Arap Baharı sonrası Suriye’de başlayan çatışmalar sonucu, Türkiye tarihinde hiç görmeği oranda yabancıya ev sahipliği yapar hale gelmiştir. Suriye’den Türkiye’ye yönelik ilk toplu nüfus hareketi, 29 Nisan 2011 tarihinde gerçekleşmiş, 252 Suriyeli Hatay Cilvegözü sınır kapısından giriş yapmış ve bu kişiler için Hatay’da geçici bir konaklama merkezi oluşturulmuştur. Türk hükümeti bu sınır geçişi ardından, zulüm ve savaştan kaçan Suriyeliler için sınırların açık olduğunu, gelenlerin Türkiye’deki temel ihtiyaçlarının karşılanacağını ve kimsenin zorla geri gönderilmeyeceğini deklare etmiştir (Erdoğan, 2015, s.5). Türkiye’nin bu politikası günümüze kadar devam etmektedir. Süreç içindeki en önemli fark ise sınır geçişlerinin kontrolü olarak yapılmasına daha çok gayret edilmesidir. Bu sayede kamu güvenliği ve düzeninin sağlanması ve kayıt işlemlerinin daha sınır geçişinde başlanması sağlanmakta, yabancıların kontrolsüz olarak ülke içine dağılması önlenmektedir.
63 YUKK’da yer alan sayılı cetvele bakıldığında GİGM’de Genel Müdürden uzman yardımcılarına, sosyal çalışmacılardan şoförüne taşra ve merkezde belirlenen istihdamın 3000 kadar olduğu görülmektedir. Bu kısıtlı çalışan sayısının ülkedeki yabancıların göçe ilişkin tüm iş ve işlemlerden sorumlu olması yanında; kuruluşunda, planlanmamış şekilde milyonlarca kişinin kitlesel akınla gelmiş olması bir genel müdürlük olarak yapılan işin ve başarının büyüklüğünü ortaya koymaktadır.
5.5.1. Açık Kapı Politikası
Türkiye’nin Suriye’den kaçan herkese sınırlarını açması “açık kapı politikası” olarak tanımlamaktadır. Bu politika sonrası Suriye’de yaşanan çatışmaların artması ve istikrarsızlığın bilinmeyen sürece doğru gitmesinin de etkisiyle başta Türkiye olmak üzere komşu ülkelere yönelik göç hareketliğini arttırmıştır. GİGM kurulana kadar, bu süreçte 1994 Yönetmeliğine göre hareket edilmiştir. Ayrıca bir acil durum ve müdahale söz konusu olduğu için “Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı” (AFAD) sürecin başından itibaren etkin rol oynamıştır. Türk Kızılayı da bu süreçte aktif rol almıştır.
2012 yılına gelindiğinde gelen Suriyeli sayısı 50 bini aşmış, artan bu göç hareketi sınır bölgelerinde yeni çadır ya da konteyner kentlerin kurulmasını gerektirmiştir. Bu hızlı artış noktasında dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin kırmızı çizgisinin 100 bin olduğunu, aksi durumda tampon bölge oluşturmak gerektiğini belirtmiştir ancak bu açıklamanın 2 ay sonrasında gelen kişi sayısı 133 bini bulmuş, 2014 tarihi itibariyle sadece kamplarda kalan sayı 220 bine çıkmıştır (Erdoğan, 2015, s.7-8). Bahse konu tampon bölge oluşturma düşüncesi günümüze kadar uygulamaya geçmemiştir.
Türkiye’deki Suriyeliler ve ülkeye gelecek olan yeni akınlar noktasında Mart 2012 tarihinde, farklı kurum ve kuruluşlarımızın katkılarıyla “Türkiye’ye Toplu Sığınma Amacıyla Gelen Suriye Arap Cumhuriyeti Vatandaşlarının ve Suriye Arap Cumhuriyetinde İkamet Eden Vatansız Kişilerin Kabulüne ve Barındırılmasına İlişkin Yönerge” hazırlanmış ve Suriyelilerin iş ve işlemlerinin hazırlanan bu mevzuat ile düzenlenmesi ve yürütülmesi kararı alınmıştır (GİGM, 2015d). Yönergenin gizli ibaresi ile yayınlanmış olması, içeriğe ilişkin bilgiyi engellemektedir. Böylesi büyük bir kitlesel hareket ve ülkeyi her açıdan etkileyen ve uluslararası işbirliğinin de önemli olduğu bir vaka karşısında, saydamlığın önemli olduğu bir noktada “gizli” bir yönergenin amacına hizmet etmediği ifade edilebilir.
