• Sonuç bulunamadı

Çevre sorunlarının dünya gündeminin üst sıralarına taşınmasıyla birlikte, bu sorunların aslında bir kirlenme ve bozulma sorunu değil ekonomi sorunu olduğu yargısı ortaya çıkmıştır.

Toplumun sınırsız gereksinimlerini sınırlı kaynaklarla karşılama bilimi olarak ekonomi, kurucusu Adam Smith ile birlikte doğal kaynakların tükenmez olduğunu, kullanımının neredeyse sınırsız olduğunu varsayarak, hava, su, toprak, güneş ışığı gibi malları “ortak mallar”, “serbest mallar”, “bedava mallar” olarak tanımlamıştır. Jean Baptiste Say, “Doğal kaynaklar tükenmezdirler. Ne çoğaltılabilirler ne de tükenirler, bu yüzden ekonomi biliminin dışındadırlar.” sözleriyle klasik ekonominin bu varsayımını ifade etmekteydi (aktaran Başkaya, 1994:203). Klasik ekonomistler doğal kaynakların sınırı üzerinde durmuşlardı ama onların üzerinde durduğu sorun daha çok tarımsal üretimle nüfus arasındaki ilişki, dolayısıyla ekilebilir toprakların sınırlı oluşuyla ilgiliydi (Kazgan, 1997: 9). Klasik ekonomide analiz dışı bırakılan serbest malların zamanla kıt kaynaklar olduğunun anlaşılması, toprak ve suyun elde edilmesinin de maliyeti bulunduğunun ortaya çıkmasıyla olmuştur. Önce toprak, sonra da su serbest mal tanımından çıkarılmıştır. Zaman faktörünü ele almayan bu düşünce 20. yüzyıla gelinceye kadar kabul görmüştür. Bu görüşe göre, refah göstergesi olarak mal ve hizmet üretimi ve tüketimi yeterli sayılmış, ancak bunların ekolojik denge üzerindeki etkisi dikkate alınmamıştır (Eronat, 1991:1-11).

Çevreyi “serbest mal” olarak kabul eden bu anlayış, doğal kaynakların aşırı kullanımı da beraberinde getirmiştir. Örneğin 1974’te çekilen bir uydu fotoğrafında, Kuzey Afrika’daki 650 km2 toprağın neredeyse tamamen yeşil örtüden mahrum olduğu, çok küçük toprak parçalarının ise bitkilerle kaplı olduğu görülmüştü. Fotoğrafa dikkatle bakıldığında yeşil alanların çitle çevrili olduğu, diğer alanların ise etraflarının açık olduğu anlaşılıyordu.

Mülkiyete konu olmayan çayırlar tükenmişti (Hardin, 2005). Doğal kaynakların bu şekilde aşırı kullanımında etkili olan temel faktör, minimum maliyet ilkesidir. Ekonomide temel davranış olan kar ve fayda maksimizasyonunu sağlamak için maliyetlerin minimize edilmesi gerekir. Maliyetlerin en düşük düzeyde tutulması, bir yandan belirli bir ekonomik etkinlikte kullanılan faktörlerin en düşük düzeyde tutulmasını, diğer yandan ucuz olan kaynaklardan en yüksek miktarda kullanılmasını ifade etmektedir. Đşte çok ucuz, hatta bedava bulunan doğal kaynaklar ya da diğer bir ifadeyle çevre malları da, bu mantık sonucu aşırı kullanılmışlardır (Değirmendereli, 2002:20). Çünkü klasik ekonomik düşünce tüm üretimin kısıtlı bir ekosistem içinde gerçekleştiğini algılamaz. Ekonomiyi üretim ve tüketim döngülerinden ibaretmiş gibi görür (Bkz. Şekil 2).

Şekil 2: Klasik ekonomik döngü modeli

Kaynak: Uslu, 1998:48

Đktisat, klasiklerden neo-klasiklere ve Keynesçiliğe doğru ilerledikçe, giderek uzun dönem analizlerinden uzaklaşmıştır. Neo-klasikler kısa dönem, Keynesçilik de çok kısa dönem denge sorunlarıyla ilgilenmişlerdir. Oysa, üretici faaliyetin çevresel denge üzerindeki sonuçları ancak çok uzun dönemde anlaşılabilirdi (Kaplan, 1997:103).

