• Sonuç bulunamadı

Çevre politikaları her ülkede farklı farklı hedefleri gerçekleştirmeye yönelmiş olmakla birlikte, hemen hemen her yerde, üzerinde birleşilen ortak hedeflerden de söz edilebilir. “Bu ortak hedeflerden birincisi, bireylerin sağlıklı bir çevrede yaşamasının sağlanması, ikincisi, toplumun sahip bulunduğu çevre değerlerinin korunması ve geliştirilmesi, üçüncüsü ise, çevre politikalarının uygulanmasının gerekli kıldığı yükün paylaşılmasında toplumsal adalet ilkelerine uygunluğun sağlanmasıdır” (Keleş-Hamamcı, 2002:316).

Başka bir söyleyişle, “çevre koruma politikalarının temel amacı, genel olarak insan sağlığını, geleceğini ve neslini korumak, yaşam için gerekli olan hava, su, toprak ve enerji kaynaklarını korumak ve kaynakların adaletli ve dengeli dağılımını sağlamak, mevcut çevre zararlarının azaltılmasını, ortadan kaldırılmasını ve gelecek kuşakların gelişmesine engel olacak aşırı mekan kullanımının engellenmesini sağlamak olarak belirtilebilir” (Keten, 1995:159).

Ekosistemlerin doğal unsurları olan hava, su gibi kaynakların mülkiyet haklarının kesin olarak belirlenememesi ve bu kaynakların toplumun ortak değerleri olması, kamusal mal niteliği taşıması nedeniyle, çevresel kaynaklardaki bozulmanın önlenmesi piyasa ekonomilerinin normal işleyişi içinde başarılamamaktadır. Ayrıca, bu kaynaklarda oluşan kirlenme, bozulma sorunu da, çevresel kaynakların kullanımıyla ilgili toplumsal ilişkilerin çok karmaşık ve çok yönlü olması nedeniyle, özel anlaşma yöntemleriyle de çözülememektedir. Bu nedenlerle, “çevresel kaynakların değerinin korunması için devlet müdahalesi çoğu kez kaçınılmaz olmaktadır. Çevresel kaynakların korunmasına ilişkin olarak yapılacak yasal düzenlemelerin temel işlevi, bu kaynakların kullanımı ile elde edilecek faydaların sürekliliğini sağlayacak düzeyde bir sınırlama getirmektir. Bu açıdan, çevre hukukunda kirletenin sorumluluğu, onu bu zarardan kaçınmaya teşvik edecek biçimde ele alınmalıdır. Bu kaçınmayı sağlamak üzere uygulamada belirli politika araçlarından yararlanmak gerekmektedir” (Ertürk, 1996:121).

III.1. Çevre Politikalarının Đlkeleri

Çevre politikalarının nesnel ve bilimsel olmasını sağlamak, yanlılığı ve keyfiliği en aza indirgemek için “çevre politikalarının dayanması gereken ilkeler şunlardır:

Çevre politikalarının ekolojik sistemler ve nüfus dağılışı üzerinde ne gibi etkiler yapacağı hesaplanmalıdır.

Çevre üzerindeki olumsuz etkilerden bazıları tümüyle giderilebilecek niteliktedir ama, bazılarından kaçınmak olanağı bulunmayabilir. Bunlar birbirinden ayırt edilerek, her birini gerçekleştirmenin kısa ve uzun dönemdeki maliyetleri hesaplanmalıdır.

Her yatırım projesinin kısa ve uzun dönemdeki verimliliği birbirinden ayrılmalı ve uzun dönemdeki birikimli etkilerin gelecek kuşakları nasıl etkileyeceği hesaplanmalıdır.

Önerilen yatırım projesinin ve etkinliğin, geriye dönüşü olmayan sonuçlar yaratıp yaratmayacağı hesaba katılmalıdır.

Yatırım projelerinin, farklı toplum kesimlerinin çıkarlarını nasıl etkileyeceği de gözden uzak tutulmamalıdır” (Keleş-Hamamcı, 2002:316 vd.).

Bu ilkeler çerçevesinde belirlenen amaçları bir arada gerçekleştirebilen politika aracının, en uygun politik araç olduğu söylenebilir. Bu amaçları gerçekleştirmek için uyulması önerilen ilkelerin bazıları aşağıda açıklanmıştır.