Bu yönergenin temelini 1994 Yönetmeliğini oluşturduğunu da belirtmek gerekir. Bu mevzuat uygulaması 2013 yılında YUKK’un kabulü ve ardından 2014 yılında çıkarılan Geçici Koruma Yönetmeliğine kadar devam etmiştir.
5.5.2. Misafir Suriyeliler
Geçici korumaya ilişkin hükümler mevzuata girene kadar geçen sürede, ülkeye gelen Suriyelilere “misafir” denilmiştir. Bu kavram toplum, medya, siyasetçiler ve resmi kurumlarca sıklıkla kullanılan bir kavram olmuştur. Halen de kullanılmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki göç literatüründe böyle bir kavram yoktur. Erdoğan, bu ifadenin kullanılmasını, Suriyelilere bir statü kazandırmanın çabası olarak görmektedir. Bunun nedenini de 1994 Yönetmeliğinin Suriyeliler için bir statü belirlenmesinde yetersiz kalmasına bağlamaktadır. Misafir olarak adlandırılıp, geçerli bir statü verilememesindeki neden, Türk mevzuatında YUKK’a kadar “Geçici Koruma” statüsüne ilişkin bir düzenlemenin olmamış olmasıdır. (Erdoğan, 2015). Bu yüzden, YUKK yürürlüğe girene kadar Suriyeliler konusunda statü konusunda bir belirsizlik olduğu söylenebilir. Mülteci olarak kabul edilemezlerdi çünkü coğrafi çekinde söz konusuydu, sığınma prosedürü de uygulanmazdı çünkü bu başvurular bireysel olarak alınmaktaydı ve kitlesel hareketlerde uygulanamazdı. Geçici koruma statüsü de YUKK’a kadar mevzuatımızda yer almadığından bu şekilde bir boşluk oluşmuş ve misafir nitelemesi 2013 yılına kadar resmi olarak da devam etmiştir.
Türkiye’ye gelen Suriyeliler için “misafir” tanımlamasının yapılmasının, yasal statülerinde oluşturduğu sorunsal yanında toplumsal algıyı da etkilediğini söyleyebiliriz. Misafirlik kavramı gelen kitleye mevzuatın belirlediği hak ve yükümlükler değil, ev sahibinin (ülkenin) sunduklarıyla, bir misafir olarak bununla yetinmelerini öngörmektedir. İyi ya da kötü belirleyici olan ev sahibidir ve burada haklardan ya da yükümlülüklerden bahsedilemez, en azından yasal anlamda. Ayrıca misafirlik bir süreye işaret eder. Misafir olan belirli bir süre için gelir ve makul bir sürede de gitmek zorundadır. Erdoğan’ın belirtiği gibi misafirlik, gelene, kalış süresini “ev sahibinin iyi niyet ve vicdanına”
bırakmayı da çağrıştırmaktadır. Misafirlik kavramının kolaylıkla bir dışlama, ötekileştirme ve özellikle de sınır çizme şeklinde kullanılması da mümkün olabilmektedir. Özellikle belirli bir süreyi aşan kalıcılık için misafirlik kavramının sürdürülebilir olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bilindiği üzere 50 yılı aşkın süredir ve çoğunluğu düzenli
göçle ve ikili anlaşmalarla Avrupa’da bulunan Türkler için de bu kavram kullanılmış ve bu ifadenin yanlışlığı sürekli dile getirilmiştir. Şimdi ise benzer bir durumu Türkiye kendi içinde yaşamaktadır (Erdoğan, 2015, 61-63).
Kitlesel göç hareketlerinde, bu göç hareketinin kontrolü çok büyük önem arz etmektedir.