Doğal kaynakların sınırsız olmadığının anlaşılması üzerine iki farklı görüş ortaya çıkmıştır. Bir kısım araştırmacıya göre ekonomik etkinlikler, giderek daha fazla çevre sorunlarına neden olmakta ve kaynakları hızla tüketmektedir. Kaynakların da bir sınırı olduğundan büyümenin durması kaçınılmazdır. Sıfır büyüme diye anılan bu kavramın yandaşlarına göre tek çözüm, büyümenin ve ekonominin bir an önce durdurulmasıdır (Karaman, 1998:34). Bu yaklaşıma göre her şeyden önce insanların içinde yaşadıkları çevrenin biyolojik ve fiziksel kısıtlılığı söz konusudur. Dünyanın fiziksel mekanı, gereksinim duyulan çeşitli kaynakların miktarı ve ulaşılabilirliliği sınırlıdır; tıpkı insan bedenin ve beyninin biyolojik sınırlarının olduğu gerçeği gibi. Önemli olan üstesinden gelinebilecek belirli bir sınırın bulunup bulunmadığı değil, tüm kısıtlılıkların ve büyümenin maliyetlerinin karşılıklı etkileşiminin göz önünde tutulmasıdır. Sınırların tümü bir arada düşünüldüğünde sınai büyüme toplumunun felakete götüren doğası açığa çıkmaktadır. Doğanın ekolojik dengesinin kârı artırmaya dayalı ekonomik büyümeye kurban edildiği, bunun yalnızca toplumsal ve psikolojik sorunlar yaratmakla kalmayıp, aynı zamanda çevre kirliliği, tehlikeli atıkların yarattığı riskler ve doğal kaynakların tükenmesi gibi nedenlerle, canlı yaşamın biyolojik temelini ortadan kaldırdığı sonucuna ulaşılmaktadır. Bütün ekonomik etkinlikler, toplumsal ve kültürel gelişme doğal sistemlere dayandığına göre, dünyanın fiziksel kaynaklarının sonlu olduğu gerçeğini göz ardı eden sınırsız büyüme, insan toplumlarının

bağımlı olduğu doğal süreçleri tahrip ederek insanlığın geleceğini tehdit etmektedir (Çoban, 2002: 17).

Diğer taraftan büyüme yanlıları ise ekonomik büyümenin durması konusuna katılmamakta, doğal kaynakların azalması ya da çoğalmasının kaynak fiyatlarıyla ilişkili bir durum olduğunu öne sürmektedirler. Kendini yenileyemeyen kaynakların tükenmesi sorunu, fiyat sistemi, yeni kaynakların keşfedilmesi ve teknolojik yenilikler yoluyla çözülebilecektir.

Böyle bir yol da sonuçta ekonomik büyümeyi durdurmaya değil, mevcut kaynakların etkin kullanımına varmaktadır.

Ancak insan ekonomik faaliyetleri ile çevreden büyük bir hızla kaynak çekmekte ve yine aynı hızla atık üretmektedir. Çevrede doğal olarak bulunmayan bazı maddeler de bu atıkların arasında bulunmaktadır. Niteliksel ve niceliksel olarak yaratılan bu değişim, ekosistemde yer alan devrenin kopması sonucunu yarattığında ise ortaya çevre kirliliği çıkmaktadır. Bu insanın biyolojik faaliyetlerinin değil, ekonomik faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ekosistemden tarım ürünleri, odun hammaddesi, balık, yaban hayvanları, madenler gibi kaynakları büyük miktarlarda çekerek ekonomik kazanç elde ederken, bunların yerini ikame edecek başka bir madde ekosisteme geri verilmediği için, bunların ekosistem içinde oynadığı rol ortadan kaldırılmış, ekolojik çevrim bozulmuş olur.

Çevre sistemlerinde devrenin tamamlanma hızı önceden belirli ve sınırlı olduğuna göre, sistemin yeniden yarattığı kaynakların üretim hızı da sınırlı olmaktadır. Öte yandan, farklı çevre sistemleri toprak, tatlı su, hayvanlar ya da bitkiler birbirinden farklı hızlarla ve birbirinden farklı verimlilik düzeyinde devinmektedir (Aruoba, 1997:175). O halde, çevre sistemlerinden kaynak çekme hızını sürekli artırarak büyüyen bir ekonomik sistemin, sonunda kaçınılmaz olarak çevre sisteminin çökmesine, kendi kendini yenileme yeteneğini kaybetmesine neden olacağını, hiç olmazsa kuramsal olarak ortaya koymak mümkündür (Aruoba, 1990:20).

Doğal kaynakların genellikle bir defa kullanılarak tüketildiği ve atıkların üretildiği tek geçişli ekonomilerin sağladığı büyüme, sürdürülebilir değildir. Bu tür bir büyümenin kaçınılmaz olarak doğal sermayeyi tüketerek sonuçta insanın ve diğer canlıların yaşam alanlarını yok edeceği Şekil 3 ve 4’te şematik olarak gösterilmektedir. Doğal sermayenin sağladığı ekonomik yararlar, çevresel bozulmanın neden olduğu maliyetlerle tartılarak değerlendirilmelidir. Aksi halde, ekonomik açıdan büyürken fakirleştiğimizin farkına bile varamayız (Uslu, 1998:48 vd).