III.1.1. Kirleten Öder Đlkesi

Kirleten öder ilkesi, çevrenin korunması sorumluluğunun ve çevrenin korunmasına bağlı ek giderlerin kirleticiye yani çevreye zarar veren kişi veya kuruluşa yükletilmesine dayalı ilkedir. Bu ilke, ekonomik alandaki dışsal maliyetlerin içselleştirilmesi olgusunun hukuki açıklamasıdır. Çevrenin korunması konusundaki temel hukuki düzenlemelerden birisi olan kirleten öder ilkesi, en yaygın uluslararası kabul görmüş ilkedir. Buna göre çevreye zararlı etkinliklerde bulunanlar, bu zararlarından sorumlu olacaklar ve bunları giderme maliyetlerine katlanmak zorunda kalacaklardır. Đlkenin bir hakkaniyet prensibi olmadığı, kirletenleri cezalandırmak için getirilmediği, esasında ekonomik sistemde çevresel maliyetlerin karar alım sürecine dahil edilmesini sağlayacak elverişli göstergeleri yerleştirmeyi hedeflemektedir (Turgut, 2001:213). Bu ilke, 1972 yılında OECD tarafından konsey tavsiyesi olarak ortaya atılmış, daha sonraki toplantılarda alınan kararlarda da açıklık getirilmiştir (Turgut, 1995: 617). OECD’nin tanımına göre, “kirleten öder ilkesi, kirletenin çevrenin kabul edilebilir bir durumda olmasını sağlamak için kamu otoritelerince belirlenen

kirliliği önleme ve kontrol etme masraflarına katlanması” anlamına gelmektedir (aktaran Turgut, 2001:223).

Ancak, kirleten öder ilkesi, çevre sorunlarını önlemeyi değil, oluşan zararın tazminine yöneliktir. Bu ilkeyle çevreye verilen zararların önlenmesi mümkün olmadığı gibi, zararın ölçüsü parasal olduğundan, tazminle çevrenin eski haline gelmesi de gerçekleşmeyecektir.

Ayrıca zararın tazmin edilmesiyle birlikte, çevreye zarar verme olayı bir tür meşruluk kazanmakta ve ilke “ödeyen kirletir”e dönüşmektedir. Ülkemizde uygulanan 2872 sayılı Çevre Kanunu da bu ilkeyi benimsemiştir (Çörtoğlu, 1995:350).

III.1.2. Onarma Đlkesi

Karşılaşılan sorunlara bir çözüm olarak ortaya konulan onarma ilkesi, zarar ortaya çıktıktan sonra bu etkilerin giderilmesini amaçlamaktadır. Bu ilkenin mantığına göre,

“ekonomik faaliyetin maliyetini artırmamak için faaliyetin çevreye olumsuz etkisini önleyici bir önlem alınmaz. Zarar ortaya çıktıktan sonra, çoğunlukla toplumsal tepkiler doğrultusunda zararları onarıcı bazı düzenlemelere gidilir. Bunun için başlıca iki yola başvurulur. Bunlar, tazminat veya zararların doğrudan yetkili örgütlerce denetimidir” (Keleş, 1992:175).

III.1.3. Önceden Önleme Đlkesi

Önceden önleme ilkesiyle “henüz çevreye zarar verilmeden, gelecekteki gelişmeler hesaplanarak uzun dönemli ekolojik ve toplumsal yararların gözetilmesi hedeflenmektedir.

Gelecekteki zarar ve tehlikelerin önceden kestirilip, daha ortaya çıkmadan önlenmesi esasına dayanan bu ilkenin başlıca uygulama araçları, teknolojik yenilikler ve yapısal değişikliklerdir.

Teknolojik yenilikler ile çevreyi dikkate alan teknolojilerin kullanılması ve geliştirilmesi, yapısal değişiklikler ile de çevreye zararlı üretim ve tüketim davranışlarının değiştirilmesi kastedilmektedir” (Değirmendereli, 2002:34).

