış politikalarında söz sahibi olmayan uluslararası bir kuruluştur. Ülkelerin milli duygularla bütünleşmesini ve demokratikleşme sürecini desteklemek amaçlanmaktadır. 12 Temmuz 1993 tarihinde Almatı’da yapılan toplantıda da

"TÜRKSOY’un Kuruluşu ve Faaliyet İlkeleri Hakkında Anlaşma” imzalanmış ve Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi (TÜRKSOY) kurulmuştur. 2009 yılında TÜRKSOY’un açılımı Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı olarak değiştirilmiştir.

Önceleri 6 üyesi bulunan TÜRKSOY teşkilatına gözlemci üye ülke statüsüyle Rusya

Federasyonu'na bağlı Altay Cumhuriyeti, Başkurdistan Cumhuriyeti, Hakas Cumhuriyeti, Saha (Yakut) Cumhuriyeti, Tataristan Cumhuriyeti, Tıva Cumhuriyeti ile Moldova Cumhuriyetine bağlı Gagavuz Yeri Özerk Bölgesi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti katılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ev sahipliğini yaptığı teşkilatın resmi dili Türkçe, yönetim merkezi de Ankara’dır. Kendi coğrafyasında, amaç, görev ve çalışma alanları itibarıyla UNESCO işlevini yürütme motivasyonuna sahip olduğu belirtilmektedir (TÜRKSOY, 12 Haziran 2015).

Bu kadar geniş bir coğrafyada, bu kadar eski atıflara mazhar olan, bu kadar çeşitli dil, din ve kültür farklılığı taşıyan Türk dünyasının kültürel ürünleri de bir o kadar çeşitlilik ihtiva etmektedir. Bu çeşitliliğin fark edilmesi, sergilenmesi ve yeniden üretilmesini için Türk Dünyası Kültür Başkentliği uygulaması bir fırsat doğurmuştur.

Gerek tarihte yaşanan Türk halklarının göç hareketliliğinin merkezi olması gerekse sosyo-kültrel gelişmişliği nedeniyle TDKB için Türkiye’deki en uygun aday kuşkusuz Eskişehir olarak görülmektedir.