Şekil 3: Ekonomik etkinliklerin ekolojik sınırları zorlamadığı üretim evresi

Kaynak: Uslu, 1998:49

Sürdürülebilir büyüme tartışmaları da, tam bu noktada yürütülmektedir. Eğer, cari ekonomik büyüme temposunun gelecekteki, hem pazarlanan mallarda hem de çevre mallarında kişi başına tüketim potansiyeli olarak ölçülen refah düzeyinde bir azalmaya neden olacaksa sürdürülebilir olarak kabul edilmez. Kavrama çevre açısından bakıldığında, sürdürülebilir büyüme için gerekli olan koşullar “doğal sermaye stoğunun sürekliliği”, daha açık bir söyleyişle, sahip olunan –toprak ve toprak niteliği, yerüstü, yer altı suları ve bunların niteliği, toprak biyolojik kitlesi, su biyolojik kitlesi, ormanlar, alıcı ortamların artıkları kabul edebilme kapasitesi gibi- doğal kaynaklar stoklarında negatif olmayan değişiklikler gereği olarak ortaya konmaktadır. Sürdürülebilir kalkınma düşüncesi, doğal kaynaklar stoğunun korunması noktasında ağırlık kazanmaktadır (Aruoba, 1997: 182).

Şekil 4: Büyüme sonucunda ekonomik etkinliklerin ekolojik sınırları zorladığı üretim evresi

Kaynak: Uslu, 1998:50

Kaynakların sürdürülebilir ve etkin kullanımı ekonomik ve ekolojik olarak açıklanabilir. Ekonomik olarak etkinlik, kaynakların en doğru şekilde ve israf edilmeden yönetilmesi anlamını taşırken, ekolojik olarak ise yenilenebilir kaynakların tüketilmeden kullanılması, yenilenemez kaynakların ise yeniden faydalanma veya geri kazanma yöntemi ile kullanımı anlamını içermektedir. Aşırı kullanım, doğal kaynakların kullanım sınırlarının aşılması, bir daha yerine konulamayacak şekilde tüketilmesi demektir (Kışlalıoğlu-Berkes, 2001:206). Bu aşırı kullanım kaynakların tükenmesi riskiyle birlikte, ekolojik dengelerin bozulmasını ve küresel ekolojik sorunları beraberinde getirmiştir.

Anlaşılacağı üzere, doğa faktörü ekonomik gelişmeyi sınırlayan veya hızlandıran bir üretim unsurudur. Ekonomik faaliyetler için doğal kaynakların tüketilmesinin bir işlem gerektirmesi veya aşırı tüketim, doğa faktörünü ekonominin uygulama alanı haline getirmektedir. Üretime ilişkin etkinlikler, çevrenin en önemli kirlenme nedenidir. Buna göre çevre sorunları, ekonomik büyümesini geliştirmek isteyen toplumların, bu amacı gerçekleştirirken ekolojik dengeleri ve değerleri dikkate almayan davranış ve düşüncelerinin bir sonucu olmaktadır. Dolayısıyla başta çevre kirlenmesi olmak üzere tüm çevre sorunları, çevreyi dikkate almayan bir ekonomik büyümenin sonucu olmaktadır (Simonnet, 1990: 26).

Ekonomik büyümeyi gerçekleştirmeye çalışan toplumların çevre sorunlarıyla karşılaşmasının altında iki temel ekonomik varsayım bulunmaktadır. Bunlardan ilki, doğa faktörünü tükenmez ve bedava gören serbest mal anlayışı ve ikincisi bütün ekonomik davranışları “rasyonel” hale getiren maliyet minimizasyonu ilkesidir. Bu iki yaklaşım, çevre

mallarının sorumsuz ve aşırı kullanılmasını, tüketilmesini ve değerlerinin bozulmasını getirmiştir. Bu bozulma etkisini yalnızca ekolojik olarak değil ekonomik olarak da gösterince, çevre sorunlarının ekonomik anlamı belirginleşmeye başlamıştır. Çevre değerlerinin bozulmasının yarattığı olumsuz etkilerle birlikte, bu etkilerin giderilmesi için yapılan ödemeler, firmaların ve devletlerin ekonomisi ile yakından ilişkilidir. Bu nedenle de ekonomi biliminin ilgi alanına girmiştir (Karpuzcu, 1995:340).

Tüm çevre sorunlarının ekonomi kaynaklı olduğu elbette söylenemez. Ancak ortada bir gerçek vardır ki, ekonomik büyüme, sanayi, kentleşme, tüketim gibi unsurlar çevre sorunlarının kaynağında yer almaktadır. Bu nedenle ekonomi ve çevre arasındaki ilişkinin anlaşılması sorunların çözümü için yol gösterici olacaktır.

Çevre, üretim faktörleri arasında yer alır ve insan ihtiyaçlarının bir kısmını karşılaması bakımından da ekonomik anlamda mal sayılır. Yeniden üretilemez nitelikteki bu mal, insanların üretim ve tüketim faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan atıkları emme ve kabul etme hizmetini üstlenmektedir. Ancak bu emme kapasitesinin bir sınırı olduğu bilinmektedir. Buna taşıma kapasitesi denir (Işık, 1999: 23). Dolayısıyla çevre sınırlı, yani ekonomi bilimine konu olan tüm kaynaklar gibi kıt bir kaynaktır. Bu kıt kaynağın kullanımındaki aşırılık ona bir zarar vermekte ve ekonomik anlamda da bir zarar yaratmaktadır. Söz konusu zarara ekonomide

“olumsuz dışsallık” adı verilir. Dışsallıkların varlığı halinde kaynakların etkin kullanımı ve dağılımı sağlanamamaktadır. Dolayısıyla çevre kirliliği ve çevresel değerlerin bozulması sadece ekolojik anlamda bir sorun değil, aynı zamanda kaynakların etkin dağılımını engelleyen ve optimumdan uzaklaştıran önemli bir ekonomik sorundur (Türköz, 1995:320 vd.). Dışsallıklar konusuna daha sonra ayrıntılı olarak değinilecektir.