Bu ilke, Avrupa Birliği tarafından da benimsenmiştir ve zararın tam olarak ortaya çıkmasından önce gerekli önlemlerin alınması gereğinin altını çizmektedir. Önceden önleme ilkesine 3. Çevre Eylem Programı’nda atıf yapılarak, “ilkenin uygulanabilmesi için karşılanması gereken koşulların; bilginin tüm karar vericiler için kullanılabilir (mevcut) olması, gerçek durumun karar alma süreçlerinin erken bir aşamasında değerlendirilmesi ve AB tarafından kabul edilmiş olan tedbirlerin üye ülke iç hukuklarına aktarılıp aktarılmadığının izlenmesi olduğu” belirtilmiştir (ĐKV, 2006).

III.1.4. Đhtiyat Đlkesi

1987’de ortaya atılmış ve 1991’deki OECD toplantısında kabul edilmiş olmasına rağmen uluslararası pazarlıklarda en tartışmalı konulardan biridir. Temel olarak, sürdürülebilir kalkınmaya ulaşmak için geliştirilecek politikalar ihtiyatlı olmalıdır, düşüncesine dayanır.

Çevre politikaları çevre kirlenmesinin kaynak nedenlerini öngörebilmeli, bunları engelleyebilmeli ve ortadan kaldırabilmelidir. Eğer çevreye zarar tehdidi varsa, gerekli bilimsel kesinlik olmasa bile gerekli önlemler ihtiyaten alınmalıdır.

Đhtiyat ilkesi ile, tehlike durumunun ortaya çıkmasına izin vermemek, geri döndürülemeyen nedensellik zincirini akışına bırakmamak, çevre koruma önlemlerini zararlar kanıtlanamadığı zaman bile devreye sokmak amaçlanmaktadır. Bu, ortaya çıkan zararlı etkilerle mücadele etmek değil, aksine nedenlerin ortaya çıkmasını engellemek demektir.

Yani, zararlı etkilerden korunma yerine zararlı etkilerin önlenmesi anlayışına dayanır. Bu ilke, içerik ve kullanılan araçlar bakımından belli bir sınır getirmemesine rağmen, sayısız çevre yasalarında bağlayıcı bir şekilde yer almaktadır (Budak, 2000:35).

III.1.5 Yerellik Đlkesi

Yerellik ilkesi, doğrudan çevre politikaları ile ilgili bir ilke olmaktan çok genel anlamda politika üretilmesi süreci ile ilgilidir. Temelde çevre koruma ile ilgili kararların yerel düzeyde alınabilme ve uygulamaya konulabilmesi hedeflenmektedir. Bu ilke çevre koruma konusunda politika oluşturulmasında katılımı artırmayı ve yerel sorunların politika sürecini belirleyen yerel otoritelerce çözümünü hedeflemektedir.

Çevresel kanaatlerin oluşumu için toplumda kamuoyu oluşumuna olanak verecek temel şartların varolması gereklidir. Bunlar ülkenin hukuki, siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısıyla ilgili temel noktalardır. Özellikle demokratik hukuk devleti kamuoyunun varlığı için temel şarttır. Yerellik ilkesi ile çevre sorunlarını gündeme getiren çevreci birey, grup ve örgütlerin karar alma süreçlerine katılımı hedeflenmektedir. Katılımın salt bir görüş bildirme olanağı olarak değil bir hak olarak algılanması, çevre hakkının gerçekleştirilmesine dönük usuli hak olarak tanımlanması söz konusudur (Turgut, 2001:269). Katılıma en fazla olanak sağlaması nedeniyle sürdürülebilir gelişmenin en kolay düzeyde sağlanabileceği, bu nedenle her türlü kararın merkezden alındığı, akçal kaynakların dağıtılmasının ve kullanılmasının tamamen merkezi yönetimce yapıldığı aşırı merkeziyetçi bir yönetim yapısı ile sürdürülebilir gelişme politikalarının uygulanmasının pek olanaklı görünmediği ileri sürülmektedir (Mengi-Algan, 2003:153). Bu nedenle, vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının Avrupa Konseyine üye devletlerin tümünün paylaştığı demokratik ilkelerden biri olduğu ve bu hakkın en doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğu dolayısıyla hem

etkili hem de vatandaşlara yakın bir yönetimin sağlanması gerektiği, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ile kabul edilmiştir (Yerelnet.org.tr, 2006).

Benzer Belgeler