Ülkeye giriş, kayıtlama ve ülke içindeki sevk ve idareleri birçok açıdan önemlidir. Ancak ilk dönemde gelen kitlenin çoğunlukla kamplarda barındırılma imkanın olması, sürecin öngörülememesi ve politika uygulayıcılar tarafından bu akının kısa bir zamanda son bulacağı ve “misafirlerin” ülkelerine döneceği beklentisi özellikle kayıtlama işlemlerinin oldukça gecikmeli başlamasına neden olmuştur. Gelenlerin başından beri kayıt altına alınamaması ise sonraki dönmede birçok açıdan sorunların doğmasına neden olmuştur (Erdoğan, 2015, 63).
Ancak sürecin beklentiler doğrultusunda gelişmediğini söylemek gerek. 2013 yılına gelindiğinde AFAD verilerine göre tahminen 350 bin Suriyeli kamp dışında yaşamaktaydı.
Ağustos 2013 itibari ile ise 200 bin 386 kişi kurulan kamplarda yaşamını sürdürmekteydi (AFAD, 2013). Kamp dışındaki sayının tahminen verilme sebebi ise kentlerde yaşayan
“misafir” Suriyelilerin sağlıklı bir kayıtlama altına alınamamasıdır ki bu gerek güvenlik ve kontrol gerekse bu kitlenin ihtiyaçlarının karşılanamamasına neden olmuştur. AFAD verilerine bakıldığında Ağustos 2013 tarihinde Türkiye’de tahminen 550 binin üstünde Suriyeli yaşamaktadır.
Türkiye biometrik fotoğraf ve parmak izinin alındığı kayıtlama işlemlerine ancak 2013 yılında başlayabilmiş, bu dönemde UNHCR da teknik destek sağlamıştır. Kayıt sırasında bu dönem verilen kimliklere AFAD Kartı denilmekteydi. Kamplarda kalanlara ise hangi kampta kaldığını belirten yabancı tanıtım kartları verilmekteydi. Suriyelilerin bu kaydı yaptırmasındaki en önemli motivasyon sağlık ve sosyal yardımlar gibi kamusal hizmetlerin bu kayda bağlanmış olmasıdır (Erdoğan, 2015, 64). Buna rağmen Türkiye’deki Suriyelilerden kamp dışında olanların ancak yaklaşık yüzde 45’inin AFAD kaydı
sağlanmıştır (AFAD, 2013). GİGM verilerine göre ise bu dönem kayıt altına alınan Suriyeli sayı 224 bin 655’tir (GİGM, 2014).
Kamplar ilk kurulduğundan itibaren kamp içinde yaşayan Suriyelilerin yemek, barınma, sağlık, eğitim, ibadet, spor vb. birçok temel ihtiyacı sağlanmıştır. Ancak 2013 yılı itibari ile 550 bini geçen bir kitlenin hepsinin kamplarda barındırılması elbette mümkün değildi. Bu yüzden kamp dışında yaşayan Suriyeliler için daha etkin politikalar geliştirilmesi elzem olmuştur. Bunun anlamlı bir örneğini yine AFAD verilerinde görmek mümkündür.
Örneğin, bu dönemde kamplarda yaşayan Suriyeli sığınmacı çocukların yaklaşık yüzde 83’nün okula gitmesi sağlanmışken, kamp dışında yaşayan Suriyeli çocukların sadece yüzde 14’ü okula devam etmektedir (AFAD, 2013). Bu oranın kayıtlı Suriyeliler üzerinden toplanan bir veri olduğunu ve kayıtsızlar da dikkate alındığında okullaşma yüzdesinin daha da düşeceğini ifade etmek gerekir.
Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki bu dönem yapılan araştırmalar, henüz ülkeye yeni gelmelerine rağmen misafir olarak adlandırılan Suriyelilerden, kamplarda yaşayanların yüzde 44’ünün ve kamp dışında yaşayanların yüzde 37’sinin Suriye’deki karışıklıklar sona erdiği zaman bile ülkesine dönmeyeceğini ortaya koymuştur (AFAD, 2013, 54). Bahse konu veri bu tür göç hareketlerinde misafir anlayışı ile bir politika oluşturmanın orta-uzun vadede problemler doğurma ihtimalinin de göz önünde alınması gerektiğini göstermektedir.