Çevre değerlerinin önemli bir kısmının denizler, göller, dağlar, nehirler, kıyılar, ormanlar gibi mülkiyete konu edilemeyen şeyler olması, bazı olumsuz sonuçlar doğurmuştur.

Ekonomi teorisine göre, bir malın faydasının bölünememesi, tüketiminde rakip olunamaması, bazı bireylerin malın tüketiminden mahrum bırakılamaması ve malın pazarlanamaması halinde o mal kamusal maldır (socialstudieshelp.com, 2005). Bir çok yönden kamusal mallara benzeyen çevre değerlerinin, piyasa sisteminin normal işleyişi içinde kullanımının sınırlanması gerçekleştirilememektedir. Sınırlama getirilemediği için de, bu çevresel değerlerin aşırı kullanımı engellenememektedir. Dolayısıyla ekonomi teorisine göre, diğer mallara uygulanan ekonomik kuralların çevre mallarına da uygulanması gerekli gözükmektedir. Teoriye göre bu kuralların başında, çevre mallarını elde etmek ve kullanmak için bir bedel ödenmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Fiyat, malın kıtlığına göre oluştuğuna ve

çevre malları da kıt olduğuna göre, kıt olan bu malların da bir fiyatı olmalıdır. Dolayısıyla üretimde kullanılan mal ve hizmetlerin fiyatları ürünlerin fiyatlarına dahil edildiğine göre, üretime katılan çevre mallarının fiyatları da ürünlerin fiyatına dahil edilmelidir. Fiyatlar çevresel maliyetleri de içermeli ve yansıtmalıdır (auburn.edu, 2005). Hatta bazı yazarlara göre, çevresel mallar üzerinde güçlendirilmiş mülkiyet haklarının kurulmaması çevresel kaynaklarının bozulmasında ve azalmasında ana nedendir (Anderson-Leal, 1996). Aksi halde çevre mallarının aşırı kullanımının ve bunların yarattığı sonuçları önlemek mümkün değildir.

Çünkü ekonomideki rasyonellik ilkesi gereği her birey, mevcut olanakları ile en yüksek refaha ulaşmaya çalışacak ve bunu yaparken de gereksinimi olan mal ve hizmetleri ödemeye razı olduğu en düşük fiyattan bir sepete doldurmaya çalışacaktır. Bu şekilde sepetteki mal ve hizmetler bireyin ihtiyaçlarını maksimum düzeyde karşılayacak ve asgari fiyata sahip olacaktır. Birey seçimlerini yaparken ihtiyacı olmayan mal ve hizmetlerden kaçınacaktır.

Ancak bir malın bedelsiz ya da çok düşük fiyatla piyasada bulunması halinde, birey aynı dikkat ve özeni göstermekten kaçınacaktır. Herhangi bir bedel ödemeksizin, maliyeti tamamıyla topluma bırakarak kamusal malları kullanıp, tüketen bedavacı (free rider) tüketiciler, çevre ile ekonomi arasındaki ilişkide bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır (utexas.edu, 2005). Bu nedenle çevre sorunlarıyla mücadele edilirken diğer araçlarla birlikte, çevre mallarının fiyat mekanizmaları içine sokulmasının etkili bir yöntem olacağı, bedavacı sorununun ortadan kalkabileceği kabul edilmektedir. Yani, çevre mallarının uygun yöntemlerle fiyat sistemi içine sokulması, hem ekonomik olarak olumsuz dışsallıkların ortadan kaldırılması yoluyla piyasa sisteminin daha iyi işlemesini ve kaynakların etkin dağılımını sağlayacak, hem de çevre sorunlarının çözümüne katkıda bulunacaktır (Değirmendereli, 2002: 23).

II.1. Kaynak Tahsisi ve Piyasa Başarısızlığı

Ekonomi teorisine göre, üretim ve tüketimde kullanılan kaynakların tahsisi piyasada gerçekleşir. Tarihsel olarak, üretici ve tüketicilerin mal alışverişi yapmak için bir araya geldikleri coğrafi alanı tarif eden piyasa, üreticilerin ve tüketicilerin birbirleri ile haberleşebildikleri, arz ve talep koşullarının geçerli olduğu ve söz konusu malın sahipliğinin el değiştirdiği bir yer ya da oluşum olarak tanımlanabilir (Türkay, 1983:21).

Sıkça kullanılan sınırlandırıcı tanımlardan biri tam rekabetin olduğu, tarafların tam bilgiye sahip bulunduğu, herhangi bir sürtüşme ve gecikmenin söz konusu olmadığı, benzer ürünlerin alınıp satıldığı, firma sayısının çok, piyasaya girişlerin kolay olduğu, taraflardan herhangi birinin tekelci bir güç kullanamadığı yani tek başına piyasadaki fiyatı etkileyemediği

bir tam rekabetçi piyasayı tarif eder (Türkay, 1983:23). Bu kadar çok ve katı varsayımlarla sınırlandırılmış tanım, çeşitli kuramsal inceleme ve araştırmalar için gereklidir ve çıkış noktası olarak kullanılmaktadır.

Tam rekabet piyasasında fiyat mekanizması yoluyla kaynakların optimal dağılımı için öngörülen şartlar şunlardır:

Serbestlik: Piyasaya giriş ve çıkış serbest olmalıdır.

Atomisite: Piyasada alıcı ve satıcılar kendi aralarında fiyatları ve üretim miktarlarını etkilemeyecek kadar çok sayıda olmalıdır.

Homojenite: Piyasaya arz edilen mal ve hizmetler homojen yani benzer olmalıdır.

Böylece bir firmanın mallarının diğerine tercih edilmesi olasılığı ortadan kaldırılmalıdır.

Akıcılık: Üretim faktörlerinin ekonominin bütün alanlarına kolayca akışı, “mobilite”si mümkün olmalıdır.

Saydamlık: Alıcı ve satıcıların piyasada olan bitenden haberdar olmaları gerekir.

Böylece seçim özgürlüğü oluşturulmalıdır.

Kar ve fayda maksimizasyonu: Üreticilerde karı, tüketicilerde ise faydayı maksimize etme güdüsü bulunmalıdır.

Bu şartların tamamının sağlanması halinde piyasada tam rekabet söz konusudur (Aktan, 2004).

Tam rekabet pazarı için bu şartlar sağlandığında, tüketicilerin gereksinimleri karşılanır ve maksimum tatmin elde ederler, üreticiler etkin çıktı seviyelerini araştırır, sermaye, işgücü, arazi ve diğer kaynaklar etkin olarak tahsis edilir ve gelirin yeniden dağılımı herhangi bir net fayda üretmez. Bu sonuçların tümü ortaya çıkarsa kaynak tahsisi ve gelir dağılımında optimuma ulaşılarak etkinlik sağlanacak ve dolayısıyla refah maksimuma ulaşacaktır (Kaya, 2002:12).

Ancak gerçek hayatta bu şartların hemen hiçbirinin tam olarak sağlanamayacağı, bu nedenle de bu şartların soyut bir varsayımdan öteye gitmeyeceği bilinmektedir. Örneğin, haberleşme ve bilgi elde etme olanaklarının farklılaşması nedeniyle saydamlık, aynı gereksinimi karşılamaya yönelik mal ve hizmetlerin arasında benzerlik olmaması nedeniyle homojenite, firmaların kendi aralarında yaptıkları centilmenlik anlaşmalarıyla oluşan tröstler, karteller, büyük holdingler yoluyla fiyat belirlemeleri nedeniyle atomisite, piyasaya giriş ve çıkışların maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle serbestlik ilkeleri işlemez duruma gelmiştir.

Bu nedenlerle gerçekte pek çok piyasayı tam rekabet piyasası olarak tanımlayabilmek ve dolayısıyla optimum bir kaynak tahsisi gerçekleşmesini beklemek mümkün değildir. Tam rekabet piyasasının işlemesinde engeller ortaya çıkmasına, piyasa başarısızlığı denilmektedir (tutor2u.net, 2005). Başka söyleyişle piyasa başarısızlığı, herhangi bir devlet müdahalesi olmaksızın tam rekabet piyasasında etkin kaynak dağılımının sağlanamaması durumudur (woodgreen.uk, 2005).

II.2. Pareto Optimumu

Tam rekabet, bir fizikçinin sürtünmesiz yüzey varsayımı gibi, gerçek dünyada bulunması çok zor olan ancak ekonomik analizler için ideal ortam sağlayan bir varsayımdır.

Piyasa ekonomilerinde tam rekabet koşullarından sapmalar sonucu bireysel ve toplumsal çıkarların çelişmesi nedeniyle, kaynak tahsisinde ve gelir dağılımında etkinliğe ulaşılamaz ve maksimum toplumsal refah elde edilemez. Bu yüzden ekonomistler, piyasa başarısızlığının toplumsal refaha etkilerini ve bu koşullarda ekonomik etkinliğe ulaşmanın yollarını refah ekonomisi adı altında araştırmışlar ve böyle durumlarda çözüm yollarının, özellikle devlet müdahalelerinin gerekliliği konusunda farklı görüşler ileriye sürmüşlerdir (answers.com, 2005a). Refah ekonomisi, kamu ekonomisi ile ilişkili olarak bir toplumun üyelerinin bir grup olarak durumlarının iyiliğini inceleyen normatif bir ekonomi dalıdır (Akalın,1986:22).

Toplumsal etkinlik ve hakkaniyet konularında ilkeler ortaya koyar, çünkü etkinlik ve hakkaniyetin optimal birleşimi maksimum toplumsal refahı verir. Örneğin refahın artırılması için, Đngiltere’de Bentham Okulu, daha adilane yasaların konulması, toplumsal yasaların ölçüt alınmasını önermiştir. Bentham’a göre bireysel külfet ve nimet ölçülebilir kavramlardır.

Mutluluk ise, nimet ve külfet arasındaki olumlu farktır. Eğer, bireysel külfet ve nimetler toplanabilirse, topluluğun mutluluğu da hesap edilebilir (Divitçioğlu, 1982: 169).

Bentham’ın görüşleri üzerine çözümlemeler yapan A.C. Pigou, “toplumsal refah bireylerin refahlarının toplanması ile elde edilir ve bireyin refahı onun elde ettiği tatminin toplamıdır” görüşünü ortaya atmıştır (Akalın, 1986:48). Pigou’nun yaklaşımında faydanın ölçülebilirliği ve karşılaştırılabilirliği varsayımından hareket edilmektedir. Fiyat sisteminin toplumdaki bütün fayda ve maliyetleri algılamayacağı kanısındadır. Bu açıdan da faydanın ölçülebilirliği önem kazanmakta, piyasa sistemini tamamlayıcı devlet müdahaleleri için dayanak teşkil etmektedir (Türkkan, 1984:20). Pigou’ya göre refah ekonomisinin iki optimum koşulu vardır: Birincisi, insanları çıkarlarının gösterdiğinden ve dilediklerinden çok çalışmaya zorlamaksızın, verimli etkinliği ve dolayısıyla milli gelirin ortalama hacmini artıran, fakat bölüşümünü bozmayan ve tüketilebilir gelirin artışını etkilemeyen her neden, genel olarak

ekonomik refahı artırır. Đkincisi, milli geliri azaltmadan ve artışını etkilemeksizin, yoksul insanların milli gelirden ellerine geçen nispi payı artıran her neden, genel olarak refahı artırır (Akalın, 1986: 49). Pigou’nun piyasa ekonomisinin aksaklıklarına devlet müdahalesini benimseyen yaklaşımı, piyasa ekonomisi savunucularınca ağır biçimde eleştirilmiş ve Pareto tarafından piyasa başarısızlıklarının yine piyasa mekanizmaları ile ortadan kaldırılmasına yönelik kuramı ile yerini yeni refah ekonomisi anlayışına bırakmıştır.

Bireylerarası fayda karşılaştırmasının olanaksızlığı, belirli mal birleşiminden kimin daha fazla fayda elde edeceğinin bilinememesi sorunu, Pareto’nun refah ölçütü ile aşılmıştır.

Pareto’nun yaklaşımında, fayda karşılaştırmalarının ve faydanın ölçülebilirliğinin bilimsel olmayan bazı keyfi yollara ve yöntemlere başvurulmaksızın yapılamayacağı, insanların psikolojik yapılarının aynı olmadığı ve bireysel faydaların tamamen heterojen büyüklükler olduğu düşüncesinden hareket edilmektedir. Pareto bu durumu, ekonomik dengeyi belirlemek için zevkin ölçüsünü bilmeye kesinlikle ihtiyaç yoktur, bir zevk endeksi bizim için yeterlidir, diyerek açıklamıştır. Zevk endeksi sadece bir sıra ifade eder (Türkkan, 1984:21). Yani faydaların büyüklüğünün ölçülemeyeceği ancak birbirlerine üstünlüklerinin bilinmesinin yeterli olacağını savunmaktadır. Pareto ilkesine göre, başkalarının durumunu kötüleştirmeden bir kişinin ya da bazı kişilerin durumunu iyileştiren bir değişme arzu edilen bir değişmedir.

Bu ilkeden hareketle Pareto Optimumu, bir kişinin tatmininin (refahının) artırılması en azından bir başkasının tatmininin (refahının) azalmasını gerektiriyorsa, başlangıç durumu pareto optimaldir, şeklinde tanımlanabilir (Güneş, 2005a). Pareto tatmin düzeyinin sırasal bir sınıflandırılması esasına dayanarak, her ekonomik karar birimi için maksimum tatmin düzeyini ve olası ekonomik değişmelerin kişilerin tatmin düzeyi üzerinde nasıl bir etki yarattığını araştırmıştır. Bu çerçevede,

1. herkesin durumunu daha iyi yapan veya kimsenin durumu değiştirmediği halde en az bir kişinin durumunu daha iyi hale getiren,

2. herkesin durumunu daha kötü yapan veya kimsenin durumunu değiştirmediği halde en az bir kişinin durumunu daha kötü yapan değişmelerin değerlendirilmesini yaparak şu sonuçlara varmıştır:

Bazılarının durumunu daha iyi hale getirip bazılarının durumunu daha kötü hale getiren değişmelerin refahı ne yönde etkilediği söylenemez. Refah, ancak hiç kimsenin durumunu kötüleştirmeden bazı kişilerin durumunu iyileştirebiliyorsak artmış sayılır ve şayet kimsenin durumunu kötüleştirmeden bir kişinin dahi durumunu iyileştirme olanağı yoksa refah maksimuma ulaşmış sayılır. Bu nokta, Pareto’ya göre optimum kaynak dağılımının

gerçekleştiği, ekonomik, yönetsel ve teknolojik etkinlikler ile gelir dağılımında adaletin optimum düzeyde sağlandığı noktadır (Türkkan,1984:21).

Pareto tarafından kurulan bu modele işlerlik kazandırmak amacıyla yapılan varsayımların başlıcaları şunlardır:

1. Tüketicilerin tam bilgi sahibi olması.

2. Üretimde ölçeğe göre içsel ekonomilerin bulunmaması: Tüketici kayıtsızlık eğrilerinin orijine göre dışbükey olmaları nedeniyle iki ürün arasında azalan bir marjinal ikame oranı vardır. Üretim faktörleri ölçeğe göre artan verimliliğe sahip değildir. Eş ürün eğrisi boyunca iki üretim faktörü arasında azalan bir marjinal ikame oranı söz konusudur.

3. Tüketimde ve üretimde dışsal ekonomilerin bulunmaması: Tüketicilerin fayda fonksiyonları ile üreticilerin üretim fonksiyonları birbirinden bağımsızdır. Yani dışsallık yoktur. Dışsallığın olmadığı durumda, tam rekabet piyasalarında bir malın fiyatı bu malın üretim maliyetine (marjinal maliyete) eşit olmaktadır.

4. Kamu mallarının var olmaması: Piyasada üretilen mallar ve üretim faktörleri bölünebilir niteliktedir.

Kısaca özetlenen bu varsayımlara göre tam rekabet koşullarının var olması gerekmektedir. Kaynak dağıtımı modelini diğer ekonomik problemlerden arındırabilmek için üretim faktörlerinin tam olarak kullanıldığı varsayılmıştır (Güneş, 2005).

Çevre kaynaklarının, özel olarak orman kaynaklarının ürettiği mal ve hizmetler açısından bakıldığında, tam bilginin olmaması, iyi tanımlanmış, dışlayıcı, transfer edilebilir ve baskın mülkiyet haklarının yokluğu, tam rekabetin olmaması, çevresel dışsallıkların varlığı ve kuşaklararası ve kuşak içi adaletsizliğin varlığı gibi nedenlerden oluşan piyasa başarısızlıklarının çevre üzerinde etkisinin olabileceği ve bunun sürdürülebilir kalkınmaya geçişi zorlaştırabileceği, ancak piyasa başarısızlığının kaynak tahsisi için piyasa mekanizmasını terk etmeyi gerektirdiği anlamına gelemeyeceği iddia edilmektedir. Buna göre, piyasa başarısızlıklarının varlığının kaynak tahsisinde devletin rolünün artmasını haklı çıkarması gibi bir anlayış yanlıştır, aksine, piyasa başarısızlıklarını hafifletmek için maliyetler açısından en erken müdahale, çarpıklıklara yol açan politikayı ve diğer başarısızlık kaynaklarını elimine ederek pazarın çalışmasını iyileştirmek olmalıdır (Kaya, 2002:16 vd.).

Yani, piyasayı engelleyenler piyasa içine çekildiğinde toplumsal refahla ilgili sorunlar çözülecektir. Günümüzde, özellikle liberal ekonomistler arasında piyasa başarısızlıklarının ortadan kaldırılmasına ilişkin baskın görüş, yine piyasa mekanizmalarının kullanılması

gerektiği, devletin rolünün piyasa mekanizmasını düzenlemekten ibaret olduğu, bunun dışında devletin piyasa dışı müdahalelerinin kabul edilemeyeceğidir. Bu görüşün savunucuları dayanak olarak, sosyal maliyetler sorununu ele alan Coase’nin görüşlerini kabul etmektedir.

II.3. Kamusal Mallar

Kamusal mallar, bireylerden herhangi birisinin tüketimi nedeniyle, diğerlerinin aynı malı tüketme olanağında herhangi bir azalmanın olmadığı, birlikte ve eşit biçimde tüketilen mallardır. Özel mallardan her bireyin tüketiminin kamusal malın tümünü kapsaması ve tüketimde koşulun toplama değil, eşitlik olması itibarıyla ayrılır (Ravenswaay,2004).

Samuelson, bazı mal ve hizmetlerin yapıları gereği sağladıkları faydanın bireylere ayrı ayrı dağıtılabildiğini, yani bölünebildiğini, bazı malların ise bölünemediğini ifade etmektedir.

Bölünebilen mallara özel mal denir ve özel ekonomi tarafından üretilir. Sağladıkları faydanın bireylere bölünerek dağıtımının mümkün olmadığı mallar ise kamusal mallardır, bireylerin değil toplumun faydalanmasına sunulabilirler ve kamu ekonomisi tarafından üretilirler (Nadaroğlu, 1998:55).

Ayırıcı özelliği nedeniyle kamusal gereksinmeleri gideren şeyler kamusal mallar saymasına karşın, kamusal gereksinmeleri gideren tüm mal ve hizmetlerin muhakkak kamusal mal ve hizmet olması gerekmemektedir (Musgrave, 2004:56). Kamusal mal, kimsenin tüketimini azaltmadan eşanlı olarak tüketebilen mallardır. Ayrıca bir kamusal mal, bir bireyin tüketimi ile diğer bireylerin o malın tüketiminden elde edeceği faydanın azalmadığı bir maldır (Karayılmazlar, 1995:22). Batırel, kamusal malların toplumsal ihtiyaçların tatmini için üretilen mal ve hizmetler olduğunu ifade etmektedir (Batırel, 1990:28). Bir başka tanıma göre, kamusal mallar dışsal ekonomilerin özel bir hali olmakla birlikte, her dışsal ekonomi bir kamusal mal değildir. Zira hangi dışsal ekonomilerin kamusal mal sayılacağı, bu konuda toplumsal tercihin yani bir yasama kararının oluşmasına bağlıdır. Đşte bu nedenle biçimsel olarak düşünüldüğünde, kamusal mal, arzı ve sübvansiyonu devlet bütçesi tarafından finanse edilen herhangi bir mal olarak tanımlanabilir (Akalın, 1986:67).

Özetle kamusal mallar, bireylerden herhangi birinin tüketimi nedeniyle diğerlerinin aynı malı tüketme olanağında herhangi bir azalışın olmadığı, birlikte ve eşit biçimde tüketilen mal ve hizmetlerdir. Kamusal malların faydaları birimlere bölünemediği için, birlikte ve eşit biçimde tüketildiğinden bir bireyin tüketimi diğerinin söz konusu mal veya hizmetten elde ettiği faydayı azaltmaz ve daha fazla ödeme eğilimi olan bir birey diğerini tüketimden dışlayamaz. Dolayısıyla kamusal malların pazarı yoktur ve piyasada fiyatları oluşmaz.

Bütün bu tanımlamalardan, kamusal malların taşıdığı bir takım özellikler nedeniyle özel mallardan ayrıldığı anlaşılmaktadır. Bunlar, faydalarının bölünemezliği, tüketimden dışlayamama, tüketimde rakip olmama, dışsallık yaratma ve pazarlanamamadır (Cowen, 2005). Kamusal mallar bir kez üretildiğinde tüm topluma fayda sağlamaktadır. Özel mallarda ödeme yapmayanlar fayda elde edemezken, kamusal mallarda ödeme yapsın veya yapmasın hiç kimse maldan faydalanmaktan alıkonulamaz. Kamusal malın faydasından, finansmanına katılsın ya da katılmasın kimsenin dışlanamaması, herkesin fayda sağlaması nedeniyle bireyler malın gönüllü olarak dahi üretimin finansmanına katılmak istemeyeceklerdir. Bu duruma bedavacı sorunu denilmektedir. Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi bireyler kamusal mallardan bedava yararlanacaklarına inanmaktadır.

Bununla birlikte, kamusal mallar ile özel mallar arasında genellikle böylesine keskin ayrımlar her zaman yoktur. Öyle mallar vardır ki, bu özelliklerin bir kısmına sahiptir.

Piyasada satılmaları mümkün olsa da, tümüyle kamu ekonomisi tarafından üretilmektedir.

Çünkü böyle mallarda, kamusal mallarda olduğu gibi, marjinal toplumsal fayda ile marjinal özel fayda arasında farklılık vardır. Özel değeri ile toplumsal değeri arasında farklılıklar olan bu mallara yarı kamusal mallar denir. Kamusal mallar, yarı kamusal mallar ve özel mallar arasındaki ayrım, tüketimde dışlayıcılık ve rekabet nitelikleri ile yapılmaktadır. Buna göre her iki niteliğe sahip mallar özel mallardır. Tüketimden hiç kimsenin dışlanamadığı ve kullanımda bireyler arasında rekabetin olmadığı mallar tam kamusal mallardır. Tabloda (B) ile gösterilen yarı kamusal mallarda herhangi bir tüketiciyi dışlama olanağı yoktur, ancak tüketiciler arasında rekabet vardır. Yani bireyin tüketimden dışlanması ya olanaksızdır ya da maliyeti çok yüksektir, ancak bu malların tüketimi ile mal miktarı azalır. (D) ile gösterilen yarı kamusal mallarda ise fayda sağlayanlar

Tablo 1: Malların niteliklerine göre sınıflandırılması DIŞLAMA Tüketimde

(Kullanımda) (–) (+)

(+) Yarı Kamu Malları(B) Özel Mallar (C) Rekabet

(–) Tam Kamu Malları(A) Yarı Kamu Malları(D) Tablo: Kaynak: Akalın, 1986:69

arasında rekabet yoktur, yani malın kullanılması ile miktarı azalmaz ancak tüketimden dışlamak mümkündür. Genel olarak, yarı kamusal malların tüketimi sonucu toplum yoğun

Benzer Belgeler